Batı, asırlardır İslâm’a olan düşmanlık mücadelesini çok farklı kulvarlarda yürütmüştür. Bu kulvarların başında, sahip oldukları fasit fikir ve ideolojilerini Müslümanlara sevdirmek ve kabul ettirmek gelmektedir. İslam dünyasında baş gösteren fikrî zafiyet, Batı’nın işlerini kolaylaştırdığı bir hakikat olmakla birlikte onların asıl yardımcıları, ağızlarından ve kalemlerinden batıl fışkıran “saray âlimleri” olmuştur.
İşte bu saray âlimleri, bir yandan Batı’dan gelen fikirlere kapı açıp onlara İslami motifler giydirerek meşrulaştırırken diğer yandan kendilerince yeni kaideler/ilkeler belirlemiş, kadim ulemanın ortaya koyduğu kaideleri esnekleştirip mecrasından saptırmıştır. “Zaruret, mahzurlu olanı mubah kılar” kaidesi, saray âlimleri tarafından üretilmiş, haramları kolayca helalleştiren bir kaide olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öncelikle bilinmelidir ki; ehlisünnetin selef âlimleri böyle bir şer’i kaideyi hiç kullanmadı. Onlar, Şâriin hitabından “azamet” ve “ruhsat” meselesini aldılar. Ayakta namaz kılmaya gücü yetmeyen kişiye, “Oturarak kılabilirsin!” fetvasını verirken Allah Rasulü’nün şu hadisini dikkate aldılar: [صَلِّ قائما فإن لم تستطع فقاعدا، فإن لم تستطع فعلى جَنْبٍ] “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” [Buhari] Ya da “açlıktan ölümle yüz yüze kalan bir kişi için asıl olanın hayatta kalmasıdır” olgusundan hareketle “kendisini hayatta tutacak ne varsa yiyebileceğini” söylerken Rabbimizin şu hitabını fetvalarına dayanak kıldılar: [إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ] “Allah, size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah, çokça bağışlayan, çokça esirgeyendir.” [Bakara Suresi 173] Ehlisünnet selef âlimleri, bu ve benzer içerikli naslara bakarak “Zaruret mahzurlu olanları mubah kılar!” demedi. Bilakis, “Ruhsatın hangi durumlarda geçerli olacağını belirleyen Şâri’dir.” dedi. Hiçbir fetvayı aklından ve nefsinden vermedi. Allah onlardan razı olsun.
Geçmişte âlimlerimiz, Şâri’in hitabıyla Müslümanların yol haritasını belirlerken şimdilerde kim âlimler, belirlenmiş gayri İslami yol haritasına maalesef İslami kılıflar bulma gayreti içine girmiş vaziyettedir. Daha acı ve açık bir ifadeyle söyleyeyim mi? Hem kapitalist sistemin menfaatlerinden sonuna kadar yararlanmak hem de cennete gitmek isteyen Müslümanlara bu çıkmaz sokaktan çıkış(!) bileti dağıtmaktadırlar.
Nitekim öyle bir “zaruret” tanımı yaptılar ki, içine her türlü zorluğu dâhil ettiler. Ya da zorluk gibi görünen her şeyi… Oysa sözlükte zaruret; “büyük ihtiyaç, savuşturulamaz zorluk ve sıkıntı” anlamında kullanılırken güncel fıkıh terimi olarak; “kişiyi dinî yasakları ihlâl etmekle karşı karşıya bırakan duruma” denmektedir. Dikkat ederseniz sözlük anlamındaki “savuşturulamaz zorluk ve sıkıntı” kısmı yok sayılarak “kişinin kendince ‘zaruretten’ saydığı her şeyi kapsar” şeklinde değerlendirilmiştir.
Bu tanımlama, Müslümanlar arasında ağır travmalara yol açmıştır. Zaruret alanının çizgileri kişilere bırakıldığı için, kim neyi yapmak istediyse o yapmak istediği şeyi kolayca zaruretten saydı ve yaptı. Başörtülü bir şekilde okula gitmenin yasak olduğu dönemlerde genç kızlar, okulu bırakmak ya da başörtüsüne sarılarak okuldan atılma tehdidiyle karşı karşıya kaldığında, bu kızların imdadına saray alileri yetişti ve sihirli kelimeyi söyledi: “Zaruret!” Devletin barınma ihtiyacını karşılamak zorunda olduğu ama karşılamadığı dar gelirli bir insan ev sahibi olmak isteyip de çıkış yolu bulamadığında devrede yine “zaruret” vardı. “Çaresizlik Sebebiyle Faizli Kredi” başlığı altında yayınlanan Hayreddin Karaman’ın meşhur fetvasını okurken haramın kelime oyunlarıyla nasıl “helalleştiğine” şahit olacaksınız: “En az faizi vererek (niye verelim çoğunu, çünkü çoğunu vermek karşımızdakine vermek demektir) evet az faizi vererek en çok parayı nereden alabiliyorsak alalım diyorum. Bu devlet de olabilir, devlet dışı da olabilir; çünkü ben faizi zaruret olarak ortaya koydum; yani şurada faiz helâl, burada haram diye değil, faiz faizdir, haramdır, onu zaruret mubah kılıyor, zaruret ise miktarlarıyla takdir edilir. Az faizle işini görebiliyorsan çok faiz vermek haramdır. Öyle ise az faiz vererek nereden bulabiliyorsan bulacaksın ve iktisaden güçleneceksin.” [https://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0269.htm] Aynı şekilde demokratik seçimlere katılmaya “olur” verenlerin de, yöneticilerin “takiyye” yaptığını söyleyenlerin de kullandığı sihirli kelime hep aynıdır: “zaruret!” Nihayetinde “Zaruret hali mahzurlu olanları mubah kılar” ilkesi, maymuncuk gibi her kilidi açmış ve her sorunu çözmüştür(!). Buradan hareketle bu konuyu ve delalet ettiği sahih anlayışı ortaya koymak kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur.
Şimdi gelin, “zaruret halinin mahzurlu olanları mubah kıldığını” şer’i kaideden sayanların ileri sürdükleri delillere bakalım:
[إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ] “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.” [Bakara Suresi 173]
[فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ] “Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere (ölüme yakın) açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [Maide Suresi 3]
İleri sürülen bu deliller incelendiğinde, -iddia edildiği üzere- her zaruret halinde mahzurlu olanları mubah kılmaya elverişli deliller olmadığı görülecektir. Bu kaideyi hararetle savunanların görüşlerine asla delalet etmez. Bilakis delil olarak ileri sürülen bu ayetler, genel zaruret haline değil sadece “ölüme götüren açlık halindeki zarurete” delalet etmektedir. Yani açlık nedeniyle mecbur kalınırsa ölü eti ve benzeri mahzurlu olanlardan yemenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Ayetin sadece açlık zarureti ile sınırlı olduğunu ayet-i kerimedeki ifadeler açıkça beyan etmektedir. Şöyle ki; [فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ] “Kim, (ölüme yakın) açlık halinde dara düşerse.” Ayette geçen [مَخْمَصَةٍ] “mahmasa” kelimesi, “ölüme yakın açlık” anlamındadır. Ancak o zaman yani ölüme yakın açlık söz konusu olduğunda haram olan şeyler yenebilir. Ayet açıkça, ölüme yakın açlığı ifade ettiği için diğer herhangi bir açlık, zaruret kapsamına dâhil edilemez. Ölüme yakın açlık dışındaki normal açlık dâhil edilemediği gibi bu ayet sadece açlıkla sınırlıdır. [اضْطُرَّ] “dara düşmek”, ayette de açıkça görüldüğü gibi, ölüme yakın açlık ile sınırlıdır. Bugün yapıldığı ya da anlaşıldığı gibi diğer hususlara uygulanmaz. Lafız, genel ya da mutlak olmadığı için diğer hususları kapsamaz. Aksine sadece açlık ile kayıtlıdır.
Dolayısıyla günümüzde “heva fıkıhçıları” tarafından sıkça kullanılan “zaruretler mahzurlu olanları mubah kılar” ilkesi şer’i değildir. İlkeyi hararetle savunanların yaptığı gibi her konuya genelleştirilemez. Doğrusu şudur: bu ilkeyi savunanların dayandığı deliller, zaruret halinde Allah’ın, haram kıldığı yiyeceklerden yemek ya da içmek için Müslümana ruhsat vermesiyle sınırlıdır. Bundan öteye geçmezler. Diğer durumlarda zaruret halinde ruhsat için ise oruç ve namaz örneklerinde olduğu gibi başka delillere ihtiyaç vardır.
Görüldüğü üzere zaruret hali, bugün tavizkarların ve heva fıkıhçılarının iddia ettiği gibi geniş değil, bilakis sınırlıdır ve hangi hallerle sınırlı olduğu da nasla belirlenmiştir. Müslüman için asıl olan şerî hükümlerle kayıtlı kalmak olduğuna göre; Müslüman şer’i delilin delalet etmediği her türlü anlayış ve yaklaşımdan uzak durmalı, kendi menfaatine aykırı da olsa şer’i hükümlere göre amel etmelidir.
Kuşkusuz bu tavizkar tutum sadece âlimler ile sınırlı değildir. Yöneticiler de “takiyye” adı altında benzer bir yol izleyerek haramları helalleştirmektedir. Bu konuyu, bir sonraki makaleye erteleyelim ve bir sonraki sözümüz de onlara olsun!
Velhasıl, birçok şer’i nas bizlere, haramlardan -bunun türü ve sayısı ne kadar çok olursa olsun- kaçınmayı emretmiştir. Yine şer’i naslar -türü ve sayısı ne kadar olursa olsun-, farzları yapmayı emretmiştir. Bu, dinin esasıdır. [فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ] “Allah’a karşı gücünüz nispetinde takvalı olun!” ayetinde de buyrulduğu üzere; haramlardan gücümüz nispetinde kaçınmamız ve farzları da yine gücümüz nispetinde yerine getirmemiz, kulluğun bir gereğidir.
Rabbimiz bizleri, bütün saptırıcı ve tavizkar fikirlere rağmen şer’i hükümlerde sebat gösterip rızasına nail olabilen kullarından eylesin…