Hatırlayacak olursanız bir önceki makalemizde “zaruretler mahzurlu olanları mubah kılar” ilkesinin heva fıkıhçıları tarafından nasıl anlaşıldığını, ne şekilde suiistimal edildiğini ve doğru bir şekilde nasıl anlaşılması gerektiğini, delillerin ışığında ortaya koymuştuk. Tavizkar yöneticiler tarafından sıkça kullanılan “Takiyye” konusunda söyleyeceklerimizi ise bir sonraki yazımıza bırakmıştık.
İşte o yazı ve söyleyeceklerimiz…
Nasları bağlamından koparan heva fıkıhçıların fetvalarından cesaret alan yöneticiler; “kâfirlerle dostluk kurmalarının, Allah’ın hükümlerinin tatbikinden tavizler verilmesinin zaruretten kaynaklandığını ve bunun için takiyye ilkesiyle amel ettiklerini” iddia etmektedirler. Yedi düvele karşı mücadele, reel politik vb. söylemler, en genelde zaruret kapsamında değerlendirilmektedir.
Takiyyenin gereği olarak gasıp Yahudi varlığı “İsrail” ile normalleşme adımları buna verilecek en güncel ve çarpıcı örnektir. Nehyedilen anlaşmaların imzalanmasının, taviz verilen hükümlerin yöneticiler bakımından dayanak noktası, “takiyye” ilkesinin bizzat kendisidir.
Yöneticilerin bu durumda kâfirlerle iş birlikleri, stratejik anlaşmalar ve baskı neticesinde Allah’ın hükümlerinden tavizler verilmesi de “takiyye” ile ifade edilmektedir. Evet, takiyye, fıkıhta karşılığı olan bir kavramdır. Ancak takiyye konusu, -tavizkar yöneticilerin ve onların fıkıh hocalarının iddia ettiği gibi- her zaruret halini kapsar mı; naslar ışığında asıl değerlendirilmesi gereken nokta burasıdır!
Sözlükte, “bir kimseyi tehlikeden korumak” anlamındaki “vaky (vikâye)” kökünden türeyen التقيّة takiyye, “kendini korumak, sakınmak” manasına gelir. [Lisânü’l-ʿArab, “vḳy”]. Takiyye, Kur’an’da geçmemekle birlikte Âl-i İmrân Suresi’nin 28. ayetinde “tukât” kelimesinin aynı manada “takiyye” şeklinde de okunduğu bilinmektedir. Zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir kolaylık (ruhsat) olan takiyye, müminlerin kendilerinden olanları bırakıp kâfirleri dost edinmelerine olanak tanıyabilmektedir. Ancak bu, günümüz yöneticilerinin “zaruret” adı altında kâfirlerle stratejik iş birliği yapmalarına ya da dostluklarına cevaz verir mi ya da ayette ifade edilen takiyye, bu kapsamda değerlendirilir mi? Zaruret halinde müracaat edilebilen takiyyenin kapsadığı “zaruret” nedir?
Buyurun, konuya delalet eden ayeti birlikte inceleyelim:
[لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً] “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.” [Âl-i İmran Suresi 28]
Ayetin konusuna gelince; bunun, müminlerin kâfirlerle dostlukları hakkında olduğu açıktır. Ayetin nassı şöyledir:
[لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ] “Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesin.” [Âl-i İmran Suresi 28] Eğer, bir ayet veya bazı hadisler, belirli bir konu hakkında gelmişlerse, o konuya özel olurlar, diğer konuları kapsamazlar...
Bu ayet ise, hicret etmeyerek/edemeyerek Mekke’de kâfir Kureyş’in otoritesi altında çaresiz kalan Müslümanlar hakkında inmiştir. Eğer onlar, kâfir Kureyş’e dostluk göstermeyerek düşman olsalardı, şiddetli işkenceye maruz kalacaklardı. İşte ayet-i kerime, bu durumda olan Müslümanları istisna etmiştir.
Hiçbir şekilde müminlerin, kâfirleri dost edinmeleri caiz değildir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şu sözüyle de bu haramlığa iyice vurgu yapmıştır:
[وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللَّهِ فِي شَيْءٍ] “Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur.” [Âl-i İmran Suresi 28] Sonra ayet, Mekke’den hicret edemeyerek kâfir Kureyş’in otoritesi altında çaresiz kalan Müslümanların durumuna benzer duruma bir istisna getirmiştir. Başka bir deyişle; dostluk değil düşmanlık gösterilirse, kâfirlerin işkence yapmasından korkulan durum, istisna edilmiştir. Yani hicret edemeyip işkence görmeyen birisinin bile bu ruhsattan faydalanarak kâfirlere şirin görünmesi haramdır. Çünkü zaruret hali olan işkence ona isabet etmemiştir.
Dolaysıyla bu ayetteki [إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً] “Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız müstesna” ifadesinden kasıt, bugünkü yöneticilerin zaruretten dolayı kâfirlerle işbirliği yapmaya, onlarla dost olmaya yani bugün anlaşılan takiyyeye asla delalet etmez. Zira ayetin konusu, kâfirlerin otoritesi altında yaşayan, onların otoritesini ortadan kaldıramayan çaresiz Müslümanlara özeldir.
Yine zaruret bahane edilerek hak sözün gizlenmesi de bu konudaki handikaplarımızdandır. Yeri gelmişken kısaca ona da değinelim…
Zaruret halinde hakikatlerin gizlenmesine, asıl olanı gizleyip düşmanı sevindirecek sözlerin izhar edilmesine tavizkarların getirdikleri ayet şudur: [مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِهِ إِلَّا مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْإِيمَانِ] “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka...” [Nahl Suresi 106]
Bu da zalim yöneticiler karşısında hak sözün gizlenmesinde en çok suiistimal edilen ayetlerdendir.
Her şeyden önce bu ayetin konusu, imandan sonra inkârdır. Konu, korku ve ölüm halinde İslâm’dan irtidat etmekle alakalıdır. Ve tavizkar fıkıhçıların iddia ettiği gibi her zaruret halini de kapsamamaktadır. Özel bir hali kast eder ya da özel bir zaruret durumunda, kalbi farklı iken dili farklı söyleyebilir. İslâm ancak bu özel zaruret halinde buna izin vermiştir. Fakihlerin literatüründe buna “ikrah-ı mülci” denir. İkrah-ı mülci, tüm durumlarda şeran geçerli yegâne zorlamadır. Yani yegâne zaruret hailidir. Bu durumda zorlanandan hüküm kalkar. Şeran istisna kılınan ikrah/zorlama, kesin ölüm halindeki ikrah-ı mülcidir.
Bu ayet, Ammar bin Yasir hakkında inmiştir. Kureyş, Ammar’ı yakalayarak işkence etmişti. Anne ve babası, kâfir olmayı reddettiği için Kureyş tarafından öldürülmüşlerdi. Ammar bin Yasir’e öyle şiddetli işkence edilmişti ki tam anne ve babası gibi ölmek üzere iken ölümden kurtulmak için küfür kelimesini telaffuz etti. Yani Ammar, kendisine yapılan işkencenin ölümle sonuçlanacağını hissetti ve bir korku hasıl oldu. İşte de tam da bu duruma, İslâm’ın hakkı söylememeye cevaz verdiği “ikrah-ı mülci” diyoruz. Taberi, Ebu Ubeyd bin Muhammed bin Ammar bin Yasir’den rivayet ettiğine göre;
[أخذ المشركون عمار بن ياسر فعذبوه حتى باراهم في بعض ما أرادوا، فذكر ذلك إلى النبي صلى الله عليه وسلم فقال النبي صلى الله عليه وسلم كيف تجد قلبك؟ قال: مطمئناً بالإيمان، قال النبي صلى الله عليه وسلم فإن عادوا فعد] “Müşrikler, Ammar bin Yasir’i yakaladılar ve işkence ettiler. O da onların istediği bazı şeyleri söyledi. Ardından durumu Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e anlattı. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem de ‘Kalbin nasıldı?’ diye sordu. Ammar, ‘İmanla dolu idi.’ cevabını verdi. Bunun üzerine Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ‘Onlar yine aynısını yaparlarsa, sen de aynısını yap!’ buyurdu.” Görüldüğü gibi ayetin nüzul sebebi, Ammar olayıdır ve konusu da İslâm’dan irtidat etmektir. Dolayısıyla ayet, kesin ölüm korkusuna özeldir. Bununla birlikte zalim sultan karşısında hak sözün korkusuzca haykırılması, kınayıcının kınamasına aldırmadan hakkın dile getirilmesi İslâm’ın talebidir. Cihadın en faziletlisidir.
Kısacası, Ammar hadisesi üzerine inen ayet ile takiyye konusunun geçtiği ayet, bağlamı bakımından birbirlerinden tamamen farklıdır. Birisi, hangi zaruret şartlarında kâfirlere dost gibi görünülebileceğini beyan ederken diğer ayet ise hangi zaruret şartlarında hakkın gizlenebileceğini ya da kalp ile dilin farklı olabileceğini beyan etmektedir.
Bu izahların tamamından, takiyye konusunun da tıpkı zaruret konusunda olduğu gibi bağlamından koparıldığı anlaşılmaktadır. Zaruretin, sınırlı bir alanı olduğu ve yalnızca bu alanı kapsadığı gibi, takiyye konusu da alanı ve şartları belli bir konudur.
Sözlerimizi, derdi hak olanlara, hakkı ayakta tutmaya çalışanlara ufuk açması ve sergilemeleri gereken tavrın ne olduğunu göstermesi adına Ahmed bin Hanbel’in söyledikleriyle sonlandıralım. Amcası, Ahmed bin Hanbel’den takiyyeye icabet etmesini önerdiğinde Ahmed bin Hanbel amcasına, şöyle cevap vermişti:
“Ey Amca! Âlim takiyyeye icabet ederse, cahil de zaten cahil! Bu durumda hak ne zaman açığa çıkacak?”