İslâm ve Batı Hadaratının Mukayesesi
İnsanın temel hayat görüşü hususunda; Batı hadaratı, dinin hayattan ayrılması gerektiği ve bundan, dinin devletten ayrılması neticesinin çıktığı görüşündedir. Dolayısıyla akıl üzerine bina edilmeden, bir yaratıcının var olup olmadığını meselesini ele almamaktadır. Sadece insanın, yaratıcının varlığını kabul etmesi ya da inkâr etmesi zaviyesinden bakmaktadır. Bu açıdan; yaratıcı, manevi bir olgu olduğu için “uhrevi” olarak değerlendirir. “Dünyevi” olana müdahale etmemesi gerektiğini, söyler. Bunun için insana sunduğu temel fikrinde, dünyevi olanın uhrevi olandan ayrılması yani dinin, hayat (dünya) hakkındaki alakalardan ayrılması gerektiğini temel fikir edinir. İnsanın hayatı ile ilgili hükmü sadece aklın belirlemesi gerektiğini savunur. Fakat bu görüşleri aklı ikna edememiştir.
İslâm’a gelince; İnsanın fıtratı gereği bir yaratıcıya iman etmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. İnsanın aklı ile idrak ettiği şeyler, insan, hayat ve kâinattır. Bu şeyler içerisinde hükmün kaynağı olabilecek (akıl, tabiat, madde) sınırlıdır, dolayısıyla âcizdir, eksiktir ve başkasına muhtaçtır. İslâm, insan aklının kendisine hükmetme talebinde bulunan bir varlıkta muhtaçlık, eksiklik, acizlik olmamasını ve hayat görüşü hakkında verdiği hükümlerin ihtilaf, değişiklik, çelişki ve çevreden etkilenmemesini ister. Dolayısıyla tapınma içgüdüsünün duygulara bırakılmadan, insan aklına kanaat getirerek hükmün sahibinin her türlü eksiklerden münezzeh olması gerektiğini savunur. İnsan temel fikrin bu şekilde olduğu takdirde akla kanaat, fıtrata uygunluk ve kalbe güven vereceğini ve hayat ile ilgili hükmü de sadece Allah Subhanehu ve Teâla’nın vermesi gerektiğini esas edinir.
İnsanın organik ihtiyaçları ve içgüdüleri hususunda; Bunların (organik ihtiyaçlar ve içgüdüler) doyumu ve eşyanın kullanımıyla ilişkili konuları kapsamaktadır. Batı hadaratı “orta yol” düşüncesinde insanın sınırsız arzularını tatmin etmesi ve açlıkların doyumunun sağlanması için üretimin arttırılması gerektiğini savunmaktadır. İnsanın bu ihtiyaçlarının, ferdî (şahsi) özgürlük, mülk özgürlüğü, fikir ve inanç özgürlüğü ilkeleri çerçevesinde sınırlandırılamayacağını, özgür bırakılması gerektiğini savunur. İnsanın bu ihtiyaçlarını arzu ettiği şekilde tatmin edebilmesi gerektiğini esas almıştır. Batı aydınları, insanın fillerinin hakikatine akli gözlemler ve bilimsel yöntemi kullanarak deneylerle ulaşmayı hedeflemişlerdir. Bunlara ilişkin elde ettikleri bilgilerin çözümünde de düşüncelerinin temeli olan dinin hayattan ayrılması esasını ortaya atmışlardır.
İslâm ise insanın ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gerektiğini fakat sorunun üretimin arttırılmasından ziyade üretilen malların insanlar arasında dağıtımı olduğunu tespit etmiştir. Bu sebeple de malın insanlar arasında adaletle dağıtımını esas almıştır. Yine insanın ihtiyaçlarının farz, haram, mubah, mendub, vb. ölçülere binaen tatmin edilmesi gerektiğini ve bu ihtiyaçların kıymet derecelerini İslâm’ın naslarına göre belirtmiştir. İslâm, insanın organik ve içgüdüsel ihtiyaçlarını bu şekilde doyuma ulaştırmıştır ki bu doyum, ferdi ne özgür bırakmış ne de baskı altına almıştır. İnsanın fiilleri hakkında hükme gidilebilmesi için söz konusu vakıanın derinlemesine incelenmesine, buradan da, ulaşılan neticelere en uygun şer’i hükmün bulunabilmesi için naslara bakmaya sevk etmiştir. Sonra da incelenen vakıadan ve şer’i delillerden, edinilen delilin kuvvetine binaen şer’i hükmün istinbat edilmesini salık vermiştir. Böylece elde ettiği bilgilerin çözümünde düşüncesinin temeli, İslâm Akidesi esas alınmış olmaktadır.
Topluma bakışı hususunda; Batı hadaratı, toplumun fertlerden müteşekkil olduğunu, fertlerin özgürlük talepleri karşılandığı zaman toplumdaki düzenin sağlanmış olacağını savunur. Toplumun, ferdin özgürlüklerinin önüne geçmemesi gerektiğini yine ferdin özgürlüklerinin toplumun maslahatlarından öncelikli olması gerektiğini söylemektedir. Bu sebeple bireyin yaşamı, her türlü yapıdan kutsaldır. Devletin bireye tahakkümü, toplumun esası olan ferdin varlık sebebini ortadan kaldırır. “Devlet ne kadar büyürse özgürlük o kadar azalır.” Toplumun bağımsız ve özgür olabilmesi için ferdin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi gerekmektedir.
"Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun."[1]
İslâm ise toplumun sadece fertlerden müteşekkil olmadığını söylemektedir. Ferdin yanı sıra toplumu oluşturan dinamiklerin fikir, duygu ve bunların sürekli alakalarını düzenleyen nizamlardan oluştuğunu savunmaktadır. İslâmî fikirler ile İslâmî duygular egemen olduğu ve insanlar üzerine İslâmî nizam tatbik edildiği zaman bu toplum içerisinde yaşayan insanların huzurlu olabileceğini tasavvur etmektedir. İnsan ile diğer insanlar arası alakaları meydana getiren ancak maslahatlardır. Bu sebeple maslahatlar üzerinde fikir ve duyguların birleştirilmesi ve alakaların bir nizamla düzenlenmesi gerekmektedir. O zaman farklılıklar bir potada kaynaşabilirler. İşte İslam, insanları muayyen bir toplum hâline getiren unsurların bunlar olduğu görüşündedir.
Hayattaki amellerin ölçüsü hususunda; Batı hadaratı, amellerin ölçüsünün menfaatçilik olduğu görüşündedir. Buna göre ameller, bu menfaatçilik ile ölçülmeli ve bu esasa dayalı olarak yapılmalıdır. Ölçüsü menfaati esas aldığı için değişkenlik arz eder.
İslâm ise; hayattaki amellerin ölçüsünün helâl ve haram olduğu, yani Allah’ın emir ve nehiyleri olduğu görüşündedir. Böylece helal yapılır ve haram terk edilir. Bu ölçü evrimleşmez ve değişmez, içerisinde menfaatçilik tahakküm etmez, bilakis yalnızca Şeriat tahakküm eder.
Sonuç; Batı hadaratının “orta yol”cu hayat görüşünün insanlığa sunduğu fikrî liderliği, insandaki tapınma içgüdüsünün akıl üzerine bina edilmesi ilkesine aykırıdır. Çünkü tapınma içgüdüsü tasdik, kutsama ve ibadet etme gibi konularda tezahür edebileceği gibi insanın dünya hayatındaki alakalarının düzenlenmesinde de tezahür eder. Orta yol temel fikrinin insanlığa sunduğu fikrî liderliğe göre hayat ile ilgili davranış normlarının düzenlemesini akıl yapmalıdır. Bu ise insan aklının fayda ve zarar ölçütleri ile vakıanın kaçınılmaz değişkenliği karşısında ihtilafın ve çelişkinin oluşmasına sebep olur ki bu da aklın koyduğu hükmün acizliğinin alametidir.
İnsanın vakıasına sunmuş olduğu fikrî liderlik, temel fikrindeki hatadan dolayı insanın vakıasına mutabık değildir. İnsanın bir yaratıcıya meylini zımnen kabul eder. Her ne kadar hayat hakkındaki temel düşüncesini sınırlandırmış ise de vakıanın değişmesi ile vereceği hükümlere etkili olmasından dolayı insana sunduğu benimsemelerinde berraklıktan söz etmek mümkün değildir. “Gerçek anlamıyla bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacak. Büyük bir çoğunluğun yöneten ve daha azının yönetilen olduğu bir düzen doğal yasaya aykırıdır.”[2]
İnsanın, bir yaratıcı tarafından yaratılması ve Batı hadaratının, yaratıcı ile olan idrak yönünü kabul etmemesi, insana sunduğu hayat tasavvurunun sadece maddi lezzetlerin elde edilmesi sonucuna çıkmasına sebep olmuştur. Yaratıcı ile olan bağı idrak ile maddenin meczini sağlayamamanın sonucu gelecek tasavvuru maddi bir mutluluktan öteye geçememiştir. İnsanın fikrî yükselişini maddi kalkınma ile sınırlandırarak insanı kurtarmak isteği, bozuk vakıaya tekrar rücu (irtica) etmesine sebep olmuştur.
Bu sebeple Batı hadaratı, insanlığın gideceği limanı net bir şekilde tarif edememektedir. İnsanlığa sunmuş olduğu nizamlar ve yöntemlerin sonuçları ise son iki yüzyıldır toplumun yüksek hedeflerine ulaşmasını sağlayamamıştır. Hayat tasavvurundaki kıymetler dengesini, maddi kıymet lehine öncelemiş olması, insani ve ruhi kıymetlerin toplumdan kaybolmasına dolayısıyla insanların ayrışmasına ve tekrar bir araya gelmesine mani olacak büyük kaoslara sebep olmaktadır. Sunduğu fikrî liderlikle halkları kaynaştırmadan ziyade ayrıştırmış, çatışma alanlarını çoğaltmış, birbirleri ile olan alakalarında husumetler oluşturmuştur. Batı hadaratının dini hayattan ayırması, insanın istençlerini özgür bırakmak suretiyle mutlu olunacağı tasavvuruna yöneltmesi ve yine insandaki takdisi yalnız bu ikisine ait kılarak kutsaması fikri, irticadan başka bir şey değildir. Öyle ki çağırmış olduğu fikrî liderliği ve nizamları insanları, Allah’a kulluktan kula kulluğa, Allah’ın emir ve nehiylerini takdisten yaratılmışların mantıki önermelerini takdise yöneltmiştir.
İslâm’ın insanlığa sunduğu fikri liderliği, insan fıtratındaki tapınma içgüdüsünün tezahürlerini tek başına bırakmamış, vicdanı akıl ile birlikte kullanmayı kesinlikle zorunlu kılmıştır. İman hususunda aklını kullanmayı/yakîni kesinlikle vacip kılmıştır. Bu sebeple temel fikrinde iman konusunun taklit edinilerek alınmasını eksik ve kerih görmektedir. İlahlık isnat edilen varlığın akıl üzerine bina edilmesi işlevi, insanın vakıasına mutabıktır. Zira bakışı kâinatta, insana ve hayata yöneltir. Hissettiği ve idrak ettiği bu dairedeki tüm yaratılmışların bir yaratıcı tarafından -ki o, Allah-u Teâla’dır- yaratılmış olmaları, muhtaç olduklarını ve o yaratıcının üzerlerindeki hâkimiyetini kesinleştirmeye sevk eder. Allah’ın varlığına, Muhammed’in nübüvvetine ve Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğuna imanın akıl yolu ile olmasını zorunlu kılar.
Dolayısıyla İslam’ın fikrî liderliği, insan doğasına uygundur. Çünkü yaratıcının varlığına, insanın hayat hakkındaki alakalarının Allah’ın emir ve nehiyleri ile seyrettiği takdirde fıtratına uygun bir yaşam sürebileceğine dair argümanları ve uygulamaları kesindir. Bunun için insanın beka, nevi ve tedeyyün içgüdülerinin tezahürlerini yok saymaz. Onları baskı altında tutarak maddi varlığına zulüm etmez. Yine bu içgüdüleri özgür bırakacak tatmin anlayışını da kabul etmez. İnsanın doğasındaki bu özelliklerin Allah’ın emir ve nehiyleri minvalinde seyredecek bir nizama göre tatminini mubah kılar. Bu sayede insanı, ihtiyaçlarını sapıkça tatmin etmekten veya yanlış tatminlere kurban olmaktan kurtarır. İnsanın doğasına uygun doğru tatmini sağlayacak nizamları tatbik ederek onun dinamik enerjisini artırır. İnsanları kula kulluktan Allah’a kulluğa, insanların eksik, muhtaç, aciz hüküm çıkardıkları aklı, tabiatı, vb. kutsamaktan, Allah’ın kullarının fiillerine yapmış olduğu hitabı anlamaya yöneltir.
İslâm’ın fikri liderliği, insanlığa hayatın öncesi hakkında, hayatın sonrası hakkında ve hayatı hakkında güçlü bir tasavvur sunmuştur. Çağırmış olduğu temel fikrinden neşet eden nizamlar, insanın hayat seyrini ve bu seyir sonunda geleceği hakkında şüpheye düşmeyeceği bir fikri yükselişi ve kemali telakki etmesini sağlamıştır. İnsanın dünya hayatında karşılaştığı bütün problemleri çözme kabiliyetine sahip kaideleri ile; neye yönelmesi ve neyden uzaklaşması gerektiği veya neye güzel ve neye çirkin demesi hakkında berrak bir fikir sunabilmiştir. Sadece sunmakla da kalmamış binlerce yıl hayat sahasında uygulayıp sonuç almıştır.
İslâm insanları çağırmış olduğu fikri liderliği ile akide ve nizam olarak tatbik edilmiştir. Gerek temel hayat görüşü bakımından gerekse de hayat görüşünden neşet eden nizamları bakımından insan fıtratına uyumlu olduğunu göstermiştir. İslâm akidesi ruhi aynı zamanda siyasi bir akide olması bakımından halklara mütemmim bir fikir ile liderlik yapmıştır. Gelecek tasavvurunun mantıki ve fikrî ihsas ile telakki edilmesini sağlayarak insanların dünya hayatına geliş gayelerini idrak etmelerini sağlamıştır. Akli bir akideye dayalı bir nizam anlayışı ile birey ve topluma hayat sahasında yön gösterecek tarifler, kaideler, hükümler ve görüşler istinbat edebilecek alan yaratmıştır. Bireyin isteklerini ve ihtiyaçlarını, toplumun yüksek ideallerini ve değerlerini fikrindeki berraklık sayesinde en ince ayrıntısına kadar belirginleştirmiştir. Şer’i hükümleri ile insanın neye yönelmesi gerektiğini, neyden yüz çevirmesi gerektiğini veya neye güzel, neye çirkin diyeceğini, yaptığı benimsemeler ile vazıh hale getirmiştir. Farklı halkları, bölgeleri, milletleri, dilleri, inançları, kanunları yönetimde sahip olduğu işlevsellik ve benimsemeler sayesinde kaynaştırarak, tek bir ümmet çatısı altında var olabileceklerini ispatlayabilmiştir. Bu özelliği sayesinde de İslam, eşi benzeri olmayan tek akide ve nizama sahiptir.
İslâm’ın akide ve nizamının hayat sahasında tatbiki ve tarihi bizlere, bu hakikatin vesikasını aktarmaktadır. Çeşitli bölgelerin, kavimlerin, dil, adet, kanun ve kültürlerin İslâm’ın akidesi ve nizamı ile birlikte sağladıkları fikrî yükselişe tüm insanlık olarak şahit olmaktayız. Bunun için bu bölgelerdeki farklı zihniyet ve nefsiyetlere sahip insanları, halkları eritilip birbirleriyle kaynaştırmak ve bunları dini, dili, kültürü ve kanunları bir olan tek ümmet hâline getirmek kolay bir iş değildir.
Söz konusu kalkınmanın sağladığı başarıyı anlatmak için İslam’ın tatbik edildiği zamandaki coğrafyanın kültürel ve demografik yapısını incelediğimizde; Irak tarafında Hristiyan, Mazdekî, Zardüşt, Arap ve Farsların karışık olarak yaşadıkları bölgelerden bahsedebiliriz. İran bölgesinin içerisinde Acemlerin ve Farsların dinine girmiş, Yahudi ve Rum azınlıkların yaşamakta olduğu görmekteyiz. Rum bölgesi olan, Rum kültürünün hâkim olduğu, din olarak da Hristiyanlığın yaşandığı, Suryanilerin, Ermenilerin, Yahudilerin, bazı Rum ve Arapların oturduğu Şam bölgesine şahit olmaktayız. Mısırlılar ile bazı Yahudi ve Rumların yaşadıkları Mısır, yine Rumların elinde bulunan Berberilerin iskân ettikleri Kuzey Afrika bölgeleri, Sind bölgesi diye bilinen şimdiki Batı Pakistan ve Karaçi'yi kapsayan yerler, Horasan ve Semerkand söz konusu coğrafyanın içerisinde yer almaktadır.
İslâm’ın yüzyıllar süren kalkınma başarısının temelinde hiç şüphesiz insan tabiatına uygun akide ve nizamı bulunmaktadır. Dünya’ya sunmuş olduğu siyasi liderliğin halkları, İslâm’a zorbalık, kılıç zoru veya askeri güçle tabi ettiğini söylemek, tutarsız ve mugalatalarla dolu bir iddiadır. İslâm’ın insan doğasına uygun akide ve nizamının sağladığı kalkınmayı ve sürdürebilir başarısını iki yönden izah edebiliriz:
A) İslâm hâkim olduğu coğrafyada kalkınmayı insana insan nazarıyla bakan benimsemeleri ile yaptı. Bu benimsemelerin aşağıdaki başlıklar zaviyesinden incelenmesi gerekmektedir:
• Fertler arasında meydana gelen ferdî müşküllerin çözümüne ilişkin şer’i hükümleri
• Fertlerin birbirleriyle alakalarından neşet eden müşküllerin çözümüne ilişkin şer’i hükümleri
• Müslümanların geneli ile diğer halklar arasında meydana gelen genel görüşlere ilişkin şer’i görüşleri
• Bütün Müslümanların eşya ile alakalarına ilişkin şer’i görüşleri
• İçerisinde bütün hükümlere esas olan şer’i fikirleri
• Kastedilen manaları sınırlandıran ıstılahları veya şer’i tarifleri
B) İslâm Devleti'ne tabi olan bütün halklar şu dört husus ile kötü hallerinden sıyrılıp uzaklaştılar. Fikri yükselişe geçip vahdet olabildiler. İslâm’ın akide ve nizamının halkları İslâm potasında kaynaştırarak tek bir ümmet, tek bir bayrak, tek bir devlet hâlinde olmasını sağlayan esasların ise aşağıdaki maddelerden incelenmesi gerekmektedir:
• Hayat hakkındaki bakışları, gelecek tasavvurları birleşti. Hatta tek bir fikir ve tek bir bakış oldu. İslâm'ın Fikri liderliğini kabul ettiler.
• Hayatta karşılaştıkları problemlerin çözümde tek bir çözüm (İslâm’ın teşriini/hukukunu) kullandılar.
• Maslahatları tek bir maslahat hâline gelerek İslâm'ın maslahatı olarak ortaya çıktı.
• Hayattaki gayeleri tek bir gaye hâline geldi ki o da Allah'ın kelimesini (dinini) yüceltmektir.[3]
Böylece hak ve batıl düşüncenin birbirinden ayrılması ve dünyanın ihtiyaç duyduğu nizamın hangisinin olması gerektiği düşüncesine katkı sağlaması için bu hususları okuyucunun araştırma ve incelemelerine sunmuş olduk.
[1] Jean-Jacques Rousseau (Toplum Sözleşmesi) Kitap I, bölüm VI İş Bankası Kültür Yayınları, Toplum Sözleşmesi, Çeviri: Vedat Günyol
[2] Jean-Jacques Rousseau (Toplum Sözleşmesi) İş Bankası Kültür Yayınları
[3] Takiyyuddîn en-Nebhânî, İslâm Devleti, İslâm Devleti’nin Sürekliliği, İslâm Devleti’nin İç siyaseti