Cenevre görüşmeleri ile başlayan, Astana ve Soçi görüşmeleriyle devam eden Suriye konulu görüşme ve zirvelerin son ayağı 7 Eylül’de Türkiye, İran ve Rusya’nın katılımıyla Tahran’da İdlib gündemiyle gerçekleşti. Suriye Devrimi boyunca geçen 7 yıllık zaman diliminde gizli otel odaları görüşmelerinin haricinde 8 Cenevre, 7 Astana, 2 Soçi, 1 Tahran zirveleri olmak üzere toplam 18 görüşme gerçekleştirildi. Muhlislerin “Eş-şa’b yurid ıskat’en nizam” sloganıyla yaktıkları devrim ateşi, tüm ülkeyi hızla sararken bu slogan, kısa bir zaman içinde zalim Esed’in sarayına kadar ulaşmıştı. Çok hızlı bir şekilde, Şam çevresine kadar ulaşan devrim ateşi, başta ABD olmak üzere tüm Batı’yı fazlasıyla tedirgin etmeye yetmişti. İşte bundan sonra devreye giren bu güçler, zirveler, görüşmeler yoluyla önce Rejimin devrilmesini engellendiler. Sonrasında ise Rejimin toparlanmasına fırsat oluşturdular. Suriye Devrimini bitirmek için devletlerarası arenada gerçekleşen ilk görüşme 30 Haziran 2012’de Cenevre’de gerçekleşti ki bu “1. Cenevre” olarak kayıtlara geçti. Bu görüşmelerde temelde;
-Suriye halkının ihtiyaçlarını karşılayacak isteklerine cevap verecek şekilde anayasa ve yargıda revizyon yapılması,
-Geçiş hükümetinin oluşturulması,
-Çok partili serbest seçimlerin yapılması,
-Oluşturulacak geçiş hükümetinde Suriyeli kadınların da temsil edilmesi hususlarını kapsıyordu.
Her ne kadar ileri sürülen bu maddeler, o gün kabul edilip uygulanamadıysa da, 1. Cenevre görüşmesinden 8. Cenevre görüşmesine, 1. Astana görüşmesinden 7. Astana görüşmesine yine Soçi ve de Tahran görüşmelerinin nirengi noktası hep bu minvalde gerçekleştirildi. Yine ABD, Rusya ve Batılı ülkelerin; BMGK’nin 2254 sayılı Suriye kararının özü olan Rejimin bağımsızlığını, yani devamını sağlamada baştan bu yana mutabık kaldıkları en önemli noktaydı. Daha sonra gerçekleşen Cenevre ve diğer zirvelere bir takım yeni maddeler eklenip çıkarılsa da esasta bu maddeler, Rejimin korunması etrafında bütünleşmekteydi. Tabii, buradaki görüşmelerin yapılma kastı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Rejime zaman kazandırmak, toparlanmasını sağlamak ve bekasını devam ettirmektir. Yapılan her zirve sonrasında Rejim, gücünü biraz daha tahkim ederek kaybettiği sahaları tekrar aldığı gibi hiçbir değer ve ölçü tanımaksızın tarihe kara bir leke olarak geçecek katliamları gerçekleştirmekten de geri durmuyordu. Özellikle siyasi basiret yoksunu gurupların, menfaate teşni yapıların, ajan ve uşaklıkta efendilerine hizmet eden ketibelerin varlığının, Rejim ve efendisi olan ABD’nin işini çok daha kolaylaştırdığını da belirtelim.
Devrimin ilk yılında Cenevre öncesinde Rejim tarafından katledilen Müslüman sayısı 10 bin, fakat bu süreçte kalbi olan Şam’a -ki, gerçekten çok yakındılar-, yapılacak tek bir hamle ile Rejim, tarihin çöplüğüne gömülecekti… Eğer satılmış, ajan, uşak bir takım guruplar ve ülkeler olmasaydı. Bugün ise yani 7 yıl sonunda geldiğimiz noktada 1 milyona yakın Müslüman katledilirken 10 milyona yakın Müslüman mülteci durumuna düştü. İdlib’e sıkışan, kendini korumaktan aciz, kâfir ve hain devletlerin insafına terk edilen devrim…
Evet, sahadaki birçok gurup, belki ABD, Rusya ve Batılı ülkelere güvenmediler, onları hiçbir zaman dost görmediler, fakat bu ülkelerin ajan ve uşağı olan S. Arabistan, Katar, Ürdün ve Türkiye’ye gözleri kör bir şekilde güvenip bağlandılar. Özellikle Türkiye’ye o denli güvendiler ki, kendilerini koruyup kollayacak, diplomaside lehlerine(!) kararlar çıkaracağına olan inançları Türkiye’yi, temsilcileri yapma noktasına kadar getirdi. Heyhat ki heyhat! Daha önceki Hama, Halep ve D. Guta ihanetleri unutularak hem de…
Yine 4. Astana görüşmelerinde İdlib’in tamamı, Lazkiye, Halep, Hama, Humus, Dera, Kuneytra vilayetlerinin belirli bölümleri ve Şam/D.Guta bölgesi -ki 4 bölge 8 nokta- garantör olan üç ülkenin (Rusya, Türkiye ve İran), güvencesinde, çatışmasızlık bölgesi olarak kabul ediliyordu. Daha anlaşma metninin mürekkebi kurumadan kimyasal silahlar dâhil her türlü konvansiyonel silahlarla İdlib haricindeki bölgeler vurulup Rejimin kontrolüne geçiyordu. Bugün 4. Astana görüşmesinden geriye kalan tek çatışmasızlık bölgesi İdlib’tir. Diğer 3 bölgedeki 7 nokta Rejime teslim edilmiştir. Eğer gerçekten Türkiye bu hususta Rejim ve efendilerinin safında yer almamış olsaydı bu çatışmasızlık alanları vurulup Rejime teslim edilirken, Rus kafiri ve münafık İran Rejimine en azından bir itirazı olurdu. Fakat bırakın itirazı zaman içinde daha fazla işbirliği daha fazla ihanetle dostluklarını pekiştirdiler. Lakin gözlerinin üzerine perde inenler, basiretleri bağlı olanlar, yardımı Allah’ın dışında arayanlar bunca açık ihanete rağmen aynı hatayı defaatle tekrarladılar. Geriye tek bir bölge kalmıştır ki İdlib. Burası da sorunsuz bir şekilde Rejimin tahakkümüne girerse Rejim ve efendisi olan ABD için hiçbir ayak bağı kalmayacak. Böylece siyasi süreç için ortam hazır hale gelmiş olacaktır. Tahran Zirvesi’nde özellikle vurgulanan yeni anayasa, siyasi süreç, “terörün” bitirilmesi ve Rejimin korunması hususları, Cenevre, Astana, Soçi görüşmelerinin de esas noktalarıydı.
Gerçekte son zirvede ele alınan hiçbir maddenin yeni olmayıp devrimin ilk gününden bu yana ABD’nin, ajan ve aveneleri olan devletler elleriyle uygulamaya çalıştığı hususlar olduğu görülebilir. Tahran görüşmelerinin hemen öncesinde Rus ve Rejim birliklerinin İdlib’i bombalamasının, yine görüşme saatlerinde dahi aralıklarla bombalamanın devam etmesinin, kimyasal saldırı meselesini günlerdir gündem eden ABD ve Batı’nın, İdlib halkına adeta ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istemelerinin emareleri olduğunu gördük.
Daha önce yüzlerce kez kimyasal saldırı gerçekleştiren Rejim ve efendileri, artık bu cürmü daha rahat bir şeklide icra etmekteler. İnsanlık adına utanç verici, haysiyetsizce olan bu söylemleri rahatça ifade edebilmeleri ümmetin sahipsizliğinin çığlığı adeta. Nihayetinde İdlib’i kan banyosuna çevirmekle tehdit eden haysiyetsizler, İdlib halkının tamamını hedef yapmakta ki, ya Halep, Hama gibi katliam yaparak alınacak ya da orada boyun bükmeyen yapılar halk tarafından izale edilmek suretiyle feshedilmesi istenecektedir. Rusya, İran ve Rejim, askerî müdahale ile İdlib’e boyun büktürmeye çalışmakta; Türkiye ise anlaşma, ikna ile oradaki grupların kendilerini feshetmesini istemekte. Burada Türkiye’nin bu isteği oradaki insanların can, mal, onur ve haysiyetlerinin dert edinmesinden ziyade ülkeye gelecek büyük bir göç dalgası ve bunun beraberinde getireceği siyasi, demografik, ekonomik krizlerdir. Bu dinamiklerin Türkiye’yi zorlayacak olması daha fazla dert edilmekte ki her seferinde yetkililer, bu hususlara dikkat çekmekte.
Sonuçta Cenevre ile başlayıp Tahran görüşmeleri ile devam eden ihanet yolu, kuzu postuna bürünen, Müslümanların dostu gibi görünüp kafirle iş tutan, hain liderler ve bu liderlerin peşine takılan guruplar dünya ve ahirette rezilliği tercih edip Suriye devrimini görünürde bitme noktasına getirmişlerdir. Bu görüşmede ele alınan hususlar ve ortaya çıkan bildirinin, önceki görüşme ve süreçlerin tamamlayıcısı olduğunu belirtmiştim. Cenevre masasının sahibi olan ABD’nin, Tahran görüşmelerinin de yönetmeni olduğu unutulmamalıdır. Görüşmedeki 12 maddelik sonuç bildirgesi gerek Rusya, gerekse de Türkiye ve İran’ın boyunu fersah fersah aşan hususlardır. Zaten Suriye için nihai çözüm yerinin Cenevre olduğunu Putin, daha önce belirtmişti.
BM Suriye Temsilcisi Staffan de Mistura’nın, Tahran görüşmelerinden sonra 10-11 Eylül tarihlerinde Cenevre’de üç ülke temsilcileri ile yapılan görüşmeyi siyasi süreç için “kader ânı” olarak tanımlaması; 14 Eylül’de de başta ABD ve İngiltere heyetleri ile istişare yapacak olmayı oldukça önemsemesi, kimin, kim ile neyi gerçekleştirmek istediği hususunu açık etmektedir.
Suriye Devrimi’nde, Rusya ve İran gibi ülkelerin ABD adına Rejimin safında yer alarak vekâlet savaşı verdiklerine şahitlik ederken; Türkiye’nin de muhaliflerin yanında yer alıyormuş gibi yaparak bu gurupları, ABD çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönlendirdiğini gördük maalesef… Böylece anladık ki bu mezkûr devletlerin hepsi aynı amaca ve yere yani ABD’ye hizmet etmiş oldular. Böylece Türkiye, hem dün “katil” dediği İran, hem “Suriye’de ne işi var?” dediği Rusya ve hem de Rejimle aynı gemiye binip kâfir, katil ve münafıklarla aynı hedefe; okyanus ötesindeki aynı limana yol almış oldu; ne acı…
Şimdi artık İdlib direnişçileri için hain de muhlis de, dost da düşman da belli olmuştur. Siyasi basireti açık olanlara ise bu zaten çok önceden ayan olmuştu. Bu basiret sahiplerinin hep söylediği gibi biz de Suriye kıyamının şanlı direnişçilerine diyoruz ki: ne S. Arabistan’ın, Katar’ın kirli parası, ne Türkiye’nin tatlı fakat zehirli sözleri… Çantalarında eksik olmayan ABD planlarıyla bu ihanet içindeki devletlerin sizi aldatmalarına müsaade etmeyin. Devrim, birkaç muhlisin küçük bir yerde “Rejim devrilecek!” sloganıyla başlamıştı. Bugün, dünden daha zor bir süreci yaşamaktayız. Ayı, sırtlan, çakallarla birlikte kuzu postuna girmiş kurtların bir olduğu; para, insan ve teçhizatla donatılan düşmanların karşısında daha az teçhizat, daha dar bir alan, daha az bir sayınız var. Fakat her şeye gücü yeten Allah, kendi yolunda ceht edenleri sahipsiz ve yardımsız bırakmayacaktır. Sadece Allah’a güvenip dayanarak, tüm işbirlikçi ülkelere sırtınızı dönüp hakkı hâkim kılmak için göstereceğiniz ceht ile belki devrim tekrar rayına oturacaktır. Bu, hem dünyada, hem de ahirette mükafat olarak karşınıza çıkacak ki bu, bitmek tükenmek bilmeyen bir rızıktır.
الَّذِينَ آمَنُواْ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُواْ أَوْلِيَاء الشَّيْطَانِ إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا
“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 76)