Sükut etmek kelimesinin anlamı susmak veya sessizlik şeklinde ifade edilmektedir. Özellikle sessizlik istenen bazı yerlerde bunun gerçekleşmesi için sükut kelimesi kullanılır.
İnsan hayatında sükut edilmesi gereken durumlar tasavvur edildiği vakit: Dert, keder, tasa, stres, iç darlığı, bunalma…Günlük hayatta bu cümleleri çok işitmekteyiz. Bu ruh halleri insanların gündelik yaşantılarının bir parçası hâline geldi. Çantasında aspirin taşır gibi antidepresan ilaçlar taşıyan insanlar, sıkıntısını anlatan herkese bu ilaçlardan tavsiye ediyorlar. Doktora giden on insandan dokuzuna aynı şeyler söyleniyor. "Üzülmeyecek, stres yapmayacaksın." Uzman hekimler, avam halk... Herkes aynı şeyi söylüyor. Üzülmek ve onun doğal neticesi olan stres, çağın sorunu ve kapitalizmin çıkmaza sokan kapanıdır.
İnsanoğlu Allah (svt) arasındaki bağın derecesine göre başına gelen sıkıntılara karşı sabırda ölçülü olma başarısına ulaşabilir. Nitekim dünya meşgalesi içerisinde olan, kimseler en küçük bir musibet karşısında depresyona girmede aceleci olurken, sabrın mükâfatını idrak edenler ise tevekkül ve teslimiyet ile musibeti imtihan olarak kabul ederler.
Üzüntü ve stres meselesine Müslümanca bakış nasıl olmalı? Üzüntü ve stres hayatımızın bir parçası mı gerçekten? Böyle bir durumda ne yapmalıyız?
Stresi hayatın bir parçası ve teslim olunması gereken doğal bir hastalık olarak kabul etmek; “Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği, insanları bağımlı hâle getirmek ve daha fazla ilaç satmak için modern dünyanın uydurduğu bir yalandır.
Evet, üzüntü ve onun doğal neticesi olan stres/kalp darlığı her insanın yaşayabileceği doğal duygulardır. İnsanın beklentisi ve umutlarıyla, Allah’ın (svt ) takdir ettiği hayat farklı olduğunda insan üzülüp sıkılabilir. Ancak hüzne ve üzüntüye teslim olmaz.
Böyle bir durumda, Kur’an’ı ruha şifa kaynağı bilmek, dua, zikir, Allah’a tevekkül, O’nun (svt) rahmetini ve merhametini hissetmek, Allah’ın (svt) fazlını ummak, tasaddukta bulunmak gibi salih amellerle kurtulmaya çalışmak mümkündür. Hastalık ancak ruhu gerçek manada doyuran hazlar ile tedavi edilir.
Tevekkül, kelime olarak Allah’a güvenip dayanma anlamına gelir. Tevekkül, bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesidir. Tevekkül, bizi hayra götürecek sebeplere sarılıp çalışmak, Allah’ın bizim yardımcımız olduğunu unutmamak ve işin sonucunu Allah’a (svt) bırakmak ve sonucuna rıza göstermektir.
İnsan tasalanabilir. Karşı karşıya geldiğimiz sorunlar, Ümmetin içerisinde olduğu çöküntü, savaşa, zulme, açlığa maruz kalmış beldelerin artması her ne kadar bir dert olarak hatırlanmıyor olsa da “İslami bir devletin olmaması “ gibi daha bir çok vakayı düşünecek olursak bunlara üzülmeli ve dert sahibi olunmalıdır da. Zira imtihan neticesindeki sükut kişiyi kulluğun zirvesine ulaştıran bir vesile de olabilir.
Önemli olan, hüznün tabiat hâlini almaması, insanı sorumluluklarından alıkoymaması, ümitsizlik ve kadere isyan gibi itikadi marazlar doğuracak seviyeye gelmemesidir. Şeytan, insanın aleyhine olan bu hâli iyi bildiğinden her fırsatta onu tasalandırmaya çalışır. Vesvese ve kışkırtmaları karşısında insanı savunmasız bırakmak ister. Çünkü insan zayıftır. Üzüntü ve keder onun zayıflığına zayıflık katar ve onu bitirir. Çoğu zaman meşru üzüntüyle gayr-ı meşru sonuçlar doğuran üzüntüyü ayırt edemez. Şeytanın vesveseleri ve nefsin ayartmasıyla üzüntüsünü bahane hâline getirir. Yapması gerekip de yapamadığı, uzak durması gerekip de sakınamadığı sorumluluklarını üzüntü ve dert bahanesiyle ihmal eder.
Hz. Peygamber (sav) bir insan, bir baba, bir dost, bir eş olarak duyduğu üzüntüler ile bir ümmet önderi, bir hidayet elçisi, bir muallim, bir ıslahçı ve bir devlet reisi olarak yaşadığı hüzün halleri bir birinden farklı düzey ve boyutta olmuştur.
Nübüvvetin 10. Yılında Peygamber Efendimizin (sav) vefakâr eşi Hz. Hatice (ranha) annemiz ve en büyük destekçilerinden biri olan amcası Ebû Talib vefat etmişti. Bu durum Rasulullah’ı (sav) çok üzmüştü. En büyük destekçilerinin vefat etmesinden sonra da kendisine yapılan baskılar artmış olmasına rağmen, Rasulullah (sav) tebliğini ve davetini devam ettirmiş ve yese düşmemiştir.
Rasulullah (sav) hüznünü yalnızca Rabbine açar Ondan (svt) yardım dilerdi. Ve Rasulullah (sav) şöyle dua ederdi :“Allah’ım, güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında horlandığımı ancak sana arz ve şikayet ederim. Allah’ım, aldırmam çektiklerime, yeter ki uğradığım senin gazabın olmasın. Fakat bana bunları göstermeyecek kadar engindir senin affın ve merhametin.” (İbn Hişam)
Nerede olursak olalım bir dayanağa yönelme ihtiyacımız vardır. Bu, bizim tedeyyün içgüdümüzün tezahüründendir. Dayanma ihtiyacı duymakta yine fıtratımızın zayıflığındandır. Hiçbir millet yoktur ki kendisine dayandığı, tevekkül ettiği birileri olmasın. Kimisi Batıya-Avrupa Birliğine; kimisi yaşadığı devlete, kimisi insan haklarına, kimisi aşiretine, kimisi mal varlığına, kimisi unvanına tevekkül etmiştir. Bunlarla güçlü olduğuna, sırtının yere gelmeyeceğine inanmıştır. Herhangi bir sıkıntıya düştüğü zaman karşı tarafı bunlarla tehdit edebilmiştir.
Şu hakikati zihnimizde canlı tutmalıyız. “Müslüman, örümcek ağından daha zayıf olanlara dayanıp, tevekkül etmez.” Müslümanın tek dostu Allah’tır ve sadece O’na (svt) tevekkül eder. Müslüman bilir ki, Allah’a (svt) tevekkül ettiği oranda güçlüdür. Ve Allah’tan (svt) başkasına muhtaç olmaz. Bilir ki Allah (svt) kendisine yeter ve başka kimseye ihtiyacı yoktur. Zorluk öncesinde , zorluk anında ve sonrasında: “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Öyle ise sükut bulmuş hallerimizde yalnızca Allah’ı (svt) vekil tayin edelim ve O’na (svt) tevekkül edelim. “
Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır. “Sonsuz kudret ve merhamet sahibi Allah’a güvenip dayan.” [Şuâra 217]
Sadiye GÜNEŞ