Kapitalizm, siyasi, ekonomik, toplumsal tüm krizlerin sebebi olduğu gibi salgınları, afetleri felakete çeviren temel nedendir. Bir asırdan beridir ümmetin siyasi, kültürel ve sosyal hayatında pek büyük sarsıntı ve alt-üst oluşlar meydana getirmiştir. Medeniyet kodlarını tersyüz ederek büyük sosyal çalkantılar ve infiallere neden olmuştur. Şimdi de inşa ettirdiği mukavemetsiz binalarla depremin yıkım katsayısını en üst seviyeye çıkararak başka bir yüzünü göstermiştir.
Yıllar önce öğretmen olarak atandığımda ilk tayin yerim Edirne/Keşan/Çamlıca kasabası olmuştu. İslami ilimleri tahsil etmiş biri olarak taşıdığım mesajın farkında olmam yükümü ağırlaştırmıştı.
Bir gün, gıyabında ateist olduğunu öğrendiğim Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinden biri ile yan yana seyahat etme fırsatı buldum. Aramızda çok verimli bir diyalog kurarak dinin hayata etkisi üzerinde tartıştık. Bir doktor adayı olması hasebiyle kendisine alkolün zararlı olup olmadığını sordum. Kendisi içtenlikle alkolün onlarca zararını bir bir saydı. Ardından içki içip içmediğini sorduğumda içtiğini belirtti. Bunun üzerine ben kendisine şöyle demiştim: “Bakın ben sizin kadar içkinin zararlarından haberdar değilim. Fakat sırf Allah haram kıldığı için içmiyorum.” Bu, din ve bilimin bir birinden bağımsız olamayacağına dair güzel bir örnek teşkil etmişti. Bugün depreme dayanıklı konutların nasıl yapılacağı ile ilgili her şey bilinmesine rağmen buna uyulmaması, tıp öğrencisinin içki içmeye devam etmesiyle aynı değil midir?
İşte Laik Devletin oluşturduğu seküler toplumun, akidesinden koparak dünyevileşen bireylerin sergilediği davranış biçimi tam da budur. Evet, Cumhuriyetin kuruluşundan önce de sonra da bilim hep vardı. Ancak kapitalizmin hayata uygulanmasından ibaret olan Laik Demokratik Cumhuriyetin resmî ve gayri resmî her meslekten yetiştirdiği insanlar liberalleşerek sırf kendi zevk ve çıkarını düşünür hale geldiler. Laik anlayışa göre devlet, bireysel özgürlüklerin teminatıdır. Devlet, bireylerin tüm dünya zevklerinden özgürce yararlanmalarını sağlayacak alt yapıyı hazırlamak ve bununla ilgili güvenliği sağlamak için vardır. Birey de devletin oluşturduğu bu alt yapı ve sağladığı güvenli ortamda daha fazla kazanç, daha fazla maddi imkân, daha fazla harcama ve daha fazla hayattan zevk alma peşinde koşan bir kişiliğe dönüşmüş olmaktadır. Laik Devlet bireyin özgürce bir hayat yaşamasını teminat altına alırken, aynı zamanda onu ahirette hesap verme, cennet ve cehennem kaygısından da kurtarmakla mükelleftir. Artık bireyin dilediği gibi yaşamasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Öyle ki; Müslümanların devletten bağımsız gönüllü olarak yürüttükleri iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma ameliyesi bile özgürlüklere müdahale sayılmıştır.
Nitekim somut-soyut tüm özgürlükler devlet güvencesi altına alınmıştır. Düşünce bazında birey istediği din ve inanca sahip olabilir, istediği dine girip çıkabilir. Benimsediği dinin gereklerini yerine getirip getirmeme özgürlüğüne sahiptir. Herhangi bir düşünce akımını benimseyebilir, bu düşünce akımının propagandasını yapabilir ve bu düşünceyi örgütleyerek ona çağırabilir.
Eylem bazında ise birey mutlu olmak için daha fazla kazanmak ve daha fazla harcamak mı istiyor? Bunun için hemen hemen her işi yapabilir. İsterse vergisini vermek şartıyla faiz alıp verebilir, faiz alıp veren banka kurabilir, insanlara para satarak faizli kazanç elde edebilir. Zevk almak için içki içebilir, üretebilir ve içki alıp satarak kazanç elde edebilir. Zevk almak için kumar oynayabilir, kumarhane açabilir ve kumarhane işleterek kazanç elde edebilir. Zevk almak için evli veya bekâr olması arasında fark olmaksızın zina edebilir. Kazanç elde etmek için vergisini vermek şartıyla resmî olarak fahişelik yapabilir, vergisini vermek şartıyla zina evi açabilir, fahişeleri çalıştırarak kazanç elde edebilir. LGBT’yi savunabilir, erkek kendini kadına, kadın kendini erkeğe dönüştürebilir, gerektiğinde devlet bunun için tıbbi alt yapı sağlamak zorundadır.
Kuşkusuz bu özgülüklerin, kültürel, siyasi, sosyal, ailevi ve bireysel… farklı boyutta olanları vardır. Bazı çarpıcı örneklerini yukarıya aldığımız özgürlüklerin listesi böyle uzayıp gider. Laik Demokratik Cumhuriyet rejiminde devletin tek görevi bu özgürlüklerin yaşanması için gerekli alt yapı ve güvenli ortamı hazırlamaktır.
Kapitalizmi ayakta tutan tüm bu özgürlüklerin bireysel, ailevi ve toplumsal yansımaları kaçınılmazdır. Nitekim böyle bir ortamda yaşayan insan genel olarak toplumsal düşünmeyi bir tarafa bırakır. Toplumun zararına dahi olsa kendi bireysel çıkarını kollar. Daha az masrafla daha çok kâr elde etmeyi hedefler. Zira her birey, daha fazla zengin olup daha fazla imkân elde ederek daha konforlu bir hayat yaşamak, zevk alma payını en üst seviyeye çıkarmak ister. Ahiretle, hesap-kitapla da ilgili olmadığından insanların hak ve hukukunu çiğneme ve insanlara zulüm ve haksızlık etmekten çekinmez. Yeter ki “kitabına uydurarak” mevcut yasaları baypas edebilsin. Bunu da çoğu defa kendisi gibi sadece menfaatini düşünen insanlara rüşvet vererek halleder. Olur da yakalanırsa bile yargı aşamasında ve sonrasında bile maddi menfaat karşılığında kendisini kurtaracak pek çok imkân, yol ve yordam kendisini beklemektedir.
İşte Hilâfet ilga edilerek başımıza cebren ve hileyle musallat edilen bu rejim, bu şekilde karşılaştığımız bireysel, ailevi ve toplumsal tüm felaketlerin ana sebebidir. Bir kader olarak vuku bulan bu depremi büyük felakete dönüştüren de bu Laik Demokratik Cumhuriyet sistemidir. Zira (Hicri) 102 yıldır bu halk, bu rejimin gölgesinde yaşamaktadır. Kaç nesildir bu rejimin gölgesinde doğup, gelişip büyüyor. Bu millet, belirleyici bir temel faktör olarak bu rejimin gölgesinde ahlakını, huyunu-suyunu kazanmaktadır. Bu yüzden bugün depremde ayakta kalmayarak yıkılan çoğu mühendislik hizmeti bile almayan bu binalar, bu rejimin eseridir. Çünkü bu binalarda zemin etüdü yapmayan, deprem ve imar yasasına uymayan, çimento ve demir çalan tüm müteahhitler, bu rejimin ahlakıyla ahlaklanmışlardır. Bu yıkılan binaları denetleyerek rüşvet karşılığında onay veren denetleyiciler, bu rejimin mektebinde yetişmişlerdir. Baştan beri bu halkı kapitalistlerin insafına bırakarak, bu denli yıkık-dökük, derme-çatma, kolonsuz, sıvasız evlerde yaşamaya mahkûm eden, bu laik rejimdir. İslam’ın bu depreme hiçbir olumsuz katkısı olmamıştır. Zira İslam, camiye hapsedilmiş bir durumdadır.
Her şeye rağmen İslam, hiç olmazsa deprem olduktan sonra uyandırdığı kardeşlik ruhuyla halkı sahaya indirmiş ve halk, kendi kendini enkazın altından kurtarmıştır. -Herhangi bir siyasi partiyi kast ederek söylemiyorum,- herkesin ortak kanaati şudur ki: rejimin hantallığından kaynaklı olarak devlet, olması gerekenden daha geç sahaya inmiştir. Baştan beri halkına sağlam ve güvenli konutlar sunamayan devlet, depremden sonra da sınıfta kalmıştır. Çünkü sorun, rejimdedir. İktidarda hangi parti olursa olsun sonuç değişmeyecektir. Zira rejim, belirleyici; rejimi işletenler, etkileyici unsurlardır.
Gerçek şu ki; ne kadar iyi niyetle yaklaşılırsa yaklaşılsın bu rejim, bu ülkeyi yeniden inşa etmeye müsait değildir. Rejimlerin davranış algoritması bellidir. Bu rejimi hangi siyasi parti işletirse işletsin, yapısal kodları kaçınılmaz bir şekilde aynı davranış algoritmasıyla hareket etmesini sağlayacaktır. Bu ülkenin bu halde olmasının asıl sebebi bu rejim iken nasıl olur da aynı rejimde ısrar ederek bu ülke yeniden inşa edilebilir. 100 yıldır bu gâvur müsveddesi laik rejimi denedik, maddi-manevi hiçbir hayrını görmedik. Yapılan vaatlere kanmamak gerekir. Kuşku yok ki; yine menfaat olgusu, siyasi rant vb. faktörler devreye girecek, yine depreme dayanıksız konutlar inşa edilecektir ve olan yine millete olacaktır.
3 Mart’ta maalesef Hilâfet’in ilgasının (Miladi) 99. yıldönümüne ulaşmış olacağız. Gelin, ilk günden beri uygulanan laik anayasanın ve laik yasaların dünyevileştirerek liberalleştirdiği, ardından korona salgınının vurduğu ve şimdi de depremin yıkıp geçtiği bu ümmeti 2. Râşidî Hilâfet’i ikame ederek yeniden ayağa kaldıralım. Bir asırdır gün yüzü görmemiş bu ümmetin yüzünü güldürelim. 2. Râşidî Hilâfet’i kurup bu güzel ülkeyi imar ederek elimizi cümle ümmete uzatalım. Deprem gelip Hilâfet’in son payitahtı İstanbul’u vurmadan Râşidî Hilâfet’in gölgesinde onu yeniden inşa edelim. İnsanlığı kurtarmak için çıkarılmış “en hayırlı ümmet”e de bu yakışır.
Neden olmasın!