Seçimlerin 1,5 yıl öne alınmasıyla başlayan kritik süreç, 24 Haziran’da Amerikan Başkanlık modeline geçilmesinden sonra kendini daha da şiddetli hissettirir oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Beştepe'de düzenlenen bir etkinlikte, “bizde kriz falan yok, inanmayın… Hepsi manipülasyon” dedi ve ekledi: “Burası Türkiye, ABD değil. Artık burada dolar molar yok, Türk lirası var.” Evet. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “şimdi ihya dönemini yaşıyoruz. Kriz mriz yok, sakın inanmayın” dedi.
Bu açıklamalar karşısında halk ne yapsın: Yaşadığına mı, gözüyle gördüğüne mi, cebine ateş düşüren zamlara mı yansın? Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “siz yalan söylüyorsunuz” mu desin? Hangisini yapsın?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bu açıklamaları yapmaya iten kritik süreçte para piyasalarına müdahale eden iki kurum öne çıktı. Birincisi, Türkiye Bankalar Birliği, ikincisi ise Merkez Bankası oldu.
Bankalar Birliği’nin 19 Eylül’de yayımladığı açıklamada, bankaların ve şirketlerin ticari faaliyetlerine yardımcı olunacağına vurgu yapılarak şöyle denildi: “Ekonomimizde yaşananlar dikkate alınarak, bankalar ve finans kurumlarının borçlularla yapacakları yeniden yapılandırma sözleşmelerinde uyulması gereken prensipleri düzenleyen bir protokol hazırlanmıştır.” Buna göre; borçlarını ödeyemeyecek durumda olan koca finans şirketlerinin borçlarının bu süreçte yeniden yapılandırılacağı ifade edilmiş oluyordu.
Para piyasalarına müdahale eden bir diğer kurum olan Merkez Bankası da, 23 Mayıs ve 7 Haziran tarihlerinde faiz artırımına gitti. Türkiye böylece, dünyada faiz oranı en yüksek dördüncü ülke oldu. Merkez Bankası açıklamasında, fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda eldeki bütün araçları kullanmaya devam edeceğini duyurdu. Yine Eylül ayında birer hafta arayla faiz arttırımına giderek mali piyasalara tekrar müdahalede bulundu.
Merkez Bankası’nın bu hamlesiyle o tarihte dolar/TL 4.56 seviyesinden 4.46 seviyesine kadar indi.
Bu gelişmelerden sonra dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, şahsına ait Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Politika setini güçlendireceklerini, enflasyon ve cari açığın yılın ikinci yarısında düşüş trendine gireceğini belirtti.” Piyasalara iyimser bir tablo çizdi.
Seçimlerden sonraki son üç ayda ise hızlı bir siyasi ve ekonomik hareketlilik gözlendi. Bir yanda İdlib meselesi, diğer yanda ekonomik kriz, bir diğer yandan da uluslararası aktörlerin açıklamaları ABD, İngiltere ve Rusya ile yapılan bürokratik görüşmeler trafiği oldukça hızlandırdı. Muhakkak yaşanan gelişmelerin hepsini burada ifade edemeyiz. Ancak kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1 Dolar, 4.50 lira seviyesinden 7 lira seviyelerine yükseldi. Bu hızlı artış, yılbaşından bu yana Liraya “yüzde 60” değer kaybettirdi. Artan enflasyonla birlikte;
*Petrol fiyatlarına sürekli yapılan zamlar karşısında halktaki hoşnutsuzluğu minimize etmek için artışların pompa fiyatlarına yansımamasına ve ÖTV’den düşülmesine karar verildi.
*Elektrik tüketimi zamlandı.
*Toptancı ve market fiyatlarına en düşük yüzde 30 zam yapıldı. Halkımıza yansıtılan ise daha fazla…
*Okulların açılmasıyla kırtasiye ürünlerine yüzde 100'ün üzerinde zam yapıldı.
*Ekonomik sebeplerden dolayı tavukçusundan benzincisine, kuyumcusundan, tekstilcisine varana kadar, şirketler ödeyemedikleri borçları için “konkordato” talebiyle mahkemeye başvurdu. Son 1 yılda; Makro Market, Dizayn Boru, Aker İnşaat, Hotiç, Keskinoğlu, Remoil gibi iflas durumunda olan firmaların sayısı 13’e ulaştı.
*Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Bu ülkede Dolar ile Euro ile kira, mira yok. Bundan sonra Türk Lirası geçer. Burası Türkiye, ABD değil. Burada Türk Lirası'nın hükmü vardır” açıklaması sonrasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Dolar üzerine yapılan kira sözleşmeleri Liraya çevrildi.
Buna karşın, büyük bir kısmı döviz ile yapılan Kamu Özel İşbirlikleri (KÖİ) projeleri ile Hazine garantili havalimanı, otoyol, köprü, enerji santralleri ve hastane inşaatı anlaşmaları da yeni kararname gereği olarak da TL’ye çevrildi mi?
TL’nin yaşadığı değer kaybı tüm Türkiye halkının ortak sorunu iken, köprü ve otoyollara verilen Hazine garantileri halkın üzerine ağır bir yük bindirirken, dolar zengini müteahhitler ise döviz garantili gelirlerini katbekat artırmayı sürdürdü.
Bilindiği üzere Hazine, geçiş ücreti farklarının yanı sıra belirlenen rakamdan daha az geçen araçların ücretlerini de döviz kurları üzerinden ödüyor. Örneğin; Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim köprülerinden geçiş ücreti dolara endeksli olarak alınıyor. Bu köprüler Türkiye’nin değil mi? Geçişlerde neden dolar birim fiyatı baz alınıyor? (Köprü sözleşmesinde mevcut kurala göre; ilgili yılın 1 Ocak tarihindeki dolar kuru esas alınarak bu kurun TL karşılığı bir yıl boyunca geçerli oluyor.)
Buradan soruyoruz: Sayın Cumhurbaşkanı, burası madem Türkiye, o halde neden otoyol ve köprü geçişleri hâlâ dolar kuru üzerinden ücretlendiriliyor? AVM’lerde, evlerde ve dükkânlarda dövizle kiralama ve satış dönemine son verilirken, otoyol ve köprülere halk neden hâlâ dolar üzerinden para ödüyor? Bu yanlıştan ne zaman dönülecek?
Peki, İstanbul Boğazı’ndan geçişler neden dolar üzerinden ve üstelik 35 yıl önce sabitlendiği 2.78 dolarlık bedel üzerinden yapılıyor? 1983 yılında 1 gram altın karşılığı 2.78 dolar üzerinden hesaplanarak sabitlenen Boğazlardan geçiş ücreti bugün neden güncellenmiyor? Bugün 1 gram altının yaklaşık 40 Dolar olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin bugüne kadar kaybettiği trilyonların hesabını kim verecek? Boğazlar Türkiye’nin değil mi? Neden hala bu uygulama devam ediyor, sayın Cumhurbaşkanı?
Mitinglerde, seçim meydanlarında verilen vaatleri hatırlayın… Türkiye’de 16 yıldır tek başına iktidar olan AK Parti, ekonomideki kötü gidişe acil önlem alacaklarını, halka daha müreffeh bir hayat sunacaklarını, “Demokratik Başkanlık” modeliyle Türkiye’nin uçuşa geçeceğini söylüyordu. Daha seçimin üzerinden 3 ay geçmeden gelinen manzara ortada… Verilen sözler, vaatler hep hayal oldu…
Oysa İslâm iktisat nizamında, aldığı zamlarla gündem olan elektrik ve elektrik santralleri, su, doğalgaz, otoyollar, köprüler, okul ve hastaneler… hepsi kamuya ait mallardır. Devletin bu kamu mallarını maliyet ve hizmet giderinin üstünde ücretlendirmesi, bunlar üzerinden zengin fakir ayırt etmeksizin vergi alması ve bu vergileri sürekli kılması haramdır. Bunlardan elde edilen bir gelir söz konusu olursa da bu gelirin tebaaya dağıtılması ya da kamu yararına bir takım yatırım ve hizmet olarak döndürülmesi gerekmektedir.
Fakat içki, kumar, zina ve faizi meşrulaştıran laik sistemden ve yöneticilerinden bunu beklemek elbette ki abesle iştigaldir.
Böylesi bir uygulama ancak, İslâm akidesini ve akideden çıkan hükümleri hayatta hâkim kılacak, Allah’a hakkıyla itaat edecek, helali-haramı gözetecek ve sömürgeci kâfire haddini bildirecek olan Râşidî Hilâfet Devleti’nde mümkündür.
Allah Subhanehu ve Teâlâ tüm Müslümanlara ve bizlere o kutlu devletin emânı altında yaşamayı nasip etsin…