Yıl 2012, Suriye devriminin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişti. İran ve Hizbullah milislerinin yardımı işe yaramamış ve rejim çöküşe çok ama çok yaklaşmıştı. ABD ve sömürgeci ülkeler her geçen gün mevzi kaybeden aynı zamanda da psikolojik olarak çöken Suriye rejimini kurtarmak için toplanıp işe koyuldular. Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez ülkeleri de efendilerinin peşine takıldılar. Havadan ve karadan ağır silahlarla gerçekleştirdiği katliamlara rağmen Suriye rejiminin kazanamayacağını anlayan Batılılar, devrimi boğmak için Beyaz Saray’da yazılan reçeteyi uygulamaya koydular.
Batılı ülkeler, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Tunus gibi bazı ülkeleri kullanarak SUK (Suriye Ulusal Konseyi) ve SMDK (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu) gibi kurumları muhalefet meclisi olarak öne sürdüler. Burhan Galyum, Riyad Seyf, Muaz el-Hatib gibi kişileri muhalefete liderdik için bu kurumların başına atadılar. 2012 yılında SMDK Başkanı seçilen ve dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından özellikle desteklenen Muaz el Hatib, o günlerde her cumaya bir isim verilen Suriye’de; “Ey Obama korkma! Hepimiz bu Koalisyon’un yanındayız.” sloganının cuma gösterilerinde kullanılması için halka ve devrimcilere çağrı yapmıştı.
Suriye sahasını kontrol etmek için söylenmiş ama işe yaramayan, ağızdan çıktığı için geri dönüşü de olmayan bu sözleri sarf ettiği o günden sonra Muaz el-Hatib’in ne bir yerde ismini duyduk ne de resmini gördük. Onun gibi ideolojik İslami düşünceden yoksun olanlar ve maslahatı her şeyin önüne geçirenler, devrime liderlik yapmak yerine kaybolup gittiler. Ve ABD’nin Şam Büyükelçisi Robert Ford’un organizasyonunda Tunus, Doha, İstanbul ve Antalya’da yapılan “Suriye Dostları Konferansları”ndan sonra mesele, Brüksel, Cenevre, Soçi ve Astana’daki toplantılar ile bugünlere taşındı.
Suriye’de devrimin İslami Hilâfet ile taçlanması için Hizb-ut Tahrir’in yaptığı çağrı; Şam, Halep, İdlib ve daha başka şehirlerde, meydanlarda yankı buldu. Türkiye ve Körfez ülkelerinin devrimi akamete uğratmak için yaptıkları çalışmaları ve gerçek yüzlerini gören Abdulkadir Salih ve daha başka grup liderleri, Amerika ve rejim ile paylaşılan istihbarat bilgileri sebebiyle suikasta uğrayıp şehit oldular. Hizb-ut Tahrir, hem Suriye hem de Filistin, Ürdün, Lübnan ve Türkiye’de yaptığı çalışmalar ile Suriye’deki ihanetleri, kirli planları ifşa etti, tuzakları bozdu ve Obama’nın saçlarını ağarttı.
Sonra IŞİD çıktı… İç çatışmalar ve fitneler zuhur etti. Amerika’nın yönlendirmesi ve oluru ile Rus güçleri Suriye’ye girdi. Peşinden Türkiye, aynı emir ve olur ile IŞİD ile mücadele bahanesiyle Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. “Fırat Kalkanı Halep’e Kumpas Harekâtıdır” dediğimiz halde gruplar tek tek Türkiye’nin kuyruğuna takılarak mevzi kaybettiler. Halep dâhil birçok şehir rejime teslim edildi. Kazanılar topraklardan geriye sadece İdlib kaldı.
Hizb-ut Tahrir Devrim Ateşini Körüklüyor; HTŞ Maslahat İçin Tutukluyor
Bugün İdlib’de siyasi bir otorite yok, sadece kendi örgütsel varlığını korumak ve menfaatlerini sürdürmek için çalışan bir grup (HTŞ - Heyet-i Tahriru’ş-Şam) var. Bunun için HTŞ, devrim ateşini körükleyen Hizb-ut Tahrir mensuplarını tutukluyor, rejime karşı yeni cepheler açmak isteyen savaşçıları ve aşiret liderlerini “fitneci” olarak görüyor. Normalleşmeyi kabul etmeyen, rejim ile görüşmeye, silahsızlanma ve ateşkese razı olmayan bağımsız aktivistleri, basit güvenlik ihlallerini bahane ederek hapse atıyor. Şafak vakti Müslümanların evlerine baskınlar düzenleyip mahremiyeti çiğniyor. İdlib’de cadde ve meydanlarda düzenlenen gösterileri terörize ederek kendisini hak üzere eleştirenleri marjinalleştirmeye çalışıyor.
Bunları yaparken de Müslümanlara göre “gayrimeşru ve işgalci bir devlet” olan ABD nezdinde meşruiyet kazanmak için HTŞ’nin "Avrupa’ya ve ABD’ye herhangi bir tehdit oluşturmadığını ve terör listesinden çıkarılması gerektiğini" söylüyor. Ve çok daha önemlisi bütün bunlara gerekçe olarak 12 yıl önce Muaz el-Hatib’in ve Muhaysini’nin öne sürdüğü argümanların aynısını kullanıyor; *-“Maslahat” diyor. “Daha büyük zararı def etmek için en az zararı kabul etmeyi gerekli kılan” bu maslahat, yalnızca HTŞ liderliğinin anlayış ve takdirine göre belirleniyor. Siyasi basiretten yoksun olan HTŞ liderliği, siyaseti “maslahatların kesişmesi” olarak görüyor.
İşte Hizb-ut Tahrir’i SUK, SMDK ve HTŞ’den ayıran en önemli şey; siyaseti, “insanların işlerinin yalnızca İslam’ın hükümlerine göre güdülmesi” olarak tarif edip bu şekilde kabul etmesidir. Hizb-ut Tahrir liderliğini diğer liderliklerden ayıran şey; sadece şer’i delillere dayalı meşru maslahatları kabul etmesi ve maslahatların siyasete yön veren ana ilkeler olduğuna inanmasıdır. Hizb-ut Tahrir, bu ilkelerden taviz vermediği için 12 yıldır aynı yerde duruyor: ne rejim ile ne sömürgeci ülkelerin temsilcileri ile ne de bölge ülkelerinin istihbarat örgütleri ile bir temas kuruyor. Bunu (temas kurmayı) maslahat olarak görmüyor ve böyle bir şeyi, dökülen kanlara ihanet sayıp “haram” addediyor.
Bu sahih irade ve siyasi uyanıklık kendisinde olmadığı için HTŞ, yabancı istihbarat örgütlerine çalıştıkları iddiası ile 300’e yakın üyesini tutukladı. Hatta örgütün lider kadrosundan olan Ebu Mariya el Kahtani ile ilgili dün bir açıklama yayınladı. HTŞ liderliği tarafından yapılan 17 Temmuz 2023 tarihli açıklamada Kahtani’nin "bazı taraflarla gereksiz bir şekilde irtibat kurduğunun" tespit edildiği bu sebeple de grup içerisindeki tüm görevlerinin askıya alındığı duyuruldu. Bölge kaynakları, Ebu Mariya Kahtani'nin HTŞ merkezinden bağımsız şekilde temas kurduğu tarafların Amerikan ve Türk istihbaratları olduğunu ileri sürüyor. HTŞ içerisindeki bu casusluk soruşturmalarının liderliği aklamak için yapıldığı, İdlib’de yapılan halk gösterilerinde “sıra sende Cevlani” sloganlarının atıldığı ifade ediliyor.
Hizb-ut Tahrir, sömürgeci ülkelerin işbirlikçiler ve istihbarat örgütlerini kullanarak hazırladığı tüm siyasi oluşumları reddediyor, dışarıda yapılan konferans ve toplantılara katılmayı haram kabul ediyor, ateşkes ve askeri anlaşmaları devrime kurulan bir tuzak olarak görüyor. Baas rejiminin tümüyle devrilmesi, küfür nizamının yıkılması ve yerine Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasını istiyor. Bunun için Batı ve işbirlikçi rejimlerle ilişkilerin tümüyle kesilmesini şart koşuyor.
HTŞ ise dışarıda yapılan konferans ve toplantılara katılmayı reddettiğini söylemesine rağmen, bu toplantılarda alınan kararları kabul ediyor ve anlaşmalara uyuyor. Zebedani, Keferya ve Fua’da yapılan geri çekilme ve ateşkes anlaşmaları için “maslahat” diye bir gerekçe buldu. Türkiye ile Rusya arasında yapılan ve Suriye’nin kuzeyinde bir tampon bölgenin oluşmasını sağlayan Moskova Anlaşmasını (2020) HTŞ uyguladı. Böylece bu bölgede Esad rejimi ile de güya bir ateşkes ilan edildi. HTŞ, o zamandan beri mücrim rejime karşı burada yeni bir savaş başlatmadı. Hatta cepheleri hareketlendirmek isteyen başka devrimci grupların liderlerini ve savaşçılarını tutukladı. Türkiye rejimi ile bağını koparmasını ve mücrim Baas rejimi ile savaşmasını talep eden Hizb-ut Tahrir’in üyelerini tutukladı. Bütün bu yaptıkları, Hizb-ut Tahrir’in İdlib ve Suriye’deki popülaritesini ve güvenilirliğini daha da çok artırdı. HTŞ’nin ise kendi varlığını korumak, liderlerin ve ilişki içinde olduğu devletlerin maslahatlarını gözetmek için zorbalığa başvurmaktan başka yolu kalmadı. Bu yol, ne zelil bir yoldur.
Tüm olumsuzluklara, ihanetlere, hatalara, cürümlere, fitnelere, basiretsizliklere ve tecrübelerden alınmayan ağır derslere rağmen umutlar elbette tükenmedi. Suriye topraklarında, Biladu’ş-Şam’da devrim rüzgârları hep sert esecek, zalimler asla rahat uyku uyuyamayacak. Devrim ateşi yeniden yanacak ve Şam toprakları körük gibi öğütmeye devam edecek. Ta ki Hilâfet kurulana kadar…