Yahudi varlığının 7 Ekim’den bu yana sürdürdüğü katliam, birçok insan tarafından anlamlandırılmaya çalışılıyor. Yeni dünya düzeninden umutlu olanlar, yöneticilerinin uluslararası topluma seslenmesinden etkilenerek bu küresel düzenden bir çözüm bekleyenler, bu düzenin böylesi büyük bir katliamı engelleyememesi karşısında dumura uğradılar. Yaşadıkları bu hayal kırıklığına bir açıklama getirmek zorunda hissettiler.
İşte bu açıklamalardan, bu mazeretlerden birisi de “‘İsrail’ ABD’yi kontrol ediyor!” oldu. Bu, ilk bakışta basit bir hata olarak görünebilir. Siyaseti okuyamamaktan, devletlerarası durumu ve ilişkilere hâkim olamamaktan ortaya çıkmış basitçe hatalı bir yorum olarak okunabilir. Ancak işin aslı hiç öyle değil.
Öncelikle “İsrail”in ABD’yi kontrol etme olasılığını değerlendirelim.
Adına “İsrail” denilen işgalci varlığın temelleri 1917 yılında İngilizler tarafından atıldı. İngilizler Avrupa’da sorun oluşturan Yahudileri gruplar halinde Filistin’e göndermeye başladı. Onları engelleyen, bir avuç toprağı dahi vermemek için vücudunu ortaya koyan bir Halife Abdülhamid de olmadığı için bunu yapabildiler. Bu yerleştirmeyi yaparken Yahudilere bir devlet vadettiler, ellerine silah verdiler, Filistin’i işgal etmelerini fısıldadılar. Sonrasında bu silahlı “yerleşimciler”, çeteler halinde mübarek toprakları işgal etmeye başladı.
Katliamlar, soykırımlar ve işgaller sonrasında adına “İsrail” denilen işgalci varlık, 1948 yılında Müslümanların kalbine hançer olarak sokuldu ve tekrar çıkarılmaması için 76 yıldır tüm Batı tarafından ölüm-kalım meselesi olarak korunuyor.
Tarihî serüvenine baktığımız zaman “İsrail”, İslâm Devleti’nin tekrar ikame edilmesinin önüne geçmek için Batılı sömürgeciler tarafından yoktan üretilmiş işgalci bir varlık olarak önümüze çıkıyor. İşte bundan fazlası da değildir. Yahudiler de bundan fazlası değildir. ABD’de var olan “Yahudi lobisi” de bundan fazlası değildir. Dünyayı kontrol ettiği söylenen, komplo teorilerine sık sık konu olan “Yahudi aileler” de bundan fazlası değildir.
“İsrail” denilen varlık, Batılı sömürgeciler tarafından oluşturulmuş bir duvardır. Bu duvarın amaçladığı iki konu vardır: Biri; Müslümanların İslâm Devleti’ne ulaşıp “İsrail”in sahiplerinin çizdiği sınırları kaldırdıktan sonra yeniden tek ümmet haline gelmesini engellemek, diğeri ise tüm bu oyunun gerçek azmettiricisini gizleyecek bir “günah keçisi” olmak.
Yahudi varlığı, Müslümanların İslâm Devleti’ne ulaşmasını nasıl engelliyor? Bu devlete ulaşma potansiyeli oluşan her yerde en ağır yıkımları ve katliamları gerçekleştiriyor. Nitekim mübarek Filistin ve Gazze halkı ile mücahitler buna bir örnektir. Ayrıca, Müslümanların takip ettiği devlet yöneticilerini, âlimlerini, örgüt ve grup liderlerini aşağılamak, onlara karşı üst perdeden konuşmak ve bu meydan okumaları karşısında ezik durumda kalmalarını sağlamak da sıkça kullandığı yöntemlerden biridir. Nitekim bunu, 7 Ekim’den sonra katil Netanyahu’nun bölgedeki 57 yöneticiye “çenenizi kapatın” şeklinde seslenmesi ve 57 yöneticinin de buna tam bir teslimiyetle uyması açıkça göstermektedir.
Büyük şeytanı gizleyen bir günah keçisi olma özelliğine gelince; devleti elinden alındığından bu yana katliamlar, açlık ve zulüm ile mücadele eden bu güzide ümmet, yöneticilerinde gördüğü bu eziklik karşısında hiçbir şey yapamaz hâle gelmiştir. Yöneticilerinden yana ümitleri kalmayan ümmet, yüzünü âlimlerine dönmek zorunda kalmıştır. Ancak, siyasi basiretten yoksun saray âlimleri, ümmetlerine ehven-i şer, tedricilik ve sabır gibi dinî terimleri tevil ederek onları sakinleştirmeyi hedeflemiştir.
Yöneticilerinden kurtulmak isteyenlere “Elimizdeki en az kötü bu, o yüzden desteklemek üzerinize farz!” yalanını sundular. Yine de ikna olmayanlara “Bak bu yönetim, küfür sistemine dahil oluyor ama amacı yavaş yavaş İslamî sistemi getirmektir.” yalanını sundular. Bunu da yutmayanlar için “sabır” terimini tevil ettiler. Dediler ki: “Bu durumumuz, bu içler acısı halimiz bizim düzeltmeye gücümüzün yetmeyeceği bir iştir. O yüzden Müslümana düşen sabredip, namaz kılıp dua etmektir.”
Bu noktada ümmete, siyasi basiretinin kaybolmasından faydalanarak Yahudilerin korkusu salındı. Bu korku, hadiste Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bahsettiği "vehn"den başkası değildir:
[يُوشِكُ الْأُمَمُ أَنْ تَدَاعَى عَلَيْكُمْ كَمَا تَدَاعَى الْأَكَلَةُ إِلَى قَصْعَتِهَا"، فَقَالَ قَائِلٌ: وَمِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: "بَلْ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ، وَلَكِنَّكُمْ غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْزِعَنَّ اللَّهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ، وَلَيَقْذِفَنَّ فِي قُلُوبِكُمُ الْوَهْنَ"، فَقَالَ قَائِلٌ: يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا الْوَهْنُ؟ قَالَ: "حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيَةُ الْمَوْتِ"] "'Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.' Birisi, 'Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?' dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem buyurdu: 'Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.' Yine bir adam, 'Vehn nedir ya Rasulullah?' diye sorunca, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: 'Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.'"
Bu korku, Müslümanları gerçeklikten kopardı, komplo teorilerinin saldırılarına açık hâle getirdi.
Yurtsuz, vatansız, korkak Yahudiler, “işgalci Yahudiler” oldu.
Sonrasında, hain Arap yöneticiler tarafından onlara hediye edilen sahte zaferler sayesinde “yenilmez Yahudiler” oldu.
Sonrasında, “dünyanın en güçlü ordusu” oldu.
Sonrasında, “dünyanın en güçlü devleti ABD’yi yöneten Yahudiler” oldu.
Sonrasında, “dünyayı yöneten Yahudiler” oldu.
Siyasi basiretini kaybetmiş ümmet, kendine yenilmesi imkânsız bir düşman oluşturmuş oldu. Oysaki siyasi basiret ve siyasi tefekkür, bunların tam tersini kanıtlar.
Siyasi basiret, Müslümanın kalbine vehn, yani kâfirlerden korkma düşüncesinin girmesine engel olur. Bu sayede Müslüman, Rabbinin sözlerini bu bakış açısıyla incelemeye başlar. Rabbinden, Yahudilerin korkak bir millet olduğunu, arkalarına aldıkları diğer kâfirlerin destekleri olmadan hareket edemeyeceklerini haber verir.
Siyasi basiret, Müslümana bu dinin sadece bir din değil, bir ideoloji olarak geldiğini, bir hayat nizamı olarak geldiğini gösterir. Bu sayede, savaş açtığı şeyin sadece diğer dinler olmadığını, hayata dair hâkimiyet iddia eden her fikre karşı savaş açtığını gösterir. Böylece Müslüman dünyayı inceler, İslâm’ın devleti olmadığı zaman hayata hâkim olmadığını, günümüzde Kapitalizm’in hâkim olduğunu ve onun temsilcisinin ABD olduğunu görür.
ABD’nin kendi varlığına tehlike olarak gördüğü tek olasılığın yeniden bir İslâm Devleti’nin kurulması ve ümmeti tek bayrak altında toplaması olduğunun hakikatine erişir. Bunu engellemek için tarihin gördüğü en acı katliamları, ABD'nin ya kendi eliyle ya da “İsrail” gibi maşalarının elleriyle gerçekleştirmesinin önemsiz olduğunu anlar.
Bu katliam yönteminin yanında, ona göre bu tehlikeyi engellemek için şu 3 adımı gerçekleştirmesi gerektiğini görür:
Müslümanları siyasetten nefret ettirmek,
Siyasetle ilgilenen Müslümanlara, “İsrail”in yenilmesi imkânsız bir düşman olduğunu kabul ettirmek,
Duyguları ve akılları bunlarla meşgul olan ümmetin evlatlarını özgürlük, demokrasi ve milliyetçilik gibi fikirlerle zihinsel işgale uğratmak.
İşte bizim asıl savaşımız budur.
İmkânsızlıklar içerisindeki bir halkı ve sayısı çok az olan bir grup mücahidi Gazze’de aylardır yenemediler. Bu eziklik ile kendilerine sahte bir zafer elde etmek için Lübnan’a yöneldiler, fakat yine de yaşadıkları hezimeti unutturamadılar.
Afganistan’da ve Irak’ta aynı hezimeti yaşadılar. Bizi savaşla ve katliamla yenemeyeceklerini biliyorlar. Buna rağmen kâfirler, kendilerince büyük tehditler savurarak Müslümanları sindirmeye çalışıyor. Nitekim ABD’nin müstakbel başkanı Trump’ın şu açıklaması bunun açık bir örneğidir:
"Rehineler 20 Ocak'ta, ben gururla ABD Başkanlığı görevini devralacağım tarihten önce serbest bırakılmazsa, Orta Doğu'da ve insanlığa karşı bu katliamları yapanlara cehennemi yaşatacağım." Ne var ki bu tür tehditler, gözü pek mücahitler için beyhude çabalardır. Müslümanlar şehit olmak için savaşırlar; kâfirler ise hayatta kalmak için.
Mücahitlerin durumu böyleyken, ümmetin geneli için şu gerçek gizlenemez bir boyuttadır: Tüm Müslümanlar olarak siyasi işgal altındayız. Fikirsel işgal altındayız. Daha doğmamış neslimiz, umutlarımız ve hedeflerimiz bizden alınıyor.
İşte bu işgali fark ettiğimiz zaman, siyasi basiretimizi yeniden kazanıp, bu satranç tahtasında bir piyon olmaktan çıkıp oyuncu olmaya geri döneceğiz, biiznillah.