Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa seyahati aydınlar(!) arasında moda olmuştu. Gerek ticaret gerekse seyahat amacıyla birçok kişi Avrupa turlarına katılmışlardı. Çoğu döndüğünde Batı'ya duyduğu hayranlığı dillendiriyor kendi toplumunu ise küçümsüyordu. Bu seyahate çıkanlardan biri de Almanya’nın Berlin şehrine giden Mehmet Akif Ersoy’dur. Tabii döndüğünde ona da soruyorlar, “Avrupa nasıl?” diye Akif, bu soru karşısında halen güncelliğini koruyan şu cevabı veriyor: “Ne olsun, gördüğüm kadarıyla işleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi!”
Batı, İslâm’a olan kin ve düşmanlığını tarihin her döneminde belli etmiş ve halen de etmektedir. Eline geçen her fırsatta, Müslüman toplumları yok etmek, onların dinleri ile olan alakalarını zayıflatmak ve yaratıcıyla olan ruhi bağlarını koparmak için var gücüyle saldırmıştır. Bunu fiilî ordu gücü ile başaramayacaklarını anladıkları andan itibaren ise, fikrî ve siyasi saldırılara geçtiler. 1900’lü yılların başında içimizdeki hainlerin de yardımlarıyla istedikleri sonuçları yavaş yavaş elde etmeye başladılar.
Esasında Batı fikirlerinin insanı doğru bir şekilde kalkındıracak herhangi bir kaidesi yoktur. Ancak dinleri ile olan bağları gitgide zayıflayan Müslümanlar, özgürlükçü Batı fikirlerinin büyüsüne her geçen gün biraz daha kapıldılar. İşte böylesi bir süreçte, gayri İslâmi fikirlerin Müslüman toplumlara ulaşmasını, o dönemin önde gelen “kültürlüleri” sağlamıştır. Zaten Osmanlı sonrası kurulan Cumhuriyetin ilk meclisinde, bu zümreden birçoğunun milletvekili olması, geçmişte onlara nelerin vaat edildiğini ve ne uğruna dinlerini “sattıklarını” açıkça ortaya çıkarmaktadır.
Mehmet Akif Ersoy’un tek cümle ile ifade ettiği bu hazin durum, aslında o güne ait bir problem değildi. Çünkü hak ve batılın mücadelesinde küfür sistemleri, Hicri 2. Asırdan beri, İslâm’a ve onun kutsallarına karşı sistematik şekilde saldırdılar. Bir aşamada başarılı olamadıklarını görünce hemen diğer aşamaya geçtiler. İslâm’ı yıkma fikrinden hiç ama hiç vazgeçmediler. Bu saldırıları birkaç başlık altında kısaca ifade edecek olursak;
A- Nassa Yönelik Saldırılar: Kâfirler İslâm’ın önce naslarını hedef aldılar. Çünkü gücün nereden geldiğini çözmüşlerdi. Kur’an ayetlerini bozamayacaklarını bildikleri için de hadislere saldırdılar. Binlerce sahte hadis uydurarak şer’î hükümlerde şüphe oluşturma yoluna gittiler. Ancak bunu fark eden hadis âlimleri, ravi zincirleri üzerinde dakik bir araştırma yaparak hadislerin uydurma olanlarını tespit ettiler.
B- Nassın Anlaşılmasına Yönelik Saldırılar: Burada ise dile yönelik saldırılar var. İslâm, her ulaştığı yere Arapçayı da götürmüştür. Çünkü Arapça ve İslâm ayrılmaz bir bütün olup Arapça, İslâm kültürünün esasi bir unsurudur. İşte bu yüzden şer’î hükümlerin anlamını bozmak ve zihin karmaşası oluşturmak için sürekli Arapçayı hedef aldılar.
C- Nassın Vakıaya İntibakına Yönelik Saldırılar: Şer’î hükümler hayata dair tüm sorunları çözdüğü müddetçe Müslümanların İslâm’a olan bağlarının zayıflamayacağını anladılar. Bu yüzden şer’î çözümlere yönelik saldırı başlattılar. “İslâm’ın hükümlerinin geçmişte kaldığını” ve “yeni meselelere çözüm sunamadığını” dillendirerek, Müslümanların kalbinde şer’î hükümlere karşı şüpheler oluşturdular.
İşte bu saldırılar neticesinde Müslümanlar özellikle 1800’lü yılların sonlarına doğru çok ciddi kırılımlar yaşadı. Bu kırılımlardan cesaret alan Batılı devletler, öldürücü darbeyi ise 1920’lerde vurarak, Müslümanların gücünün ve kuvvetinin kaynağı olan Hilâfet’i kaldırdılar. Bu noktadan sonra İslâm, hayat sahasından koparıldı, şer’î hükümler kamusal alandan çıkarıldı, İslâm kalplere hapsedildi ve hayat sahasında Batı’nın bozuk fikirleri tatbik edilir oldu. Müslümanlar ferdî olarak imanlarını korumaya çalışsalar da Batı hadaratı onları çok hızlı bir şekilde değiştirdi. İşte bu süreçte, samimi ve ihlaslı Müslümanların katledilmesi de dâhil olmak üzere, her geçen gün daha da kötüye doğru giden bir ivme ile günümüze kadar gelindi. Artık Müslümanlar dinlerinin hükümlerine riayet etmiyorlar, haramlardan kaçınmıyorlar, ibadetlerini yapmıyorlar. Yaşantıları da tıpkı gayri Müslimlerin yaşantıları gibi oluverdi. Bakın, daha dün yılbaşı kutlamaları adı altında, Batı hadaratının Müslümanlar tarafından nasıl sahiplenildiğini gördük. İçkilerin su gibi tüketildiğini, “şans oyunu” adı altında kumarın her türlüsünün vücut bulduğunu, fuhşiyatın tüm rezilliklerinin yaşandığını… ne yazık ki hayretler içinde izledik.
Müslümanlar, Allah *Azze ve Celle’*ye iman etmiş olmalarına rağmen, faizinden zinasına, içkisinden kumarına, hırsızlıktan yalana kadar, ne kadar haram varsa hepsinin içine düşmüş, günah çukurunda adeta boğulmaktalar. Mehmet Akif’in dediği gibi Müslümanların yaşantısı kâfirlerin dini gibi oldu. Papa bir konuşmasında “Hristiyan kadınlara söyleyin boyunlarına haç taksınlar. Müslüman kadınlardan farklı olsunlar.” demiştir. Bir Müslümanın duyacağı en ağır hakaretlerden biridir bu. Ama maalesef durum öyle bir yere geldi ki çoğu Müslüman kadın, kâfirlerden ayırt edilemiyor. İşte içinde bulunduğumuz bu çöküntü, aslında bir asırdan fazladır süregelen bir kırılımın sonuçlarıdır.
Oysaki tarihe dönüp bir bakalım. İslâm, gittiği her yere hayrı, adaleti ve huzuru götürüp, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmışken, Batı’nın necis demokrasisi kan, zulüm ve sömürüden başka hiç bir şey sunmamıştır. Öyleyse özümüz olan İslâm’a dönmek varken, Batı özentisi bu imitasyon hayat niye?
وَاِنْ تُطِـعْ اَكْثَرَ مَنْ فِي الْاَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ
“Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar…”[En’âm 116]
Selam ve dua ile…