Ortalık toz duman göz gözü görmüyor,
Her yerde feryat figan kimse işitmiyor…
Yürek yakan kapkaranlık bir zaman tünelinin içinde, sarhoş eden şiddetli sarsıntılarla ışığı görmek için bir sağa bir sola yalpalaya yalpaya yürüyoruz. Kıyamet provası gibi yüzler sapsarı kesilmiş, gebe kadınlar korkudan çocukların düşürmüş, koyun süt verdiği kuzusunu unutmuş, yıllarca biriktirilen mallar tarumar, kibirlice yükselen beton bloklar yerle yeksan olmuş, herkes canının derdine düşmüş.
Dedim ya mahşer gibi…
Herkes saat 04.17’de 7,7 şiddetindeki depremin korkusuyla yatağından dışarı fırlamış ama kimsenin gözü kimseyi görmüyor; tıpkı din günü, bin bir pişmanlıkla dirilerek mezarından fırlayan ölüler gibi…
Ve bu hengamede fırsatçılık kollayan, acılarla beslenen yağmacılar enkaza ayak bastı.
Öyle adi hırsızlık değil. Marketlerdeki değerli elektronik eşyaları yağmalayanlar değil, başlı başına sistematik, planlı-programlı nitelikli hırsızlık; siyasi yağma bu!
Duyguları, siyasi menfaat, illegal politikalar, işgaller ve katliamlarına meşruiyet kazandırmak için yağmalayan uluslararası kötülük çetesi harekete geçmiş. Yerli iş birlikçiler ve fonlanmış medya da bu PR çalışmasına var gücüyle destek veriyor.
Bilindiği üzere Kahramanmaraş’taki deprem, Türkiye’nin yanı sıra Suriye’de de büyük yıkıma yol açtı. Suriye’nin kuzeyindeki devrimcilerin kontrolünde olan bölgeler enkaza döndü. 6 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Açık olan tek bir sınır kapısından gelen sınırlı yardım malzemeleri 877 km uzunluğundaki sınır hattı boyunca uzanan yerleşim yerlerine düşen bir yağmur damlası gibi anında buharlaşıp yok oldu. Terör örgütü PKK/PYD bölgesi ABD’nin kanatları altında iken kalan bölgeler resmen ölüme terk edildi. Öncüpınar ve Çobanbey sınır kapıları kapalı tutularak muhalefetin kontrolündeki bölgeler terbiye edilmek istendi. Zaten 12 yıldır yaptıkları da bu değil miydi: ya Esed’e boyun eğer İslami devriminizden vazgeçip laik zorbalığı kabul edersiniz ya da başınızdan aşağı varil bombaları ve kimyasal silahlar dâhil her türlü yasaklanmış silahı yağdırırız.
Bölgede ağır iş makinası ve gerekli araç-gereç olmadığı için enkazın altındakiler artık umut kesip son nefeslerinde şehadet getirirken, sağ kalanlar ise aşsız, çadırsız, yıkıntıların arasında hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Sahada bu gerçeklik yaşanırken, yağmacı Esed, Şam Havalimanı’na inen düzinelerce uçaktaki yardımları bir avuç taraftarıyla yağmalıyordu. Uluslararası yardımlar çoktan Şam sokaklarında satışa sunulmuştu. Dedik ya; “yağmacı” bunlar! Ve bunun hakkını da veriyorlardı.
Bir de baktık ki Esed, önce Scud füzeleri, onlar tükenince varil bombaları, onlar da yetmeyince Rusya’nın hava bombardımanları, onlar da yetmeyince İran’ın karadan bombardımanıyla sanki 9 şiddetinde bir depremden çıkmış gibi harabeye çevrilen Halep’te utanmadan depremzedeleri ziyaret ediyor. Hanımını da yanına alıp hastanede verdiği şefkatli pozlar, ajanslar tarafından servis ediliyor. Öyle ya BM’nin 2254 sayılı kararı gereği, Esed rejiminin meşruiyet kazanması gerekiyor. Ankara’nın Esed rejimi ile el sıkışmak için deprem öncesi attığı adımları protesto eden ve “Asla Esed ile uzlaşmayacağız” diyen halkın da cezalandırılarak terbiye edilmesi gerekiyor. İşte uluslararası deprem yağmacılığı!
Türkiye’nin, Suriye'deki depremzedelere gönderilecek yardımlar için Suriye sınırındaki sınır kapılarını kullanmak amacıyla Rusya'yı ikna etmeye çalışması da sürdürülen diplomatik zulmün bir parçası olarak hafızalara kazındı. İnsanlığı açlıktan kurtaran, dünya çapında operasyonlar yapan “diplomasi Fatihi” Ankara, sınır kapılarını açıp karşı tarafta enkaz altında yatan Müslümanlara el uzatılmasını sağlayamadı!
Elbette burada amaç; Esed rejiminin meşru yönetim olduğunun kabul ettirilmesi ve onun üzerinden yardımların muhalif bölgelere ulaştırılmasıydı. Yani “elimi öpün, biat edin; barışalım” demekti bu!
Sonra sahanın yönetmeni ve senaristi ABD devreye girip derhal kapıların açılmasını istemesiyle, Baba Esed’den beri Washington’ın bölgedeki çıkarlarını koruyan Esed rejimi ertesi gün bir anda kapıları açma kararı aldı. Kaldı ki o kapıların Suriye tarafında, Esed rejiminin hiçbir hükmü yoktu. ABD, aslında Esed rejimine istekte bulunarak meşruiyet kazandırma çalışmalarına destek vermiş oldu. İşte bunun adına da “toplu yağma” deniyor.
Ve bu şekilde tam 10 gün kapılar kapalı tutuldu. Anne karnında doğumu bekleyen körpe kuzular göbek bağlarıyla enkazdan çıkarıldı. Şehirler önce bombalarla yıkıldı, hasarlı olanlar da depremde yerle bir oldu. Rusya’nın havadan, İran’ın karadan, ABD’nin kuzeyde Esed rejiminin bekası için elinde tuttuğu ve binlerce tır silahla teçhiz ettiği ihtiyati kuvvet PYD ile bir zorba rejim korunurken, deprem nedeniyle fırsattan istifade “siyasi nitelikli yağma” da yapıldı.
Öte yandan gasp, katliam, işgal ve mala çökme ile nam salmış bir diğer yağmacı “İsrail” de depremi fırsata çevirdi. Ankara ile “normalleşme” anlaşmasını imzalayan ve kucaklaşan fakat bu anlaşmayı ihanet olarak tanımlayan Müslüman Türkiye halkının gözüne girmek ve uluslararası arenada da meşruiyet kazanabilmek için “İsrail”, Ankara’nın araladığı kapılardan deprem bölgesine sızıverdi. Bu arada Tel-Aviv’de belediye binasının duvarına Türkiye bayrağını yansıtarak milliyetçi duyguları da okşamayı unutmadı. Dedik ya; nitelikli dolandırıcılık, nitelikli yağmacılık!
Günlerdir Türkiye medyası ve yeni yetme türedi gazeteciler, “İsrail” reklamlarıyla sayfalarını doldurdu. “İsrail” güzellemesi yaptılar, arama-kurtarma ekiplerinin her anını paylaşıp zihinlerde “barış güvercini” algısının oluşmasına hizmet ettiler. Öte yandan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “İsrail” Dışişleri Bakanı Eli Cohen’i Ankara’da ağırladı ve misafirine iltifatlarda bulunarak PR çalışmasına zemin hazırladı. Cohen de bu fırsatı değerlendirip vurdu sazın teline ve acıklı türküleriyle dinleyenleri etkilemek için iyi gırtlak yaptı.
Ama olmadı! Onlar bir tuzak kurarken, Allah Subhanehu da bir tuzak kurdu.
Filistin topraklarını işgal eden ve Müslümanları katleden gasıp Yahudi varlığının Türkiye Büyükelçisi, Trabzonspor-Basel maçındaki koreografide işgalci “İsrail”in bayrağının yer almaması üzerine yaptığı açıklamada, “Türk halkının kalbindeki yerimizi biliyoruz” ifadesiyle bildiği gerçeği bilmezlikten gelerek üzerini kapattı. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, Müslüman Türkiye halkının kalbindeki yeriniz, Filistin topraklarını işgal eden ve kardeşlerini katleden bir yağmacı olarak kalacak.
Hayal kırıklığı…
Ardından yaşanan diğer gerçeklerin de ortaya çıkması yağmacıların cephesinde hayal kırıklığı yarattı.
Önce Türkiye'ye gelen “İsrailli” arama-kurtarma ekibinin güvenliğini sağlamak üzere “İsrail” askerlerinin silah taşıma talebinin Türkiye yetkililerince geri çevrildiği ortaya çıktı. “Türkiye halkının kalbindeki yerini bildiğini” söyleyen “İsrail”, deprem bölgesine silahlı gelmiş. Ne iş?
Daha sonra ise tarihî bazı parşömenleri çalarak “İsrail”e döndüklerinin ortaya çıkması üzerine bu eser Türkiye’ye geri gönderilmişti. Bu da adi bir hırsızlık ve yağma suçu olsa da siyasi yağma planına büyük darbe vurmuş oldu.
Her ne kadar Ankara ile “normalleşme” anlaşmaları imzalayıp, karşılıklı dostluk mesajları yollansa da, diplomatik savruluş Müslümanların kalbine hükmedemiyor. Siyasiler el sıkışsa da Müslüman halklarını temsil etmedikleri ve yönettikleri ile duygularının kopuk olduğuna Katar’daki Dünya Kupası’nda da şahit olmuştuk. “İsrail’den” gelenleri aracına almayan taksi şoförlerinin ve yemek vermeyen restoran sahiplerinin, gasıp Yahudi varlığına olan tepkisine ve yöneticilerinin tam aksine izzetli dik duruşlarına kamuoyu şahit olmuştu.
Bu yağmacılara kapılar sonuna kadar açılırken, depremden birkaç gün önce Köklü Değişim’in Diyarbakır ve Gaziantep’te düzenlemek istediği “Toplumsal Çöküş - Sorunlar ve Çözüm” konulu konferansları ise “güvenlik” gerekçesiyle iptal ediliyor, İslami çözümlerin sunulduğu söyleşi programı hakkında ise Gaziantep Emniyeti tarafından tutanak tutuluyor. İslam’ı ve çözümlerini konuşmak bu topraklarda yasaklanabiliyor. Keşke Müslümanları adım adım takip edip engelleyeceğinize bölgedeki yağmacı Hıristiyan misyonerlerin peşine düşüp takip etseydiniz. Allah için hayırlı bir iş yapmış olurdunuz. Tabii derdiniz buysa…
Bu tür olaylar, yöneticiler ile halk arasında fikir ve duygu kopukluğu olduğunu ve demokrasinin halkı değil menfaat temelli kapitalizmi temsil ettiğini bir kez daha ortaya koymuş oldu.
Temelinde halkı hem maddi hem de duygusal olarak yağmalama üzerine kurulu laik kapitalist nizam günlerdir deprem enkazlarının üzerinde tepiniyor. Hâlâ cenazelerini çıkaramayan, toprağa verip yasını tutamayan Müslümanların acısını yağmalıyor.
Bu yağmacı batıl nizam, menfaat üzerine kurulmuş ve her seçimde duyguları yağmalayarak ayakta kalmayı başarabilmiştir. Bir A partisi geliyor, bir B partisi… İşte böylece kısır döngü sürüp gidiyor. Değişen iktidarlar ve etrafında kümelenmiş bir avuç rant halkası…
Dün tüm ihtişamı ile arz-ı endam eden lüks binaların yıkıldığına ve enkazında sütunlarının ne kadar çürük olduğuna şahitlik ediyoruz.
Laik kapitalist nizam da sizi aldatmasın!
Yıkıldığı gün ne kadar güçsüz, bozuk bir yapı olduğunu ve sadece sizi yağmaladığını anlayacaksınız.
Ve yeniden Râşidî Hilâfet ikame edilip İslam nizamı ile hükmedildiğinde ise, Allah’ın rızasını güden, insan odaklı, adil ve şefkatli bir devletin olabileceğini de kavrayacaksınız.