Medyaya yansımış birçok haber var; “Suriyeli muhalifler Libya’da”, “Suriyeli muhalifler Karabağ’da” manşetlerini hepiniz görmüşsünüzdür. Oysa bir tarih yazıyordu Suriyeli muhalifler 2015 yılına kadar…
Suriye Ordusu’na bağlı subaylar devrimin ilk yıllarında tek tek istifa ettiklerini sosyal medyadan servis ediyor ve Esed rejimine karşı cephe aldıklarını açıklıyorlardı. Bu diktatör yapı Baba Esed’den beri Müslüman halka kan kusturmuş ve istihbaratın “Şebbiha” denen cellatları tarafından keyfî olarak tutukladığı siviller akıbetleri belirsiz bir sona mahkûm edilmişti.
Bu düzenden “İsrail” ve nihayetinde ABD memnundu zira çıkarları doğrultusunda hareket eden bir rejim vardı. Bu memnuniyetini 2018 yılında Putin ile Moskova’daki görüşmesi sonrasında Netanyahu şöyle açıklıyordu:
“Golan Tepeleri’ne (‘İsrail’in işgal altında tuttuğu Suriye toprağı) 40 yılı aşkın süredir rejim tarafından tek mermi atılmadı. ‘İsrail’, Esad rejiminin Suriye’deki varlığına karşı değil.”
Bu açıklama, Esed rejiminin varlığını korumanın kimin işine geldiğini ortaya koyuyor. ABD, Ortadoğu’da Müslümanlara İngiltere tarafından saplanmış hançeri artık elinde tutuyor.
Suriye’deki ayaklanmalar, ilk olarak Dera’da küçük yaştaki bir grup öğrencinin okul duvarına “Halk rejimin yıkılmasını istiyor!” şeklinde yazı yazmalarının ardından gözaltına alınmaları ve işkence görmeleri sonucu patlak verdi. Çocuklar, kadınlar, masum Müslümanlar vahşi rejimin işkenceleri altında katledildi.
Sivil ayaklanmaları rejim, tanklarla bombalamaya girişince silahlı direniş başladı. Vahşi Esed rejimi elindeki Scud füzeleri bitince, kimyasal silahlara başvurdu. 2011 yılından 2015 yılına kadar büyük başarı gösteren devrim, şehirlerin rejimden kurtarılmasıyla zirveye ulaştı. Sokaklarda ve caddelerde “Halk Hilâfet’i, İslâm nizamını istiyor!”, “Ebedi liderimiz efendimiz Muhammed!” sloganları Batı’da, Rusya’da, İran’da, Türkiye’de ve tüm dünyada alarm zillerinin çalmasına neden oldu.
Kapitalist demokratik laik nizama bağlılık ve bu sistemden uzaklaşınca yok olacağına inanmış köle zihinler taşeron olarak devreye giriverdi. Devrimin İslâmi bir devrim olması, egemen dünya nizamını ürküttü. Obama, Suriye devriminin saçlarını ağarttığını bir açıklamasında itiraf etmişti. “Yoksa bekledikleri sonu başlatacak ateşin kıvılcımı bu muydu?” sorusu akılları meşgul etmeye başladı.
Yukarıda “2015 yılına kadar” demiştim zira devrimi sabote etmek için tuzaklar kurulmaya başlanmıştı. Bir yandan Lübnan’dan İran’ın partisi ve kendisi müdahil oldu. Suriye devrimini akamete uğratmak ve İslâm ile Hilâfet’i zihinlere korku dolu bir hatıra olarak kazımak için icat edilen DEAŞ, öteki taraftan kapitalizme kul olmuş –sözde- komünist PYD bir kaos çıkartarak rollerini oynadılar.
Bu yetmeyince Rusya, birtakım menfaatler sunularak Washington tarafından devreye sokuldu. Bu menfaatler arasında, S-400 ticareti, Kırım’ın işgali, Avrupa’ya doğalgaz ve petrol ihracatı gibi meseleler var ama detaylı girmeyeceğim.
Ve en sonunda Astana süreci ile başlayan şeytani plan…
Rusya, Türkiye ve İran üçlüsünün çalışmalarıyla devrim 5 yıl sonra esaret altına alınıp seküler bir temele oturtuldu. Muhlis komutanlar suikastlarla katledilip kuvvetler “ÖSO (Özgür Suriye Ordusu)” denilen yapıya entegre edildi. Bu yapı ve onların peşinden giden gruplar Türkiye’nin kuzeyde icat ettiği operasyonlar ile tamamen Suriye içlerinden çekilerek kurtarılmış bölgeleri ordusu olmayan Rusya ve İran destekli Esed rejimine teslim etti. Radikal-ılımlı diye ikiye bölünen devrim güçlerinin büyük bir kısmı ise İdlib’e sıkıştırıldı. İdlib’i Rusya ve İran desteğinde ve Türkiye’nin gözlem kuleleri nezaretinde kemiren Esed rejimi artık son darbeyi vurmaya heveslenirken, ABD’nin siyasi çözümü kabul edilene kadar rölantide beklemeye devam edecek gibi gözüküyor. Cenevre’nin altyapısı olan Astana masasında –sözde- devrimi satmakla görevli memurlar, Suriye halkının katilleri ile güle oynaya son imzayı Cenevre’de atmaya hazırlanıyorlar.
Biraz araştırınca Astana platformunun, Suriyeli politikacı “-sözde- Esed karşıtı” Randa Kassis tarafından yönetildiği bilgisine ulaşıyorsunuz. Bu kadın, pek gözlerden uzak bir şekilde görevini sürdürse de Abdullah Gül ve Yaşar Yakış ile çekilmiş fotoğrafları da var. Randa Kassis, Fransız-Suriyeli bir siyasetçi ve seküler bir düzeni savunuyor. Kassis, Suriye’de -sözde- barış sürecini kolaylaştırmak için İran ve Türkiye’nin başkanlık yaptığı BM ve Astana grubunun kabul ettiği, bir anayasa komitesi oluşturmanın önemini vurgulamıştı. Bugün ise bu anayasa çalışmaları son hızla devam ettiriliyor. Osmanlı İslâm Devleti’ni Beyrut’ta ve daha sonra Şam’daki Hristiyanların öncülüğünde sürdürülen misyoner çalışmalarla yıkmayı başarmış Batı, zihinlere soktuğu Arap milliyetçiliği temelinde Suriye’de son planını devreye sokmuş görünüyor. Elbette Batı, güneyimizde Arap milliyetçiliğini körüklerken, Anadolu’da da üst katmandaki hainler vasıtasıyla Türk milliyetçiliğini körüklemişti. Osmanlı yıkılınca ümmet parçalanmış, sınırlar çizilmiş, mayınlanmış ve milliyetçilik fitnesiyle ulus devletler kutsanmıştı.
Nereden nereye? “Ölmek var dönmek yok. Allah için Allah için” diyen devrim güçleri hile ile evrilmiş, İlahi pusulasını ve fikirlerini kaybetmiş. Bugün Cenevre’de laik bir anayasanın maddelerini yazıyorlar. Suriye muhalefeti Türkiye’nin kanatları altında Astana’dan Cenevre’ye doğru giden sürecin, 9 yıldır savaştıkları rejimin başarısına açılan bir kapı olduğunu ve mazlum Müslümanlar için karanlık bir kuyuda son bulacağını bile bile ihanet adımlarını atmaya devam ediyor.
Davası olmayan bir yığına dönüştürülmüş ve en son adına SMO (Suriye Milli Ordusu) denilen yapı, Esed’in yeniden devlet başkanı olarak selamlamak için kuzeye çekilmiş nöbet tutuyor. İdlib’de ise bu görevi HTŞ (Heyet Tahrir Şam) üstlenmiş, Astana ve Cenevre’nin bir ihanet olduğunu söyleyenleri toplumdan tecrit etmek için cezaevlerinde tutuyor.
SMO, Şam’a yürüyüp Şam tağutunu yıkmak yerine, süreci uzatıp çaresizlik ve sefalet ile bezdirdiği Suriyeli Müslümanları Batı’nın ölümü gösterip sunduğu sıtmaya razı etme derdinde. Medyada yayılan bilgilere göre SMO’nun artık Türkiye’nin kanatları altında Libya ve Azerbaycan’a savaşçı ihraç ettiğini söyleniyor.
Bakü’de zafer geçitleri düzenlenirken, Ermenistan’ın terk ettiği Karabağ’a Rusya yerleşiyor. ABD Güney Kafkasya’ya sızmak için oyunlarına havuç ve sopayla devam ediyor.
Öteki taraftan ABD, Avrupa’nın kontrolündeki Libya’da tutunmak için kurduğu cephelerde sonuç almaya çalışıyor. Yazık ki Washington’ın bu arzularına ulaşması için oluk oluk akan Müslümanların kanı üzerine kurulan köprülerle yol açılıyor.
Ellerinde güç olduğu hâlde bekleyip sefalet ile bezdirme yoluna gidenlerin bu çirkin tutumu, tıpkı Üstad Esad Mansur’un makalesinde yer verdiği Yaser Arafat’ın ihanetine benziyor.
Arafat, 15.11.1988 tarihinde Yahudi varlığını tanıdığını, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti’nin kurulacağını ilan etmişti. Gazeteciler, Arafat’ın danışmanlarından birine şöyle sormuştu: “Neden 20 yıl göstermiş olduğunuz fedakarlıkların ardından ‘İsrail’i tanıyorsunuz? Neden onu, (Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’nün liderliğini aldığı gün) kabul etmediniz?”
O da şöyle demişti: “‘İsrail’in tanınması için yirmi yıl geçmesi gerekiyordu.”
Ellerinde güç olduğu hâlde insanların zaferden ümidini kesmesi için evsiz, aç, mülteci konumuna düşürülmüş sefalet içinde bekletenler, Esed rejimini selamlamak için 2011 yılında başlayan mübarek Suriye devriminin muhtemelen 10. Yılında Cenevre’de atılacak imzalarla son bulması için gün sayıyor…
“Esed rejimini selamlamak için 10 yıl geçmesi gerekiyordu” repliğini bakalım kim zikredecek?
[وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً اَث۪يماًۚ] “Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” [Nisâ 107]