Her yeni güne farklı bir siyasî gelişmeyle uyandığımız coğrafyamızda yine benzer bir hareketlilik yaşanmaktadır. ABD Başkanı Trump’ın, Bağdat’ta görev yapan bazı personeli geri çekmesiyle başlayan ve “Orası tehlikeli bir bölge” söylemleriyle harmanlanan “İsrail”-İran sürtüşmesi, yerini doğrudan saldırılara bırakmıştır.
Korkaklığının yanında bir o kadar da hadsiz olan "İsrail”, komşu birkaç devletin hava sahasını aşarak İran’ı savaş uçaklarıyla vurmuş; birçok bürokrat ve bilim insanını katletmiştir.
“İsrail”in hava sahalarını aşarak bin 500 km uzaktaki İran’ı vurabilmesinin en önemli sebebi, komşu devletlerin buna izin vermesidir. Zira teknik olarak bir savaş uçağının yakıt ikmali olmaksızın bu uzaklıktaki bir hedefi vurup geri dönmesi mümkün değildir. Zaten “İsrail”, dönüş yolunda yakıt ikmalini yine bu komşu ülkelerin sınırları içerisinde gerçekleştirmiştir.
Buna misilleme olarak İran, “İsrail”e yüzlerce füze fırlatmış; hava savunma sistemlerini aşan bazı roketler Tel Aviv şehir merkezinde birçok bölgeye isabet etmiş ve hasara yol açmıştır.
Nitekim, aşağıdaki gelişmeler, sürecin arka planında ABD’nin doğrudan etkisini açıkça ortaya koymaktadır:
• Saldırılardan yalnızca bir-iki gün önce ABD yetkililerinin bu yönde açıklamalarda bulunması,
• ABD ile İran arasındaki nükleer anlaşmada tarafların taleplerinin ve rollerinin yeniden şekillenmesi,
• "İsrail"in, kalıcı bir ateşkese varmadan önce elde etmek istediği prestij kazanımı,
• Çin’le küresel mücadele içinde olan ABD’nin, Ukrayna ve Filistin gibi bölgelerde istikrar arayışına yönelmesi,
tüm bu etkenler bir araya geldiğinde, yaşananların yalnızca "İsrail"e ait bir inisiyatif olmadığını; aksine ABD’nin bu sürecin yönlendirici aktörlerinden biri olduğunu göstermektedir. Ayrıca, İsrail’in bölgede ABD’den habersiz ve izinsiz böyle bir saldırı gerçekleştiremeyeceği gerçeği, asıl aktörlerin ve hedeflerinin anlaşılması açısından oldukça önemlidir.
Danışıklı dövüşler ya da saldırı iradesi olduğu hâlde iki yıldır gereksizce beklemeler arasında dikkat çekmek istediğimiz bir diğer husus ise bize yapılanlara karşı tepkimizin ne olması gerektiğidir.
1500-2000 km uzaktaki İran’ın mevcut savaş gücünün yalnızca küçük bir kısmını kullanması bile, işgalci varlığı korkudan uykusuz bırakmaya yetmiştir. Böylece, Kur’an ile anlatılan hakikatlere bizatihi şahitlik etmiş olduk.
“İsrail”in korkak olduğu, gücünü ABD’den aldığı doğrudur; ancak bu, eksik bir anlayıştır. Zira “İsrail”, asıl gücünü yalnızca ABD’den değil;
• Ona hiçbir şekilde tehdit teşkil etmeyen, Körfez ticareti kesintiye uğradığında hemen desteğe koşan Ürdün’den,
• Mezâlimin ortasında onunla normalleşmeden bir an geri durmayan Suudi Arabistan’dan,
• Refah’ı kapatarak “İsrail” lehine adeta onun gardiyanlığına soyunan Mısır’dan,
• İstihbarat ve her türlü lojistik desteği sağlayan Lübnan’dan,
• Devrimden sonra bile Abraham Anlaşmaları’nı teyit edip ona bir tehlike olmayacağını taahhüt eden Suriye’den,
• Savaşta safını, utanmadan ve pervasızca “İsrail” olarak belirleyip en büyük petrol tedarikçisi olan Azerbaycan’dan,
• Ve en önemlisi, dünya Müslümanlarının gözlerinin içine baka baka “İsrail”le en yüksek ticareti bu süreçte gerçekleştiren; çelikten baruta kadar savaş mühimmatlarını tedarik eden, buna karşı çıkan halkını gözaltına almakla övünen, hamaset dolu konuşmalar dışında hiçbir şey yapmayan Türkiye’den almaktadır.1
Bir tanesinin bile verdiği zayiat ortadayken, 57 İslâm beldesinin “İsrail”le topyekûn savaşa giriştiğini bir düşünün. Yüzlerce savaş uçağının, binlerce savaş helikopterinin, on binlerce tankın ve milyonlarca askerin tek bir gaye uğruna harekete geçtiğini ve bu uğurda vazgeçmemek üzere biat ettiklerini tahayyül edin…
Muazzam askerî güçlerine, çok önemli jeopolitik konumlarına, “İsrail”den intikam almak isteyen Müslüman halklara ve en önemlisi böyle bir savaşta yardımını garanti eden Rablerine rağmen, daha ne beklenmektedir?
Arş-ı Âlâya ulaşan feryatların kefareti neden ödenmemektedir? Müslümanların canı ve kanı, reel politik ve siyasî dengelerden daha mı önemsiz olmuştur?
Yoksa Müslümanların yardım çığlıkları, kâfirlerle yapılan anlaşmalarda birer pazarlık unsuru mu olmuştur?
Evet, soruyoruz: Daha neyi bekliyorsunuz?
Eğer beklenen, Allah’ın vaadi ise iyi biliniz ki bu konuda Allah iki vaatte bulunmuştur:
Birincisi: Kim Müslümanlara karşı Batı ile iş birliği yapar, onlara ihanet eder ve sahipsiz bırakırsa, onların Allah ile bir ilişkisi kalmaz. Allah, bu ihanetin hesabını mutlaka sorar.
İkincisi: Kim Allah’ın dinini yüceltmek için doğrulursa ve din kardeşinin yardımına koşarsa, Allah ona vekil olur ve kâfir topluluğa karşı yardım eder. Onları korku atmosferinden güven ortamına çıkarır; onları zillet içindeki bu hâlden, sahih bir otorite ile izzetli kılar.
Tüm bu anlattıklarımız, yarın Râşidî Hilâfet eliyle, râşit bir halifenin emriyle gerçekleşeceğine şüphe olmayan hakikatlerdir. Kim bu izzete nail olmak istiyorsa artık safını seçsin. İmkânlarını bu uğurda seferber etsin.
Haydi, Allah’ın sizler için vadettiğine koşun. Yüzlerinizi yeniden Müslümanlara çevirin. Azim ve kararlılıkla kâfirlere Hayber’i tekerrür ettirin.
Ülkeler hakkında ileri sürülen bu iddiaların hiçbiri farazî ya da yalan değildir. Tümü gerek kamuoyuna açık devlet yayınlarında gerekse ulusal ve uluslararası haber ajanslarında resmî olarak belgelenmiştir. ↩