Dejavu: Suriye... Mısır... Filistin…
15 Ekim 2024

Dejavu: Suriye... Mısır... Filistin…

Bölgemizde -özellikle son on yıldır- korkunç katliamlara ve bu katliamlardan kaynaklı insan göçü ile birlikte mazlum Müslümanların dünya üzerinde nasıl itilip kakıldığına şahit oluyoruz. Sahipsizliğin ve yokluğun ortasında ellerini göklere kaldırıp yüzümüzü kızartan; “Ya Allah! Senden başka kimsemiz yok!” nidaları, kulaklarımıza çarparak acı acı çınlatıyor buna karşın Müslüman halklar olarak kardeşlerimiz için harekete geçememe acziyetini iliklerimize kadar hissediyoruz.

Özellikle son bir yıldır başta Gazze olmak üzere işgal edilmiş Filistin topraklarında yaşanan soykırım sadece bizi değil tüm vicdan sahibi insanların tüylerini ürpertiyor. Fakat 57 İslam beldesinin lideri, bu vahşete karşı somut adım atmak yerine, -selin üzerindeki çer çöp misali- sanki üzerlerine düşen hiçbir yükümlülük yokmuş gibi, bir kınama mesajıyla geçiştirip ellerinden gelen her şeyi yapmış algısı oluşturmaya çabalıyor. Yayımlanan kınama mesajlarına o kadar alışıldı ki; gasıp Yahudi varlığı nezdinde hiçbir etkisinin olmadığı, üst üste ve şiddeti daha da artan katliamların biri unutulmadan diğerini gerçekleştirmesinden anlaşılabiliyor.

Son olarak önceki gün sabah Gazze’deki Aksa Şehitleri Hastanesi bahçesinde kurdukları çadırlara sığınan Müslümanların, işgalci “İsrail” tarafından atılan bombalarla diri diri yandığını gördü, gözlerimiz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu saldırılar sonrası yaptığı açıklamada, -sanki üzerine düşen bir görev yokmuş gibi- yine daha öncekilere benzer sözleri tekrarlayarak, “Kendi personellerini dahi koruyamayan Birleşmiş Milletler görüntüsü, uluslararası sistem adına utanç ve kaygı vericidir” dedi ve sanki kimin emrinde olduğunu bilmediği bu yapıyı yine “günah keçisi” olarak ilan etti. Oysa yıllardır “Dünya beşten büyüktür” sloganıyla zaten kimin emrinde olduğunu ikrar edip duruyordu. Oysa iş görmeyen bir yapıyı sürekli suçlamak yerine çoktan harekete geçmesi gerekmez miydi? Bir de Netanyahu’yu her konuşmasında Hitler’e benzetip en üst perdeden mesajlar verme yarışı da sürmekte…

Bu sert mesajlar bana bir dejavu1 gibi geliyor.

İlk olarak; 2011 yılında başlayan Suriye devrimini hatırlatmak isterim sizlere…

Hatırlayacağınız üzere; Dera kentindeki bir grup öğrencinin okul duvarına, "Halk rejimin yıkılmasını istiyor" yazmasının ardından bu çocuklar, Esed rejiminin istihbarat organı Muhaberat tarafından işkence edilerek katledilmiş ve çocuklarının cesetleri ailelere teslim edilmeyip bir de hakaret edilmişti. 15 Mart 2011'de halkı aşağılayan ve insan muamelesi yapmayan Esed rejimine karşı protestolar başlamış ve Nisan 2011 tarihinde ülke çapına yayılmıştı. Göstericilerin üzerine ateş açılması üzerine çatışmalar başlamıştı. Esed rejimi, elindeki tüm Scud füzelerini kullanıp tükettikten sonra helikopterlerden icat ettiği varil bombaları atmaya başlamış hatta kimyasal silahlar kullanmıştı. Orduyu terk ederek devrimin yanında yer alan subay ve askerlerle devrim büyüyerek ülke çapında büyük bir etkinlik kazanmıştı.

İşte bu sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan, ailece görüştüğünü ve samimiyetini ifade ettiği Beşar Esed’e çok sert mesajlarla yüklenmeye başladı: “Allah izin verirse, bu caninin, bu katilin, dünyada hesaba çekildiğini görecek ve bundan dolayı hamdedeceğiz, şükredeceğiz. Yaşananlar, tahammül sınırlarını zorlar bir hale gelmiştir” ifadeleri ve daha birçok sert mesajla Esed’in karşısında yer aldığını göstermiş ve devrimci muhaliflere “kucak” açmıştı.

Sonraki yıllarda Rusya ve İran ile birlikte “Astana Üçlüsü” olarak sahadaki operasyonlar ve masada alınan kararlarla devrimin ateşi zayıflatılmış ve İdlib’e sıkıştırılmıştı. Burada Erdoğan, Esed’e karşı muhaliflerin garantörüydü.

Ve bugün; Esed’e samimi mesajlar göndererek el sıkışmak istediğini, Türkiye ve Suriye halkının kardeşliğinin çok eskilere dayandığını ve “normalleşmenin” iki ülkenin çıkarına olduğunu, söylemeye başladı.

Oysa aynı Erdoğan 2013 yılında, Esed katliamlarına yönelik olarak, “Biz, dengeler adına, konjonktür adına, çıkarlar adına susacak bir millet, böyle bir devlet değiliz. Biz, İstanbul'da, cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna vardığımızda, alnımız ak varmak istiyoruz.” demişti.

Bir de baktık ki Esed rejimi ile el sıkışılmasına karşı çıkan muhalifler tehdit edilmeye başlanmış, sınırın ötesi gösterilip sıtmaya razı edilmiş.

Daha sonra 2013 yılında “seçilmiş ilk Mısır Cumhurbaşkanı” Muhammed Mursi’ye askerî darbe yapan, Rabia, Tahrir ve diğer meydanlarda binlerce Müslümanı kurşuna dizen Sisi’ye karşı en yüksek perdeden sert mesajlarla yüklenmişti, Cumhurbaşkanı Erdoğan. “Darbeci, katil” olarak sıfatlandırdığı Sisi ile “aynı masada oturmayacağını” ifade etmişti. Yıllarca 4 parmağı ile “Rabia” işareti yapmış ve Sisi muhalifi Müslüman Kardeşler örgütüne “kucak” açmıştı.

Bir de baktık ki Sisi ile el sıkışılmış ve muhaliflerin sesi kesilmiş, pasifleştirilmiş ve uzlaşmaya hazır hale getirilmiş.

Ve yine bugün Sisi’ye samimi mesajlar gönderiliyor; Türkiye ve Mısır halkının kardeşliğinin çok eskilere dayandığı ve “normalleşmenin” iki ülkenin çıkarına olduğu söylenmeye başladı.

Öte yandan Mavi Marmara katliamının ardından Netanyahu’ya demediğini bırakmayan, hatta 2018 yılında "Siz kadınları, çocukları tekmeleyerek, yavruları tekmeleyerek askerinizle polisinizle götürüyorsunuz. Netanyahu! Sen zalimsin, zalim! Devlet terörünün başısın!” ifadelerini kullanmıştı.

Bir de baktık ki Erdoğan, işgalci “İsrail” Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u resmî törenle karşılıyor ve Aksa Tufanı’ndan sadece 17 gün önce BM Genel Kurulu için New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Netanyahu ile el sıkışıyor.

Ve dejavu…

Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Ekim’in yıldönümü münasebeti ile yaptığı konuşmada, "Şunu unutmamak lazım: ‘İsrail’ bugüne kadar bir yıl boyunca işlemeye devam ettiği soykırımın hesabını er ya da geç verecek. Ne pahasına olursa olsun ‘İsrail’ hükümetinin karşısında durmaya ve dünyaya bu onurlu tutumu gösterme çağrısını yapmaya devam edeceğiz. Tıpkı Hitler'in insanlığın ortak ittifakıyla durdurulduğu gibi Netanyahu ve cinayet şebekesi de durdurulacak” mesajı verip Netanyahu’ya sert sözlerle yüklendi.

Suriye ve Mısır’da olduğu gibi yine zalimin karşısında duran Müslümanlara sahip çıkmayı da unutmayıp “kucak” açan Erdoğan, "Kuvayi Milliye neyse Hamas da odur. Bunu söylemenin bir bedeli olduğunun da farkındayım. Ne suikast girişimlerinize ne de darbe kalkışmalarınıza boyun eğmeyeceğim” demiş ve Batı’nın “terör örgütü” yaftasına karşılık olarak, “Hamas, 1947’den itibaren toprakları işgal edilmiş, bu işgal ardından da topraklarını koruma altına alan bir direniş örgütüdür ve bu direniş örgütü ‘İsrail’in acımasız 45 bini bulan insan kaybına karşı oraları koruma mücadelesi veren direniş örgütü durumundadır” demişti. Hamas liderlerini de Türkiye’de ağırlamıştı.

Ayrıca, "‘İsrail’ saldırganlığı Türkiye’yi de içine almaktadır. Vatanımız, milletimiz, bağımsızlığımız için bu devlet terörüne elimizdeki her imkanla karşı duracağız" diyerek elindeki kıt imkanlara rağmen Hamas ile başa çıkamayan “İsrail”i, Türkiye için tehdit olarak göstermiş, “Hamas’ın Türkiye topraklarını da koruduğunu” ifade etmiş dahası; TBMM’de gizli oturum yapılmış ve “savunma sanayiini destekleme” adı altında, Hazine’ye yeni kaynaklar aktarılması adına halktan, araç ve gayrimenkul alım-satımı ile 100 bin TL limitli kredi kartlarından katılım payı alınması için kolları sıvamıştı.

Konumuza dönecek olursak; Suriye’de Şam kasabı Esed, Mısır’da darbeci Sisi, Filistin’de soykırımcı Netanyahu ile süren bu gelgitlerin ardından; “yeni bir dejavunun kapısı mı aralanıyor?” diye sordurmuyor değil…

Sanki bir gömlek biçilmiş ve Erdoğan’a giydirilmiş: nerede bir zalim varsa Erdoğan karşısında ve nerede bir mazlum varsa onun yanında… Ama bir de bakıyorsunuz; zalimin karşısında, mazlumun yanında olan Erdoğan ertesi gün “hoop” o zalimlerle el sıkışmış ve karşılıklı oturmuşlar “normalleşme” masasında…

“İsrail”e aleyhine oluşan kamuoyuna karşı hareket etmek, elbette rüzgâra karşı tükürmek gibi lakin Erdoğan’ın bu açıklamaları kamuoyu baskısı ile yaptığına da inanmak için kuvvetli bir delil yok. Zira Erdoğan, kamuoyu baskısına rağmen nice icraatları uyguladı ve uyguluyor.

Bu gidiş, güdümlü bir dış siyasetin yansıması gibi görünüyor.

“Sert sözler, muhaliflere ve direnişçilere kucak açıp devrim ve direniş ateşi sönünce sırt dönmeler ve ardından tonlarca laf edilen katillerle el sıkışmalar”… bunların hepsi bir tesadüf mü?

Footnotes

  1. Yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık