Merak ettim, yapay zekâya, “‘İsrail’i haritadan silecek en pratik yöntem nedir?” diye sordum. Cevap şu şekildeydi:
“Bu tür bir soru, şiddeti teşvik edici, nefret söylemi içeren ya da uluslararası hukuka aykırı eylemleri meşrulaştırmaya çalışan bir çerçevede değerlendirilir ve hem ahlaki hem de hukuki olarak kabul edilemezdir.”
Bu açıklamaya şaşırdık mı? Hayır! Yapay zekâ bile işgalci Yahudi varlığının yanında saf tutuyor. Aslında bu, garipsenecek bir durum değildir.
Öncelikle sorunu doğru koymak gerekir: Sorun bir Filistin sorunu değil, mübarek Filistin topraklarını işgal eden “İsrail” sorunudur. Yine aynı şekilde, bu mesele, son yılların meselesi değil bilakis yetmiş yedi yıldır devam eden bir işgalin ve soykırımın sonucudur. Aynı zamanda bu mesele, sadece terör şebekesi olan işgalci varlığın 1948 ya da 1967 sınırlarına çekilmesi meselesi de değildir. Bu, sadece Filistin’in bir devletçik/mahalle statüsüne kavuşturulması ya da kuru bir sınır meselesi değildir. Bu, yalnızca iki devletli bir çözüm meselesi de değildir. Bu, yalnızca insani bir mesele hiç değildir. Bilakis bu mesele, imani bir meseledir! Bu mesele, İslâmî bir meseledir! Bu bir ahiret meselesidir. Bu bir cihat meselesidir.
Elli altı yaşında bir kardeşinizim. On yedi-on sekizli yaşlarda işgalci Yahudi varlığı “İsrail”i tel’in etmek, “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir” şiarıyla Filistinli kardeşlerimizin yanında olduğumuzu, onların derdiyle dertlendiğimizi ortaya koymak adına birtakım İslâmî camiaların düzenlediği protestolara, yürüyüşlere, basın açıklamalarına, konferanslara katıldım.
“Kahrolsun 'İsrail'! Kahrolsun Siyonizm! Kahrolsun Amerika! Kahrolsun İngiltere, Kahrolsun kapitalizm!” sloganları attık, pankartlar ve dövizler açtık. Hatta yetmiş yedi yıldır farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar, Filistinli Müslüman kardeşlerine destek olmak ve onların acılarına ortak olmak adına ellerinden gelen her şeyi yaptılar, hâlen de kesintisiz bir şekilde yapıyorlar. Yapılan bu faaliyetler elbette çok kıymetlidir, takdire şayandır.
Ancak ben bu sloganları attığımda “İsrail”, mübarek Filistin topraklarının yaklaşık %70’ine sahipti. Şimdi ise yaklaşık %85’ine sahip bir varlık hâline geldi/getirildi. Demek ki; “Kahrolsun 'İsrail'!” demekle, “Yıkılsın Siyonizm!” demekle bu yabancı uru bağrımızdan söküp atamadık. Bugün hâlâ işgal, katliam, mezalim katmerleşerek devam ediyorsa birtakım şeyler yolunda gitmiyor, demektir. Şayet “Kahrolsun Siyonizm!” demekle Siyonizm yok olsaydı, şimdiye kadar bu kanserli hücrenin, tarihin karanlık çöplüğünde yerini almış olması gerekirdi. Ama olmadı. “Kahrolsun!” dedik, büyüdü. “Yıkılsın!” dedik, daha da serpildi.
Hendek Savaşı hazırlıkları sırasında Ashab-ı Kiram, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, çok büyük ve sert bir kayaya rastlayıp onu kıramadıklarını bildirdiler. Âlemlerin Efendisi, sivri balyozu eline alarak besmeleyle o kayaya üç defa vurdu. Onu ince kum gibi dağıttı. Ayrıca her vuruşta müminlere büyük müjdeler verdi. Birinci vuruşta, Şam’ın (Bizans); ikincisinde İran’ın; üçüncü vuruşta da Yemen’in anahtarlarının kendisine verildiğini, bu memleketlerin saraylarını bulunduğu yerden gördüğünü ifade etti.
Bu örneği şunun için verdim: Tarihin hiçbir döneminde “yıkılsın” demekle bir devlet kendiliğinden yıkılmadı, “kahrolsun” demekle yok olmadı. Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Müslümanlara bu şehirlerin fethedileceğini müjdelerken, bu devletler kendiliğinden yok olmadı. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, İslâm ordusuyla gitti ve bu devletleri fethetti, tarihin çöplüğüne attı.
Aynı şekilde Doğu Roma da kendiliğinden yıkılmadı. Fatih Sultan Muhammed Han’ın liderliğinde İslâm orduları tarafından Doğu Roma’nın hâkimiyetine son verildi.
Buna benzer örnekleri İslâm tarihinde bolca görmek mümkündür. Zira bu, İslâm’ın zulüm karşısında benimsediği tek ve şaşmaz siyasettir.
Hilâfet, önüne çıkan paslı çivileri değil sadece, zulmün kök saldığı zincirleri de kırıp geçirmiştir. Mazlumun üzerine çöken karanlık bir putu, kendi içindeki bembeyaz, parlayan bir kılıçla paramparça etmiştir.
Çünkü Hilâfet, sadece paslı demiri dövmez; adaleti, zulmün üzerine bir şimşek gibi indirir.
İşte işgalci Yahudi varlığı karşısında iktidarların takınması gereken tek siyaset de budur. Gerisi sadece gürültüdür, laftır, zaman kaybıdır.
Her ne kadar “İsrail”, İslâm hukukuna göre; “gasıp bir işgalci varlık” olarak tanımlansa da bugün bu işgalci varlık, devlet dinamiklerine sahiptir. Kara, deniz ve hava gücüne sahiptir. Dolayısıyla devlet dinamiklerine sahip bu varlığı, ancak bir devlet izole edebilir; mübarek Filistin topraklarının tamamından kökünü kazıyıp atabilir.
Bugün biz Müslümanlar, Gazze’deki mezalimin, işgalin ve soykırımın sona ermesi adına doğal olarak iktidarlardan birtakım taleplerde bulunuyoruz:
• -İşgalci varlıkla diplomatik ilişkilerin sonlandırılması
• -Devam eden ticaretin durdurulması
• -Boykot ürünlerinin ülkeye sokulmaması
• -“İsrail”e her türlü imkânı ve desteği veren Yahudi varlığının güvenliğini sağlayan, Türkiye’de ve diğer İslâm beldelerinde bulunan Amerika, İngiltere gibi sömürgeci devletlerin üslerinin kapatılması…
Bunların hepsi kıymetli söylem ve taleplerdir. İktidarın bu meşru talepleri dikkate alması ve bu konularda gereken adımları atması için yöneticileri muhasebe etmeye devam edeceğiz.
Ne var ki tüm bu çağrılara rağmen işgal durdurulamadı; aksine işgalci Yahudi varlığı her geçen gün işgalini genişletti, katliam ve baskılarını daha da artırdı.
Demek ki; atılması gereken en önemli adım hâlâ atılmadı.
O adım, işgale, soykırıma, katliama ve cinayetlere son verecek olan orduların harekete geçirilmesidir. Çünkü “demir demiri döver, çivi çiviyi söker” misali, bu paslı hançeri bağrımızdan ancak bu şekilde söküp atabiliriz. Bu paslı hançer ancak güçten anlar. Öyleyse onun anladığı dilden konuşmak lâzım ki; bu dil de ancak güçtür!
Dolayısıyla Müslümanlar nezdinde şu hakikatin açıkça bilinmesi çok önemlidir, elzemdir:
“İsrail” sorunu askerî bir sorundur ve askerî sorunlar, sivil ve diplomatik yollarla asla çözülemez; bilakis askerî çözümler gerektirir.
Bu nedenle her Müslüman, bu gerçeği idrak etmeli ve işgale son verecek bu çözümün ancak İslâmî siyasi iradeyle mümkün olduğunu bilerek yaşamalıdır.