Bugün Hicri 28 Recep, yani Hilâfet’in kaldırıldığı 1342 yılı üzerinden 97 yıl geçti. İnsanlığın Allah’ın hükümlerinden, adaletinden uzak kalışı, İslâm’ın nurundan mahrum oluşu üzerinden neredeyse bir asır geçti. 28 Recep 1342/3 Mart 1924 günü, İslâm ümmetinin üzerine katran karalığında bir bulut gibi çüktü. Bu kara gün, beraberinde öyle karanlıklar getirdi ki insanlık, aydınlık dolu günlerin varlığını unuttu adeta. İslâm tarihin şerefli sayfalarının üzeri çizildi. Asırların birikimi, ne kadar şanlı teşekkül ve değer varsa hepsi yerle bir edildi.
28 Recep/3 Mart 1924 günü, İslâm ümmetinin geçirdiği en büyük sarsıntı oldu. Bir bütün olarak ümmet, bu sarsıntı ile oluşan enkazın altından daha çıkamadı. İslâm ümmeti, 13 asırlık tarihinde birçok sıkıntılı ve sancılı dönemler yaşadı. Dâhilde yaşanan bazı sorunlara ek olarak özellikle Moğol ve Haçlı saldırıları neticesinde çok ciddi yaralar aldı. Ancak ümmet, bu yaralarını kısa süre içerisinde sarmayı başardı. Çünkü o dönemlerde Müslümanlar, halen İslâm bilincine ve bunun sonucu olarak ümmet bilincine sahiptiler. Dolayısı ile çabuk toparlandılar ve İslâm ile hareket ederek tekrar olmaları gereken konuma yükseldiler.
Ancak Hilâfet’in kaldırılması, asırlar boyunca Batı’nın/Batılın İslâm ile mücadelesinin sonucu olarak öldürücü darbe mahiyetinde oldu. Çünkü bu hamle ile Müslümanlar can, mal, nesep ve bütün değerlerini kendisi ile koruduğu otoritelerini kaybettiler. Bu yıkımdan sonra ayrıca Müslümanlar, küfrün egemenliği altında onun yaşam tarzına bürünmeye başladılar.
Hilâfet’in kaldırılması meselesi, ferasetle bakmayan bazı Müslümanlar nezdinde, maalesef halen daha pek önem arz etmiyor. Çünkü bu grup, meseleye müsteşriklerin gözü ile bakmakta ve çağın afyonu demokrasi ile efsunlanmış bulunmaktalar. Zamanın ilerlemesi ile iyi bakım yapılmayan evin çatısı su sızdırabilir. Ancak bunun çözümü çatıyı tamamen kaldırmak mıdır? Yoksa gereken tadilatı yapmak mıdır? Sızdıran çatıdan rahatsız olup çatının tamamının ortadan kaldırılması ile ümmet olarak nice yağmur, kar ve fırtına ile ne hale geldiğimizi görmüyorlar mı?
Hilâfet’in kaldırılması ile Müslümanlar güzellik namına her şeylerini kaybettiler. Allah’ın emrine göre yaşamaktan uzaklaştırıldılar. Beldeleri 57 ülkeye ayrıldı. Aralarına çizilen suni sınırlar içerisinde hapsedildiler. Her parçaya atanan veya getirilen yöneticiler ümmete karşı ihanette, efendilerine karşı sadakatte sınır tanımadılar. Özellikle son 30 yılda İslâm beldeleri olan Afganistan’da, Irak’ta, Pakistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Bosna’da, Doğu Türkistan’da, Mısır’da ve hali hazırda Suriye’de yaşananları görmeyen ve bilmeyen yoktur. Bugünlerde kafirler Suriye’deki Müslümanlar üzerinde her türlü silahlarını denemiyorlar mı?
Evet, 28 Recep/3 Mart 1924 günü, İslâm ümmetinin geçirdiği en büyük sarsıntı oldu. Bu öyle bir sarsıntıydı ki sesi taa Hindistan’dan duyuldu. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar yetim bırakıldı. Adalet, iyilik ve güzellik namına ne varsa, Hilâfet’in kaldırılması ile kalktı. Yeni sistemler, Müslümanları öğüten birer fabrika oldu. Yeni bir tarih, yeni bir dil ve hepsinden daha önemlisi altı maddelik yeni bir “amentü” çıkartıldı ve çakıla çakıla kazındı beyinlere.
Kendilerine umut bağlanan zevat tarafından ümmetin en kıymetli hazinesi tarumar edildi. Cebren ve hile ile ümmetin temsil mekanizması zapt edildi. Birçok muhalif ya suikast ile ya da açıktan öldürüldü. Müslümanlar, yaşanan ihaneti ancak katilin elinde kendi kanını gördüğünde fark etti. Cılız da olsa onlarca beldede ayaklanmalar oldu. Bunların en büyüğü Şeyh Said Efendi’nin Piran’dan başlattığı kıyamdı. Ancak, ihanet şebekesi her yere çoktan örmüştü ağlarını. Dâhili ve harici bedbahtların yardımı ile doğudan yükselen güneş darağacına çekildi. En küçük bir ışığa bile tahammülleri olmayan, boğazlarına kadar batılın karabatağına saplanmış bu simalar, güneş ile birlikte yıldızları da bir bir gömdüler meydanlara. Taş üstünde taş ve kendilerine muhalif omuz üstün baş bırakmadılar.
28 Recep/3 Mart günü, İslâm ümmetinin kalkanının kırıldığı gündü. Savunmasız kalan ümmetin, bütün beldeleri işgal edildi. Gaflet ve dalalet içinde bulunan hainler kıytırık iktidarlar karşılığında, Batılı kâfirlerin menfaatlerini sağlamak için ümmetin evlatlarını fakruzaruret içinde bıraktılar. Şahsi ve efendilerinin çıkar ve emelleri için her yolu mubah görüp Müslümanların tertemiz kanlarını akıttılar; temiz iffetlerini kirlettiler. Mukaddesatlarını ayaklar altına aldılar. İslâm ümmetinin karşılaştığı bütün bu musibetler Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “kalkan” olarak tabir ettiği halifenin yokluğu sebebi ile değil midir? O halde tek çaremiz tekrar Hilâfet’e dönmektir ve kurulana kadar Râşidî Hilâfet için çalışmaktır.
Artık inananlar için doğru ve yanlışın gün gibi ortaya çıktığını düşünüyorum. Eğer ki Müslümanlar olarak, İslâm’ı bir bütün olarak yaşamak, Allah Subhanehu ve Teala’nın rızasına erişmek, ahiret hayatında azap değil de Rabbimizin muttakiler için hazırladığı nimetlere erişmek istiyorsak, Hilâfet’i yeniden ikame etmekten başka çaremiz yoktur. Eğer ki bize tahakküm eden tağutların egemenliklerine son vermek istiyorsak, İslâm beldelerini saran münkerlerden kurtulmak, kardeşlerinin akan kanlarını durdurmak, mallarını talan eden kâfir ve işbirlikçilerinden hesap sormak istiyorsak Hilâfet için çalışmamız gerekir. Evet, Müslümanlar olarak, vahdet istiyorsak, bu dünya hayatında izzetli ve kalkınmış bir ümmet olmak istiyorsak, canlarımızın, mallarımızın, neslimizin ve dinimizin emniyetini istiyorsak Hilâfet için çalışmalıyız.
Hilâfet için çalışmanın farziyeti namaz gibi, oruç gibi, hac gibi bir farziyettir. Hatta fazların tacıdır. Çünkü Hilâfet, ancak kendisi ile onlarca farzın yerine gelebildiği, yine onlarca münkerin kendisi ile ortadan kaldırıldığı bir farziyettir.
Şunu da unutmayalım, Hilâfet için çalışmanın farz olduğunu bilmekle birlikte Hilâfet, Rabbimizin vaadi, Nebimizin müjdesidir. Yani bu vaat, her halükârda yerine gelecek ve bunun için çalışanlar kazanacaktır.
Ayrıca bu hususları hatırlatırken, herkesin bu farz olan daveti illa ki bizimle birlikte yapması gerektiğini söylemiyoruz. Biz, Müslümanları bu farzı yerine getirmeye davet ediyoruz. Çünkü bu farz olan daveti taşıyanlar, davetlerini büyütüp belli bir noktaya getirdiler. Belki Müslümanların vereceği az bir destek ile Rabbimiz yardımını gönderecektir.
Müslümanların çalışması ile bu zülumat dolu dünya aydınlanmaya gebe. Çünkü Müslümanların İslâmi hayat talepleri dört duvar arasından sokaklara taşmış durumda. Salonlar, meydanlar Hilâfet’in özlemini duyanlar ile dolup taşıyor. Ve umut ediyoruz ki hüzün dolu ezgiler yerini zafer marşlarına, ağıtlarımız yerini zılgıtlara bırakacaktır. İşte o zaman şaşkın bir şekilde arzı arşınlayan her şey mecrasına girecek. Yeryüzü, ilahi emirle esirgemediği güzelliklerini bir başka sunacak eşref-i mahlûkata. Yine nankör ve cahiller olmayacak mı? Elbette feraseti bağlanmış, karanlığa alışmış zümreler var olacaklardır. Ancak, Taif’te olduğu gibi bunların da nesillerinin aydın bir dünyaya gözlerini açacaklarını unutmayalım.
Adaletin, sevginin ve güzelliğin ancak Tevhit bayrağı altında anlamını bulduğunu ve gerçekleştiğini biliyoruz. Allah Subhanehu ve Teala’nın vaadi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi gereğince yarınların aydınlığına doğru umutla yürümeye devam ediyoruz. Tevhit bayrağının yükselmesi ile tekbirler arşı titrettiğinde, işgal edilen her bir beldemiz özgürlüğüne kavuşacak. İslâm’ın güneşi ile yalnızca Müslümanlar değil, bir bütün olarak insanlık aydınlanacak ve yeryüzü adalet ile dolacak. Çünkü insanlık için rahmet, nur ve nimet olan İslâm’ın, kendisi ile uygulanacağı, İslâmi hayatı yeniden başlatacak olan Râşidî Hilâfet Devleti, çok uzak değildir biiznillah.