-“Devletler Arası Durumda Siyasi Boşluk” kitabının yazarı Esad Mansur'dan Amerika'nın son durumu hakkında siyasi malumat-
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰـــنِ الرَّحِيـــم
Devletler arası konum, etkin devletler arası ilişkiler ağı olarak tanımlanmaktadır. Yani etkin devletlerle ilgilidir. Bu sebeple bu inceleme şu veya bu devletin diğer devletler üzerindeki etkisi üzerinde yapılır. Bir devletin etkisi arttıkça devletler arası konumu da yükselir ve büyük devlet nitelikleri mevcut ise büyük devlet oluncaya kadar etkisinin yükselmesi devam eder. Bir devlet dünyadaki gelişmelere ve değişikliklere yön verebilme, diğer büyük devletler üzerinde etki oluşturma ve onlara kendi iradesini dayatabilme gücüne eriştiğinde dünyada birinci devlet konumuna sahip olur. Tabii ki bu durum, dünyadaki gelişmeleri ve değişimleri, şu veya bu devletin etkisinin zayıfladığı veya güçlendiğinin anlaşılması için etki unsurlarını ve amillerini etüt etmeyi ve bu amillerin ne ölçüde güçlü veya zayıf olduklarını, devletler arası konumunun düşüklük veya yükselme mi gösterdiğini sürekli olarak takip etmeyi gerektirmektedir.
Bundan dolayı devletler arası konum asla sabit olmaz. Söz konusu unsur ve amillere göre daima değişme kabiliyeti vardır. Bu değişiklikler büyük devletlerin ya iç ya da nüfuz ettikleri bölgelerdeki konumlarına veya birinci devletin merkezî konumu ile rekabet içine girerek onun bu konumunu sarsmak üzere girişimde bulunmalarına yahut uluslararası hadiselerde birinci devletle müttefiklik oluşturmalarına ve hadiselere etkilerini artırmalarına, şu veya bu büyük devletin, birinci devletin oklarını üzerinden kaldırmak ve devletler arası konumunu güçlendirecek etki alanını genişletmek, böylece birinci devletin karşısında durabilmek için küçük devletler üzerinde ne ölçüde etki sahibi olduklarına bağlıdır.
Büyük devletler tüm güçleri ile sahip oldukları avantaj ve üsluplarla birinci devletin merkezî konumunu sarsmak veya devletler arası konumlarını güçlendirmek ve pastadan paylarını almak veya etki alanlarını güçlendirmek için onunla müttefik olmaya çabalarlar. Bu bağlamda birinci devletin krizlerini veya zayıf noktalarını fırsata dönüştürecek ve onu iç işlerinde ve nüfuzu olan bölgelerde veya genel olarak dünyada konumundan edecek işlere girişirler ki bu hedefler gerçekleşinceye kadar birinci devletin aklı hiç durulmasın, gözünü rahat bir şekilde yumamasın. Bunlar büyük devletlerin nitelikleridir. Aksi hâlde bu devletleri fiilen büyük devlet olarak isimlendirmeyiz. Keza büyük devlet olmak için çabalayan diğer devletler bu niteliklere yani bu düzeyde etkinliklere sahip olmalıdır. Bu tür işlere girişmeyen, bu türden icraatlar yapmayan ve bunları yapmak için vizyonu olmayan devletler dünya çapında büyük devlet sayılmazlar. Bunlar ya Çin gibi bölgesel olarak büyük ve bağımsız devletlerdir ya da İsviçre ve Hollanda gibi bağımsız küçük devletlerdir. Yahut Kanada ve Japonya gibi bir başka devletin yörüngesinde dönen veyahut ona tabi olan devletlerdir. Afrika, Asya ve Güney Amerika’da birçok ülke bunun örneğidir.
Birinci devlet olan Amerika’nın içinde bulunduğumuz zamanda devletler arası durumunda değişikliğin olacağı ihtimaline işaret eden gelişmeler söz konusu oldu. Bu itibarla bu yeni durumu, nasıl geliştiğini, boyutlarını ve mevcut durumunu incelememizi zorunlu olmaktadır. Zira dünyanın geleceği büyük devletlerin geleceğine bağlıdır; işleri sevk ve idare eden, nüfuzları altındaki bölgelerde büyük küçük savaşların fitilini ateşleyen, bu savaşlar sonrasında, bazen tabi devletlerde olmak üzere büyük ve kalıcı krizlerin oluşmasına sebep olan hep büyük devletlerdir. Küçük devletler edilgen devletlerdir. Belki küçük bir devlet, tabi olduğu büyük devletin izin verdiği ölçüde başka küçük devletler üzerinde etkili olabilir. Örneğin Mısır Sudan üzerinde, Suriye Lübnan üzerinde, Suud Bahreyn üzerinde etkili olabilir. Bu şekilde küçük devletlerdeki siyasi durum tabi oldukları büyük devletlere ve üzerlerinde meydana gelen devletler arası çatışmaya bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Küçük devlette bağımsız olarak bir değişiklik meydana geldiğinde, özellikle de İslâm ümmetinde, büyük ve birinci devlet olmaya dönük hazırlayıcı gelişmeler söz konusu olduğunda büyük devletler çeşitli şekillerde bu değişim ve gelişmelerin sonuçlanmasını engellemek için anında müdahale ederler. İslâm ve özellikle Arap beldelerinde beklenmedik şekilde ayaklanma ve devrimler baş gösterdiğinde büyük devletler anında müdahale etmek, devrimlerin bağımsız kalmasını engellemek, kuşatmak ve kendi çatışma eksenlerinde kalmasını sağlamakta gecikmediler. Son olarak Libya örneğinde görüldüğü gibi büyük devletler tarafından bir müdahale olduğunda mesele uluslararası mesele hâline gelmiş ve büyük devletlerin aralarında çatışmanın konusu hâlini almıştır. Böylece -Suriye’de yaptıkları gibi- devrimlerin İslâm ümmeti ile büyük devletlerin arasında bir hesaplaşmaya dönüşmesine mani oluyorlar.
1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasının, 1991’de nihai olarak çöküşünün ve kendisi için stratejik bölge ve ön savunma hattı olarak gördüğü -Varşova Paktı- doğu bloğunu kaybetmesinin ardından -iç işleri ile ilgili bazı meseleler, ideolojisinden tavizler vermesi, ekonomik sarsıntılar, özellikle de kurgusal yıldız savaşlarına dalması ve ardından gerçek bir savaş ortamı olan Afganistan’da askerî olarak hezimete uğraması gibi sebeplerle- dünyada birinci devlet olan Amerika ile yarışan ikinci devlet konumundan düşmüş oldu. O esnada merkezî konuma sahip olmak için kendisi ile rekabet hâlinde olacak ve kendisini dengeleyecek bir güç görmeyen Amerika doğu bloğunun çöküşünü bir fırsat olarak değerlendirdi ve hiçbir rakibin, ortağın olmadığı tek kutuplu dünyanın birinci devleti olarak kendisini ilan etti. Nitekim 1961’de dünyayı aralarında taksim ettikleri uzlaşma politikasını imzaladıklarından beri kendisine devletler arası ilişkilerin idaresinde yegâne ortak olan artık SSCB yıkılmıştı.
Rusya SSCB’nin boşluğunu dolduramadı. Liderlik pozisyonunda iken gücü parçalandı, kolu kanadı kırıldı. Sovyetler Birliği kendisine tabi on dört cumhuriyetten oluşuyordu. Bu cumhuriyetler Rusya’nın tabii nüfuz alanıydı. Bunların önemli bir kısmındaki nüfuzunu kaybetti. Nüfuzunu korumak ve kendisine bağlı tutmak için on bir devletten (Bağımsız Devletler Topluluğu) oluşturmuş olsa da Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkeleri kaybetti. Geriye kalan özellikle beş Orta Asya ülkesini nüfuzu altında tutmak için çırpınır hâle geldi. Öldürücü darbe alan SSCB’nin yıkılışından sonra Rusya kendi hinterlandında dahi ayakları üzerinde duramaz bir duruma düştü. Toparlanmak için on küsur yıllık uğraşısına rağmen Rusya hiçbir zaman geçmişteki konumuna erişemedi.
İşte bu şekilde tarihî olarak âdet olduğu üzere genellikle büyük devletin çöküşüne sebep olan bir dünya savaşı veya büyük savaşlar olmaksızın devletler arası durumda değişiklik meydana geldi. Evet, SSCB veya Rusya’yı siyasi sahneden düşüren; 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ve Almanya veya 2. Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’nın durumunda olduğu gibi galip düşmanın mağlup ülkenin başkentine girdiği, dilediği şartları mağlup ülkelere dayattığı ve galip devletlerin devletler arası duruma hakim olduğu büyük savaşlar olmadı.
Amerika, kendisine rakip olan Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından gurura kapıldı. Kibir ve küstahlıkla diğer büyük devletlerin beklentilerini umursamaz bir tutum içine girdi. Uluslararası kararları hiçe sayarak Balkanlarda askerî işgallere yeltendi, uyduruk gerekçelerle ve Güvenlik Konseyi’nin kararı olmaksızın Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal etti. Devletler arası durum değiştiğinde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra BM’nin kurulmasından bu yana uluslararası hukuka bağlı kalmak üzere oluşturulan ittifakları hiçe saydı. Böylece Amerika 1945’te kuruluşunda başrol oynadığı ve onayladığı BM kararlarını ve uluslararası hukuku çöpe attı. Böylece Amerika BM ve uluslararası kuruluşlara olan güveni sarsmış oldu. Bu hem Amerika’nın hem de uluslararası kuruluşlarının çöküşünün en önemli etkenlerindendir. Zira uluslararası herhangi bir kanun veya kararın ya da dünya halkları nezdinde örf hâlini almış bir kuralın çiğnenmesi inandırıcılığını kaybetmesine ve güvenin zayıflamasına neden olmaktadır. Bunun neticesinde insanlar nezdinde itibarını ve saygınlığını, takip ve taklit etme motivasyonlarını yitirmekle birlikte ona direnme, politikalarına karşı durma ve başkaldırmaya başlamaktalar. Tabii ki bu diğer toplum ve devletler üzerinde etkisini zor duruma sokmaktadır. Çünkü devletler ve toplumlar üzerinde etki oluşturması güvene, inandırıcılığa, uluslararası kanun ve genel örflere bağlı olmasına dayanmaktadır.
Örneğin 2001 yılının başlarında diğer büyük devletleri ve toplumların siyasetine karşı itirazlarını umursamadan ikinci defa devletler arası konumda tek başına hareket etme siyasetini -Başkan Oğul Bush Amerika ile birlikte olmayanın karşısında olduğunu- ilan ettiğinde tüm dünyanın tepkisine neden olmuş, insanlar Amerika’dan nefret etmişler ve bu siyasetine karşı durmayı talep etmişlerdi. Diğer büyük devletler bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Fransa hemen harekete geçerek yanına da Almanya ve Rusya’yı alarak Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı bir blok oluşturmuştu. Bu gelişmeler Amerikan siyaseti üzerine etki etmiş, 21.02.2005 tarihinde Bush Avrupa ile durumu iyileştirmek için Brüksel’e bir ziyaret yapmak zorunda kalmış ve şu beyanatı vermek durumunda kalmıştı: “ABD güçlü bir Avrupa’nın ortaya çıkışını desteklemektedir. Çünkü biz bizi bekleyen hayati meselelerde -ki bunların başında dünyada demokrasi ve özgürlüklerin gerçekleşmesi gelmektedir- hemen yanımızda duracak güçlü bir ortağa ihtiyacımız var.” [Alman Radyosu İnternet Sitesi. 21.02.2005] Aynı gün Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’la görüşmesinde şunu söylemişti: “Aramızda bazı ihtilaflar meydana gelse de şimdilik bunları bir tarafa bırakmalıyız.” [Aynı kaynak]
Eski Amerikan başkanı Obama’nın ve Bush ve Obama dönemlerinin Eski Savunma Bakanı Robert Gates gibi üst düzey sorumlularının diliyle itiraf edildiği gibi Amerika Irak ve Afganistan’da da başarılı olamadığını ifade etmek zorunda kalan direnişle karşı karşıya kaldı. Robert Gates bundan sonra Amerika’nın aynı anda iki savaşa birlikte girmeyeceğini ifade etmişti. Amerika 2008 yılında Irak’tan çekilme ve Afganistan’dan çekilmeye hazırlanma kararı almıştı. Bu durum 2008’in Ağustos’unda Rusya’ya Abhazya ve Güney Osetya’yı koparmak için Gürcistan’a yönelik askerî operasyon yapma cesareti vermişti. Amerika operasyonu izlemek durumunda kalmıştı. İşte bu meseleler Amerika’nın birinci devlet konumunun sarsıldığının göstergeleridir. Son olarak Amerika itibarının daha fazla sarsılmaması için Afganistan’dan askerî varlığını çekmek üzere Taliban Hareketi ile bir anlaşma yapmak durumunda kaldı (29.02.2020). Amerikan Başkanı Trump twetter hesabından yaptığı paylaşımda şöyle söylüyordu. “Amerika Ortadoğu’daki savaş ve bekçilik nedeniyle 8 milyar dolar harcadı. Binlerce askerini kaybetti veya yaralanmalarına neden oldu. Karşı taraftan da milyonlarca insan öldü. Ortadoğu’ya gitmek tartışmasız en kötü karardı.” Benzer bir paylaşımı geçtiğimiz Nisan ayında da yinelemişti. Bütün bunlar Amerika’nın savaş yükünü kaldırmaktan aciz olduğunu ve buna bağlı olarak dünyada birinci devlet olmanın yükünü kaldıramadığını göstermektedir.
Ardından gelen ve onlarca yıldır etkilerinden henüz kurtulamadığı mali kriz Amerika’nın parıltılı söylemlerinin ne kadar boş ve kapitalizminin sorunların çözümünde aciz kaldığını ifşa etti. Bu da Amerika’ya, kapitalizm ideolojisine, galip ve en güçlü devlet olarak çıktığı 2. Dünya Savaşı’nın ardından 1944 yılında kabul ettiği Bretton Woods sistemiyle hegemonya kurduğu dünya mali sistemine olan güveni tümüyle sarstı. 2008 mali krizi patladığında bazı devletler Amerika’dan liderliği almak için harekete geçmiş, Fransa Eski Cumhurbaşkanı Sarkozi mevcut sisteme alternatif olarak yeni bir dünya mali sistemi kurma çağrısında bulunmuştu. Yani Amerika’nın özgür kapitalist sisteminin liderliğinden uzaklaştırılması, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara tahakkümüne son verilmesi, tüm para birimlerinin özellikle petrol ve altın ticaretinin endekslendiği doların tahtının sarsılması çağrısında bulunmuştu. Keza aynı yıl Eski Alman Maliye Bakanı Peer Steinbrück’ün diliyle ifade edildiği gibi Almanya’nın küresel ekonomik krizden ve dünya halklarının yoksullaştırılmasından Amerika’yı sorumlu tutan beyanatları olmuştu. Benzer şekilde Çin, doların tahakkümünü kırmak için altın sistemine dönme çağrısı yapmış ve Rusya ile yerli para birimleri ile ticaret yapma konusunda çalışmalar yapmıştı. Bu örnekler de devletlerin hegemonyası karşısında Amerika’nın devletler arası durumunun sarsıldığına işaret eden göstergelerdir.
Ve İslâm, hassaten Arap beldelerinde devrim dalgasının ve ayaklanmaların patlaması. Bu devrimler ve ayaklanmalar Amerika ve Avrupa’nın ajanlarına karşı başlamıştı. Ve bu devrimler Amerika’yı ciddi ölçüde meşgul etti. Her ne kadar devrimlerin başarıya ulaşmasını engelleyebilmişse de hâlen onu meşgul etmektedir. Şimdiye kadar bin hesap yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Çünkü Amerika şimdiye kadar devrim dalgasını engelleyebilmişse de onu kökten yok edememiş, patlak vermesine neden olan sebepleri ortadan kaldıramamıştır. Bu sebeple her an yeniden bir devrim dalgası ile karşılaşacağını bilmektedir. Bütün bunlar ümmet nezdinde uyanıklığın ve bu süreçte kendisine liderlik yapabilecek samimi uyanıklığa sahip siyasi bir liderlik arayışının artmasına yol açmaktadır. Arap dünyasındaki devrimler eski Amerikan Başkanı Obama’nın ifade ettiği gibi dünya sistemini yani özellikle de dünya sistemine hakim olan Amerika’yı tehdit etmektedir. Nitekim bu ayaklanmalar 2011 yılında Amerikan halkına da ilham kaynağı olmuş, eş zamanlı olarak “Wall Street'i İşgal Et” sloganları eşliğinde sistemin devrilmesi çağrılarına dönüşmüştü.
Amerika, Ukrayna’da Rusya’nın ajanlarını devlet yönetiminden devirmek için birtakım koşulları fırsata dönüştürerek insanları harekete geçirdi. Buna karşılık Rusya, Kırım’a saldırarak onu 2014 yılında Ukrayna’dan koparıp ilhak etti ve burada iki cumhuriyet kurmak amacıyla ayrılıkçı bir hareket başlatmaları konusunda Ukrayna’nın doğusunda bağlılarını kışkırttı. Bu Amerikan politikalarına karşı bir şamar niteliğindeydi. Aynı zamanda Rusya’nın bölgedeki konumunu güçlendirirken 2008 yılında Gürcistan olaylarının ardından Amerika’ya olan güveni sarsıcı bir sonuç doğurdu.
Amerika 90’lı yıllarda dünya ticaret örgütünü kurdu ve Pazar Ekonomisi ve Küreselleşme şeklinde adlandırdığı politikalar sayesinde dünya ekonomisini yönetti. Fakat bütün bu politika ve anlaşmalardan en çok zarar gören ülke kendisi oldu. Ayrıca bütün bu girişimleri ile çelişen yasalar çıkartarak “Önce Amerika” sloganını bayraklaştıran şimdiki başkan Trump döneminde tüm taraflara ekonomi savaşları başlattı. Trump’ın bu sloganı Amerika’nın herkesten ve her şeyden önce kendi çıkarlarını düşündüğü ve çıkarları uğruna her türlü sözleşme ve anlaşmaları bozabileceği anlamına geliyordu. Bu da Amerika’ya ve onun liderliğindeki özgür kapitalist dünyaya olan güveni sarsıcı etkenlerden birisiydi.
Amerika siyasi, ekonomik, askerî vb. kendisinin hazırladığı ve dünya ülkelerine dayattığı tüm anlaşma ve sözleşmeleri bozmaya başladı ve bunların başkalarının çıkarlarını umursamaksızın kendi çıkarlarına uygun olacak şekilde yeniden düzenlenmesi talebini dillendirmeye başladı. Kanada ve Meksika ile yapmış olduğu serbest ticaret anlaşması, Rusya ile yapmış olduğu orta menzilli füzeleri sınırlandırma anlaşması, İran’la yapmış olduğu nükleer programı anlaşması ve çevre anlaşmaları gibi… Amerika UNESCO’dan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden ayrıldı. 35 ülkenin üye olduğu silahsız hava araçlarının müttefik devletlerin hava sahalarında uçuşuna ve bilgi toplama operasyonlarına izin veren Açık Semalar Antlaşması’ndan ayrılma kararında olduğunu açıkladı (21.05.2020). Bu karar Başkan Trump yönetiminin böylesine büyük çaplı bir uluslararası anlaşmadan ülkeyi çektiği en son karardı. Açık Semalar Antlaşması, 1955 yılında Amerikan Başkanı Dwight D. Eisenhower tarafından geliştirilmiş, 1992 yılında imzalanmış ve 2002 yılında yürürlüğe girmiş bir anlaşmaydı. Bütün bunlar dünyanın öfkesini Amerika üzerine yoğunlaştırmakta, bu devletin anlaşma ve sözleşmelere bağlı kalmayacağı noktasında güveni ve inandırıcılığını sarsmaktadır.
Göstermelik de olsa müttefik olarak gördüğü Avrupa’ya saldırı oklarını yöneltmeye, üyelerine birlikten ayrılma çağrısı yapmaya başladı. Nitekim İngiltere’nin birlikten ayrılış kararını destekledi ve diğer devletleri de ayrılmaya çağırdı. Hatta Fransa başkanının bir Amerikan ziyareti sırasında, 2018 yılında İran’la varılan nükleer program anlaşmasından çıkış kararından dönmesi noktasında Amerika’yı ikna etmeye çabaladığında, birliğin kurucusu Fransa’ya dahi ayrılma çağrısı yaptı. Özellikle Almanya ve Fransa gibi Avrupa Birliği’nin etkin ülkelerine saldırmaya başladı. Hatta başını çektiği NATO’dan ayrılma ile tehdit etti. Bu durum NATO zirvelerinde ateşli tartışmalara neden oldu. Bu tehditle GSMH’lerinin %2’sini ödemeleri konusunda baskı oluşturdu. Kendisi mali kriz altında inlerken NATO bütçesinin en büyük kısmını üstlenmektedir. Marshall ve Truman doktrinleri gibi vaktinde Batı dünyasına harcamalar yaparken ve kurtarma projeleri koordine ederken, keza dünyanın başka toplumlarında yardım projelerini finanse ederken şimdilerde kendisi bir kurtarıcıya ve yardım edene muhtaç duruma düşmüştür. Bunlar da Amerika’nın devletler arası konumunun sarsıldığı ve gücüne olan güvenin kaybolduğunu teyit etmektedir.
Amerika kararlarını ciddiye almama ve kendisine karşı çıkmaya başlamaları sebebiyle, öncülüğünü yaptığı müttefikleri olan G-7 ülkeleri ile de şiddetli hasmane tutumlar içine girmeye başladı. Bu da Amerika’nın devletler arası konumunun gittikçe düştüğünü göstermektedir. Başkanı Trump sonunda 31.05.2020 tarihinde G-7 topluluğunu üzerinden çok zaman geçmiş, eskimiş bir topluluk olarak niteledi. Müttefiklerinin tehdidi ile karşılaşınca Amerikan çıkarları doğrultusunda yenilenmesi talebinde bulundu. 2014 yılında Kırım’ı ilhakı sebebiyle kendisinin topluluktan çıkarttığı ve belirli yaptırımlar uyguladığı Rusya’ya katılım çağrısında bulundu. Güney Kore’yi, Hindistan ve Avustralya’yı topluluğa katılmaya davet etti. Tabii ki bunlar, Amerika’ya meydan okumaya ve Kanada’yı saflarına çekmeye başlamış olan Avrupa üyesi ülkeleri karşısında durma konusunda bu ülkeleri kullanmak içindi. Son üç yılda G-7 toplantılarında görüldüğü gibi İtalya, Brüksel, Kanada ve Fransa arasında şiddetli bir atışma ve gerilimler yaşanmaktadır. Almanya, Fransa ve İngiltere bu devletlerin katılımını reddetti. Haziran ayında gerçekleşmesi planlanan zirvede bulunmalarını dahi kabul etmedi. Hatta bu durum Trump’ı zirveyi Eylül ayına ertelemeye mecbur etti. Bu durum da müttefiklerinin ve bütün dünya ülkelerinin gözünde eski prestijini ve ağırlığını kaybettiğine işaret ettiği gibi diğer devletlerin de Amerika’nın devletler arası konumunun sarsıldığını idrak ettikleri, buna bağlı olarak meydan okumaya kalkışabildiklerine işaret etmektedir.
Yine 1959 yılında bizatihi kendisinin başlattığı, konunun taraflarını ve dünyayı kabul etme noktasına getirdiği Filistin’de iki devletli çözüm projesini ortadan kaldıracak işlere girişmiştir. Altmış yıldır tüm ağırlığını koyarak verdiği uğraşının ardından bu projenin başarısızlığı ortaya çıktı. İngiltere’nin Lübnan benzeri Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte yaşayacağı laik ve demokratik tek devletli çözüm projesini akamete uğratmıştı. Öyle ki İngiltere Amerika’nın iki devletli çözüm projesini kabullenmiş hatta bunun gerçekleşmesi için BM, AB ve Rusya ile birlikte Ortadoğu Dörtlüsü diye adlandırılan bir inisiyatif oluşturarak başına da Eski Başbakan Tony Blair’i getirmişti. Amerika 28.01.2020 tarihinde Yüzyılın Anlaşması projesini duyurdu fakat hiçbir devlet desteklemedi. Avrupa çok açık bir şekilde karşı olduğunu bildirdi. Keza Rusya da. Bu, büyük devletlerin Amerikan projelerine karşı durmaya başladıklarına, şimdiki durumun eskiden olduğu gibi her devletin projelerine boyun eğmediğine işaret etmektedir.
Ve son olarak baş gösteren korona krizi de Amerika’nın hastalıklı bünyesini açığa çıkardı, bu krizi idare edemediğini gösterdi. Kriz yönetimindeki başarısızlığını, sorumluluğu Çin’in üzerine atarak ayıbını gizlemeye çalıştı. Hâlbuki Çin’de bu salgın ortaya çıktıktan sonra salgınla mücadele tedbirlerini almak için iki aylık bir zamanı vardı. Salgını hafife aldı, tehlikesinin boyutunu ön göremedi ve nasıl mücadele edeceği ve önlemler alacağı konusunda aciz kaldı. İlk vaka 2020 Şubatı’nın başında görüldü ve yayılmaya başladı. Fakat Amerika Mart ayının ortalarından itibaren ülkeyi dünyaya kapatmaya henüz başladı. Sağlık sistemi ve tıbbi malzeme açısından yetersizliği ortaya çıktı. Tıbbi malzeme temini için diğer devletlerle çatışma içine girmesi dünya kamuoyu nezdinde güveninin sarsılmasına yol açtı. Zaten ekonomik krizle boğuşan Amerika bu salgınla birlikte ekonomik açıdan daha da büyük zarara uğradı ve çöküşe geçti. Ülkeyi dünyaya kapatmasının neden olduğu maddi zarar belini büktü, buna rağmen kendisini koruyamadı. Hastalığın en çok görüldüğü ülkeler arasına girdi. 2.5 milyonu aşkın vaka meydana geldi. Bizatihi Amerikalı kaynaklar sayının bununla sınırlı olmadığı, raporlanmayan milyonlarca vakanın olduğunu bildiriyor. Keza ölüm vakalarının da en çok görüldüğü ülke Amerika oldu. 26.06.2020 tarihi itibarıyla rakamlar 126.000’i gösteriyordu. Bütün bunlar dünyada birinci devlet olan Amerika’nın gücüne olan güveni sarsmaktadır. Normal şartlarda en güçlü olanın en az zararla krizi atlatması beklenirdi.
İşsizlik rakamlarına gelindiğinde, tarihinde benzeri görülmemiş sayıya ulaştı. 07.05.2020 itibarıyla işsizlik oranı %20’lere ulaştı. Yani ülke 2008 mali krizinde görülenden daha kötü bir duruma düştü. Trump salgın öncesi işsizlik oranının %3,5 seviyelerine gerileyeceği müjdesini veriyordu. Bazı ekonomistler Amerika’da Nisan ayı itibarıyla 28 milyon iş kaybının oluştuğunu tespit etmektedirler. Durumun vahametinin anlaşılması için bir karşılaştırma yapılacak olursa 2008 mali krizi sebebiyle 8,6 milyon iş kaybı yaşanmıştı. Dolayısıyla şimdiki durum karşılaştırmaya esas olan mali kriz rakamlarını fersah fersah aşmış durumdadır. Ve karşılaştırma için 1930’daki büyük buhran rakamlarına dönmeyi gerektirmektedir. 2008 mali krizinin yaralarını sarmak için düşürmek mecburiyetinde kaldığı faizleri geçtiğimiz yıllarda %2 dilimlerine kadar yükselttikten sonra şimdilerde bu oran sıfıra düşmüştür. Yoksulluk daha da artarak yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 24.05.2020 tarihi itibarıyla 43 milyon kişiye ulaşmıştır. Bu rakam elli yıl önceki rakamları katlamış durumdadır. Amerikan CNBC kanalının verdiği bilgilere göre Amerikan şirketlerinin borçlarının toplamı 2009 yılının ortalarından itibaren %78 artış göstererek 2019 sonu itibarıyla 6,6, trilyon dolara ulaştı. Moody's “Korona virüsün daha önce görülmemiş ölçüde ekonomik krize neden olacağını” bildirdi. [el-Arabiya, 31.03.2020] Bütün bunlar Amerikan ekonomik krizinin çok derin olduğuna işaret etmektedir. Amerikan ekonomisi 2008 krizinden kurtulamadığı gibi geçtiğimiz yıllarda derinleşerek artmıştır. Ve Amerika devasa paralar pompalamasına rağmen çöküş yaşayan ekonomisini kurtarmayı başaramamıştır. Problem daha da kabarmış, Obama döneminde Amerikan borçları 10 trilyon dolardan yaklaşık 20 trilyon dolara çıkmıştır ve hâlen borçlanma yükselme göstermektedir. Şu anki borcu 27 trilyon dolara ulaşmıştır. Yani korona virüs salgınının etkilerini hafifletmek için yapılan harcamalar 2008 mali krizinin zirvede olduğu önceki dönem miktarından 5 kat daha fazladır. [Uluslararası Arap Ekonomi Dergisi, 06.05.2020] Bu beklentiler Moody's ajansının verdiği bilgilerle de örtüşmektedir. Nitekim Moody's bünyesinde çalışan büyük ekonomistlerden biri olan Mark Zandi şu değerlendirmeleri yapıyor: “Şayet (Amerika’da) şirketler yaz sonu girmeden önce normal çalışma durumuna dönmezse emlak kredisi borçlularının %30’u yani 15 milyon aile borç ödemesini durduracak ve emlaklarını kaybedecekler.” Zandi bugünkü durumun 12 yıl önce yani 2008’de patlak veren ve küresel mali krize ve derin ekonomik düşüşe neden olan mortgage krizinden çok daha tehlikeli ve ciddi olduğunu ilave ediyor. Yine Amerikan Pennsylvania Üniversitesi İş Dünyası Fakültesi Profesörü Susan Washt şu anda emlak kredi borç hacminin 2008 yılındaki borç hacminden kat kat fazla olduğunu söylüyor. “Sadece 2019 yılında 433 milyar dolar olan kredi borçlanma miktarı 9,56 trilyon dolara ulaşmıştır.” [Rus Novosti Ajansı]
Bu sebeple birçok sorumlu, düşünür ve siyasi Amerika’nın karşı karşıya olduğu tehlikeler konusunda uyarılarda bulundu. Amerikan Başkanı Trump şunu söyledi. “Korona virüsü 1941 yılındaki Pearl Harbor saldırısından daha kötüdür. Bu salgın 2011 yılında meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef alan saldırılardan daha kötüdür.” [AFP, 07.05.2020] Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Amerikan Wall Street Journal’da 04.04.2020 tarihinde yayınlanan makalesinde şu değerlendirmeleri yaptı. “Korona virüs dünya sistemini sonsuza dek değiştirecek.” Amerikalı iş adamı George Soros ise şu tespiti yapmaktadır. “Kuşkusuz korona virüs uygarlığımızı tehdit etmektedir. Ve bu virüs uygarlığımızın tarihinde şahit olduğu en büyük krizdir. Bu virüs kesinlikle büyük bir problemdir. Salgının başladığı andaki duruma hiçbir zaman dönemeyeceğiz. Bu kesin. Ancak kesin olan bir başka şey ise her şeyin tartışma ve çatışma konusu olacağıdır. Hiç kimsenin kapitalizmin nasıl gelişeceğini bildiğine inanmıyorum.” [The Independent, 12.05.2020 tarihinde yayınlanan röportaj] Hastalıklarla Mücadele Merkezi Eski Müdürü Tom Friedman 06.05.2020 tarihinde Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada şu uyarıda bulundu. “Amerika’nın yeni korona virüse karşı uzun soluklu ve zor bir savaşa hazırlıklı olması gerekiyor… Hükümetin Birleşik Devletler ve dünyaya büyük zarar vermiş olan korona virüsü yenmek için, aşıyı buluncaya kadar uzun vadeli bir savaşa hazırlıklı olması gerekiyor. Beklenmedik bir gelişme olmazsa düşmanımız virüs birkaç ay veya birkaç yıl bizimle birlikte olmaya devam edecek. Kesinlikle Covid-19’la mücadelemiz uzun ve zor olacak.”
Diğer bir mesele de Amerikan iç siyasetindeki parti bölünmüşlüğü ve seçim zaferi noktasında partilerin aşırı hırslarıdır. Bedeli ne olursa olsun partiler birinci veya ikinci eyaletlerde başkanlık yarışını kazanmak için aşırı hırs göstermektedirler. Örneğin Trump demokrat rakibi karşısında kendisine destek vermesi için Ukrayna’nın müdahalesini talep etmiş, Uygur Müslümanlarının hak ihlallerini görmezden gelme karşılığında Çin’den başkanlık seçimlerinde kendisini destekleme talebinde bulunmuştur. Keza başkanın önemli makamlarda bulunan yardımcıları ile koordinasyon eksikliği açığa çıkmış, sonra görevden alarak onlara saldırıda bulunmuştu. Onlar da Trump’ı başkanlık makamına layık olmadığı noktasında itham etmişlerdi. Bu türden örneklerin sonuncusu kaleme aldığı bir kitapta Başkan Trump’ın ifşaatlarına yer veren Eski Ulusal Güvenlik Müsteşarı John Bolton’dur. Bütün bunlar Amerika’yı insanların gözünden düşürmüştür. Artık Amerika’da devlet adamı krizi açığa çıkmıştır.
Amerikan toplumunda kökleşmiş ırkçılık meselesi patlak vermiştir. 25.05.2020 tarihinde Amerikan polisinin siyahi bir vatandaşı boğarak öldürmesinin ardından gösteriler başlamıştır. Bu hadise Amerika’da ırkçılığın kirli yüzünü ve farklı renkler, ırklar ve milletlerden oluşan toplumu bir potada eritmede başarısızlığını ifşa etmiştir. Halk değişim için sermaye sahiplerinin hegemonyasına karşı 2011 yılında “Wall Street'i İşgal Et” sloganıyla başlatılan gösterilerin akabinde kurulmuş olan Antifa gibi yeni örgütlenmelere yönelmektedir. Zira Amerikan halkı esasen kendilerini yöneten, üzerlerinde tahakküm oluşturanların ve servetlerini sömürenlerin New York’taki Wall Street borsasında yatırımları bulunan devasa servet sahiplerinin olduğunu anlamıştır. Nitekim göstericilerin dile getirdikleri gibi Amerika’daki zenginler halkın %1’lik bir dilimini oluşturmalarına rağmen servetin %99’una sahiptirler. Göstericiler bu durumu “Wall Street'i İşgal Et” sloganıyla ifade etmişlerdir. Göstericiler ırkçılığın sembolü olan isimleri devirmeye başladılar. Nitekim 11.06.2020 tarihinde ırkçılık karşıtı protestolar sırasında göstericiler Amerika’nın Minnesota eyaletindeki St. Paul şehrinde bulunan İtalyan kâşif Kristof Kolombun heykelini devirdiler.
Küstah Amerikan polisinin siyahi bir vatandaşı boğarak öldürmesi ırkçılık karşısında Amerika ve dünyayı harekete geçirdi. Kapitalist sistemin toplumun her türlü farklılığını, ırkçılığı körükleyerek bütün alanlarda sistematik olarak üzerlerinde uyguladığı zulüm karşısında harekete geçmeleri konusunda cesaretlendirdi. Kapitalist sistem insanları renkleri üzerinden ayırdığı gibi zengin fakir arasında da ırkçılık yapmaktadır. Zenginler özel muamele görürken ve her platformda saygın iken fakirler aşağılanıyor ve saygı görmüyorlar. Keza kapitalist sistem ırklar arasında da ırkçılık yapmaktadır. Ülkedeki çoğunluğu oluşturan ırk diğer ırklar üzerinde tahakküm kurmakta ve kültür, gelenek ve görüşlerini dayatmaktadır. Benzer şekilde din ve mezhepler arasında da ırkçılık yapmaktadır. Çoğunluğu oluşturan egemen din mensupları diğer din mensuplarına ve özellikle de Müslümanlara karşı kötü muamelede bulunmaktadır.
Amerika’da ırkçılığın devam etmesinden yakınan New York Eyalet Valisi Andrew Coumo “Irkçılık bizde köklü ve müzmin bir problemdir.” dedi. “İnsanların çoğunda köklü bir husus var ki o da bu ırkçılığın sonra erdirilmesidir. İnsanların renklerinden dolayı öldürülüyor olmaları gerçek bir problemdir. Bu Amerika’yı büyük bir devlet mi yapıyor? Buna inanmıyorum.” İngiliz sömürgesinin ülkelere ulaştığı dönemden ve kurulduğu ilk günden beri Amerika’nın ırk ve etnik ayrımı üzerine kurulu olduğu bilinmektedir. Beyaz Avrupalılar özellikle zengin beyaz Protestan Anglosaksonlara bütün alanlarda imtiyazlar verdiler. Ortadoğu ve Asya ülkelerinde göçmenler ırkçı ayrımcılığa maruz kaldıkları gibi Protestan olmayan Avrupalı göçmenler de 20. yüzyılın başlarına kadar ırkçı ayrımcılığa maruz kaldılar. Keza Müslümanlar da hâlâ ayrımcılığa maruz bırakılmaktadırlar. Siyahiler ise hiçbir hakları olmayan kölelerdi. 1863 yılının başlarında kölelerin azat edilmesi ve köleliğin kaldırılmasından sonra da siyahiler köle benzeri bir statüde kalmaya devam ettiler. Günümüze kadar her yerde ve platformda aşağılanıyor, kötü muameleye ve ırkçı ayrımcılığa maruz bırakılıyorlar. Tam bu noktada Amerika’nın yerlilerin kafatasları ve iskeletleri üzerine kurulduğunu hatırlamak gerekir. Tam bir soykırımdan geçirilerek acımasızca katledildiler. Öldürülenlerin sayısı on milyonlara ulaştı. Bir de bu barbarlıklarıyla övünerek Hollywood filmlerinde o insanları sığır çobanları olarak tasvir edip, sanki cinayetlerinde haklıymış, öldürülmeleri gereken vahşi insanlarla karşı karşıya imiş gibi göstermektedirler.
Kibir ve gururda, ırkçı ayrımcılık noktasında Amerikan sisteminin gerçek yüzünü temsil eden Trump, Amerikan ordusunun gösterileri bastırmasını istedi. Gösterileri devlete karşı girişilmiş bir kalkışma olarak görüyordu. Fakat Savunma Bakanı Mark Esper 03.06.2020 tarihinde Trump’ın bu talebini reddederek isyan kanununu işletmeyi desteklemediğini ifade etti. Savunma Bakanı siyahi Floyd’un öldürülmesini “ürkütücü bir cinayet” olarak niteledi. Ve “Irkçılığın Amerika’da bir gerçeklik olduğunun” altını ısrarla çizdi. Amerikalıların, sahip oldukları kapitalist fikirlerle kesinlikle ırkçı ayrımcılıktan kendilerini kurtarmaları mümkün olmayacaktır. İnsanlar arasında hiçbir ayrım yapmayan ve her türlüsünü kati biçimde haram saymış olan İslâm’ı kabul etmekten başka kurtuluşları yoktur. İslâm Devleti takva üzere ve siyah ile beyazın arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanların eşitliği temelinde bina edilmiş bir devletti. İslâm’da fikrî liderlik ırk, renk ve kavim farklılığına rağmen tüm toplumları potasında eritebilen başarılı yegâne fikrî liderliktir. Râşid bir Hilâfet olarak yeniden kurulduğunda bu konuda geçmişte başarılı örnekler verdiği gibi Allah’ın izni ile daha fazlasını başaracaktır.
Meşhur Amerikalı düşünür Noam Chomsky ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında şu değerlendirmelerde bulunuyor: “ABD, iklimsel değişimin yol açtığı tehlikeleri görmezden gelmesi bir yana korona virüsle mücadelede bütünlüklü bir stratejiden ve herkes için sağlık güvencesinden yoksun olduğundan felakete sürükleniyor.” Korona virüsten en çok zarar görmüş olmasını ülkesinde koordineli yönetimin bulunmayışına bağlıyor. “Beyaz Sarayı sosyolojik olarak hastalıklı, paranoyaya kapılmış, iktidarından ve seçim kazanımlarından başka bir kaygısı olmayan bir adam idare ediyor. Onun, büyük servetlere sahip ve önde gelen iş adamlarından oluşan tabanını desteklemeyi sürdürmesi gerekiyor.” Ve Chomsky şöyle devam ediyor. “Bu salgından büyük bedel ödeyerek çıkacağız ama biz asla iklim değişikliğinin yol açtığı olumsuz etkiler, kutuplarda buzulların erimesi ve denizlerin yükselmesinden kurtulamayacağız. Bunlar karşısında ne yapacağız? Her ülke bir şeyler yapıyor. Ancak yeterli ölçüde değil. ABD kendine göre fazlasını yapıyor. Bir çevre felaketini daha az hasarla atlatmayı sağlayacak kanuni düzenlemeler ve programları kaldırarak yıkılışa doğru gidiyor.” “İçinde bulunduğumuz durum bu ama bu durumu değiştirmek mümkün. Hali hazırda hesaplaşmayı kollayan güçler var. Sorulması gereken soru şudur: Bu güçler gelecekte (krizlerden) nasıl çıkacaklarının bilgisine sahip mi? İşte dünyanın geleceğini belirleyen de budur.” [France-Presse, 25.05.2020]
Avrupa özellikle de Almanya ve Fransa Ukrayna konusunda Amerika’ya meydan okumaya başladılar. Rusya’yı Amerika’nın Ukrayna’yı silahlandırma projesini reddettiler. Amerika Rusya’yı Avrupa ile vurmak, aralarında kendisinin yararına olacak bir savaş durumu var ederek taraflar arasında ara bulucu rolü üstlenebilmek için Ukrayna’yı silahlandırmak istiyordu. Almanya ve Fransa 2015 yılında Minsk’te Ukrayna meselesini barışçıl yollarla çözüme kavuşturma konusunda anlaşma imzaladılar. Keza Almanya, Yunanistan üzerindeki borçları kaldırması konusundaki Amerikan talebini reddetti ve Yunanistan üzerinde Avrupa Birliği adına sıkı kemer sıkma politikaları uyguladı. Yunanistan 2015 yılında ağır bir mali kriz yaşıyordu. Borçlarının oranı milli üretimin toplamının %200 katına ulaşmıştı. Almanya Yunanistan’ı katı bir mali ve siyasi denetim altına aldı. Son zamanlarda Amerika ile Almanya arasında gaz hattı üzerinde bir çatışma gerçekleşti. Alman parlamentosunda enerji komisyonu üyesi Klaus Ernst şunları söyledi. “Bu meselede ABD’nin tavrının dost işi olduğunu düşünmemiz gerekmiyor. Bilakis bu Almanya ve AB’nin egemenlik haklarına yönelik bir saldırıdır.” [Rus Novosti Ajansı, 05.06.2020] Yine Alman Ekonomi Bakan Sözcüsünden şöyle söylediği nakledilmiştir. “Berlin, Amerika’nın sınır aşırı cezalarını kesin bir şekilde reddetmektedir. Ülkesi bu konudaki Amerikan tutumlarını dikkatle gözetleyerek bir kenara not etmektedir.” Bu açıklama, Amerikan kongresinde üyelerin Almanya’nın, Rusya’dan Almanya’ya Baltık Denizi’nin altından gaz pompalayacak “Kuzey Akım-2” Alman projesine karşı yeni cezalar getiren bir paketin sunulmasının hemen akabinde yapılmıştır. Hattın yıllık taşıma kapasitesi 55 milyon m³ gaza ulaşıyor.
Fransa; Rusya, Çin ve Amerika ile mücadele için 2018’in Kasım ayında Cumhurbaşkanı Macron’un Amerikan Başkanı ile yaptığı görüşmede Başkan Trump’ı kızdıran Avrupa Ordusu kurulması çağrısını yeniledi. Ardından Almanya Fransa’nın bu çağrısını desteklediğini açıkladı. AB böyle bir ordunun kurulması için yıllık 5 milyar bütçe belirledi.
Bütün bunlar dünyada birinci devlet olan Amerika’ya karşı meydan okumaların arttığını göstermektedir. Amerika acziyetini ve zaaflarını açığa vuran, kapitalist ideolojinin başarısızlığını ifşa eden her kriz sonrası daha fazla çöküşe doğru gitmektedir. Amerikan düşünür ve siyasilerin bütün bunlar karşısındaki çaresizliği Amerika’yı birinci devlet konumundan alaşağı edecek büyük bir depremin yaklaşmakta olduğunun göstergeleri niteliğindeki artçılardır. Ne var ki birinci devletin merkezini dolduracak bir aday devlet de henüz yoktur. Etki gücü noktasında birbirleri ile yakınlaşan büyük devletler olarak kalmaya devam edeceklerdir. Ve bu durum dünyanın idaresi noktasında birinci devlet tarafından oluşturulmuş devletler arası bir boşluğu meydana getirmektedir. İşte bu durum Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “…Sonra Nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet olur.” hadisinde haber verdiği müjdenin Allah’ın izni ile gerçekleşmesinin, hayrın ve hidayetin dünyanın dört bir yanına yayılmasının yakın olduğuna işaret etmektedir.
Allah Subbhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[وَعَدَ اللّٰهُ الَّذينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناً يَعْبُدُونَني لَا يُشْرِكُونَ بي شَيْـٔاً وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ] “Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere kendilerinden öncekileri yaptığı gibi onları da yeryüzünün halifeleri yapmayı, onlar için seçmiş olduğu dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlamayı, şu andaki korkularını güvenliğe çevirmeyi vadetti. Çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.” [Nur Suresi 55]
M. 27 Haziran 2020