Her şey 2011’in Mart ayında Dera’da başlamıştı. Bugün ise her şeyi İdlib’te bitirmek istiyorlar.
Bakalım dün ile bugün arasında geçen 6,5 sene zarfında Suriye neler yaşamış…
Dera’da Suriyeli iki Bayan Doktor Mısır zalimi Hüsnü Mübarek’in devrilmesini telefonda birbirlerine müjdelemiş ve “Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza…” diyerek niyetlerini ele vermişlerdi. Arap baharı ile Zeynel Abidin’den sonra Mübarek de gidince doktorların bu hüsnü niyeti Suriye muhaberatını çılgına çevirmişti. Doktorları aldılar, sorguladılar işkence ettiler ve hatta “darısı bizim başımıza” diyen doktorun saçlarını sıfıra vurarak onurlarını çiğnediler.
İşte o doktorun akrabası olan bazı çocuklar çiğnenen onura tepki için sokağa çıktılar, adeta devrim fitilini ateşleyen kıyamı-kalkışmayı başlattılar. Muhaberat tüm Suriye’yi kontrol altına aldığını zannederken küçük çocukların duvarlara yazdığı “Halk düzenin yıkılmasını istiyor” sloganı Beşşar’a çok büyük bir şok yaşatmıştı.
Muhaberat bu kez fitili ateşleyen o çocukları tutuklayıp ağır işkenceye tabi tuttu. Çocuklarını almaya gelen ailelerin onurlarını çiğneyen Siyasi Büro Şefi Atıf Necib ile anlaşamayınca aileler Dera valisinin makamına çıktılar. Aileleri makamından kovan Vali Faysal Ahmet Kulsum’u halkın elinden muhaberat zor kaçırmıştı. İşte bu olaylar silsilesi Suriye devrimine ilham kaynağı olmuş ve Cuma gösterilerinin başlamasına vesile olmuştu.
Meydan ve camilerde halkın tekbir sesleri yükseliyordu. Bu süreçte protestolar sivil ve barışçıl bir şekilde yürüyor ve kalkışma siyasi mücadele şeklinde ilerliyordu. Kalkışmayı dindirmesi için Türkiye, bölge devletleri ve uluslararası güçler Beşşar Esed’e taktikler vermeye başladı. MİT ve Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Planlama Teşkilatı’ndan üst düzey heyetler Şam’ın yolunu tuttular ve kalkışmayı sorunsuz bir şekilde durdurabilmesi için rejime sunum yaptılar. Fakat rejim, çok geçmeden protestocu halka yönelik tutuklama, işkence ve toplu katliamlarına başladı. İşte bu baskı Dera’da başlayan kıyamı tüm Suriye’de silahlı direnişe dönüştürdü. Halkın içinden oluşan gruplar basit ve hafif silahlarla bölgeleri rejimden tek tek kurtarmaya ve kolaylıkla mühimmat elde etmeye başladı. Suriye dışından gelen mücahitler ise devrimin halkın lehinde güçlenmesine ve adım adım ilerlemesine katkı sağladı. Hezimete uğramış rejim kuvvetlerinin savaş meydanında bıraktığı çok sayıda silah da bu sırada ele geçirildi.
Türkiye’nin bu dönemlere rastgelen devrime ilk ihaneti, Suriye ordusundan ayrılarak Türkiye’ye sığınan ve Özgür Ordu’nun kuruluşunu başlatan Albay Hüseyin Harmuş’u Şam’a teslim etmesiydi. Bugün kimse bunu konuşmaz ama yıllar sonra Türkiye ve MİT için Albay Hüseyin Harmuş meselesi, kara bir leke olarak hatırlanacak.
Suriye’de her geçen gün direnişçilerin lehine ilerleyen devrim başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere uluslararası sistemin hiç hoşuna gitmedi. Onlar hemen bala zehir karıştırmaya çalıştı, tüm yollar ve araçlarla Tunus ve Mısır’da yaptıkları gibi durumu kontrol altına almak için yoğun çaba harcadılar. Amerika’nın Suriye Büyükelçisi Robert Ford, 8 Temmuz 2011'de Suriye’nin Hama şehrinde düzenlenen ve “Beşar Esed'le diyaloğa hayır günü” ilan edilen Cuma gösterilerinde meydanlara inen 500 bin kişiyi görünce halkın eve dönüşünün mümkün olamayacağını ilan etti. Bu süreçten sonra ABD’nin direnişçilerin yanında rejimin karşısında olduğu yalanı devrimin kırılma noktalarından biri oldu. Bu yalan yenilir yutulur bir yalan değildi ama öyle olmadı.
ABD Suriye Devrimi’ni desteklediğini ilan etti
Amerika ve himayesindeki bölgesel devletler, dostluk iddiasıyla Suriye Devrimi’nin yanında yer aldıklarını ilan ettiler. Türkiye, Suud, Mısır, Kuveyt, Katar, Ürdün ve diğerleri… Rusya ve İran ise Baas rejimine desteklerini açıkladılar.
Bu sahte ve suni bir kutuplaşma ve kamplaşmaydı. Aslında hem Amerika ve bölgedeki müttefikleri hem de Rusya ve İran Müslümanlara düşman, devrimin karşısında ve rejimin yanındaydı. Ancak Amerika bir tuzak kurdu ve böylece devrimci grupların basiretsiz liderleri bu tuzağa düşüp onun yalanını yutuverdi. Gruplar, onların zehirli yemeğini yedikçe zehir vücutlarına yayılmaya başladı. Öyle ki felç olup adeta kımıldayamaz hale geldiler. Bağışıklık sistemleri çöktü ve direnme güçlerini tamamen kaybettiler.
Suriye halkı her Cuma meydanlarda “Allah’tan başka kimsemiz yok” “Zafer Allah’tandır” diyerek devrimci grupların arkasında dururken onlar yardım aldıkları ülkelerin içlerine attığı fitne tohumlarının etrafında dönüp durdu. Silahlarının yönünü Şam’a çevirip rejimi devirmek yerine yüzlerini bir anda birbirlerine doğru çevirdiler ve güçlerini birbirlerini yok etmek ya da zayıflatmak için harcamaya başladılar. Suriye devriminin Müslümanlar aleyhine dönüm noktası olan “Irak Şam İslâm Devleti”nin (IŞİD) ilanı ile grupların direnişi zayıfladı ve aralarında fitne hayat bulmaya başladı. Musul’da sözde Hilafet’in ilanı ise bir anlamda hem Irak’ta başlaması an meselesi olan Sünni kalkışmayı bastırdı hem de Suriye’deki direniş ruhunu kaybederek ateşini söndürdü. Böylece bu gruplar hem devrime zarar verdi hem de İslâm’ın vahdetini zedeledi.
Siyasi projeden yoksun direniş
Halk meydanlarda “Devrimimiz İslâmidir”, “Halk İslâmi Hilafet istiyor” diye çağrı yaparken gruplar geçen süre içinde Şam için hiçbir siyasi proje ve liderlik ortaya koymadı. Bazen “şimdi biz İslâm Devleti istiyoruz dersek tüm Batı bizi buldozer gibi ezip geçer, bize körfez ülkeleri yardım göndermez” onun için “Biz adil devlet istiyoruz dememiz lazım” dediler. Bazen ise “Bizim öncelikli hedefimiz daha fazla toprak parçasını ve şehri rejimden kurtarmak. Bunu gerçekleştirelim, şimdilik bir hedef ve projeden bahsetmeye gerek yok.” dediler. Şimdi ise aradan geçen 6,5 yıl ve onca acı tecrübeden sonra bile hala “sivil devlet, sivil hükumet” gibi söylem ve amaçlardan bahsediyorlar. Tüm bunları gruplara fısıldayan ise Türkiye, Suud ve bölgedeki körfez ülkeleri olan Amerikan kuklalarıydı. Para ve silah verdiler “sivil devlet istiyoruz” dedirttiler; yardım gönderdiler “adil devlet istiyoruz” dedirttiler. Katliam ve ölüm ile korkuttular, şehirlerden çıkardılar.
Amerika’nın eski Dışişleri Bakan Hillary Clinton ile Türkiye eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başkanlığında 2012 yaz döneminde kurulan “Operasyonel Mekanizma” işbirliği çerçevesinde Halep ve diğer şehirlerdeki grup komutanlarına nüfuz ederek onları devşirmek istediler ama yapamayınca da Abdulkadir Salih gibi nice yiğit komutanları suikast ile şehit ettiler. Liva et-Tevhid komutanı Abdulkadir Salih ve Ahrar eş-Şam komutanı Hasan Abbud ve 44 üst düzey komutanın suikast koordinatlarını Amerika’ya kimin verdiğini sormayacağım. Zira bu, ya dünyada iken hakkın ve gerçeğin ortaya çıkmasını isteyecek yiğitlerin konuşması ile bilinecek veya da ahirette bilinecek, zira orda hesapların asla gizli kalamayacağına inanıyoruz.
İşte Suriye direnişine baş koymuş İslâmi grupların en bariz ve önemli eksikliği direnen büyük gruplardan tek bir tanesinin bile rejim sonrası Suriye için siyasi bir proje ortaya koyamamış olmasıdır. Bazı küçük gruplar “Hilafet Misakı” ismi ile birlik oluşturdular ama bu yeterli olmadı. “Hayat boşluk kabul etmez” derler ya, devrim de boşluk kabul etmedi ve bu siyasi boşluk devrime en büyük zararı veren, İslâm’ı hiç olmadığı kadar karalayan IŞİD ile dolduruldu. Böylece gruplar basit silahlarla Esed’in canilerinden kurtardıkları bölgeleri, ellerinde tanklar ve toplar varken tek tek kaybetmeye başladılar. Çünkü artık iliklere kadar işlemiş zehir (Körfez parası ve silah yardımı) yön tayini yapmalarına dahi müsaade etmiyordu.
Amerikan siyasi tuzağı: Cenevre ve Astana
Hal böyle olunca Amerika, bir taraftan Türkiye ve Suud’un yardımıyla önce Suriye için yeni öngördüğü yönetim alternatifini oluşturmak için çalıştı. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) üzerinden çalışmalar yaptı. Bu kapsamda birçok ülkede “Suriye Dostları” toplantıları yapıldı. “Suriye Dostları” adını verdikleri bu toplantıların organizatörleri Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün gibi ülkeler olsa da asıl baş Amerika idi. Ancak ne SUK ve SMDK ne de yapılan Suriye Dostları toplantıları Amerika için istenilen alternatifi doğurmadı. Çünkü Suriye sahasındaki halk ve gruplar bu oluşumları ve yaptıklarını hiç kâle almadılar. Sonra Amerika yine Türkiye ve Suud üzerinden grupları Cenevre ve Astana’da kendi siyasi tuzağına çekmeye çalıştı.
Amerika bunu yaparken diğer taraftan da sanki Amerikan karşıtı bir Suriye politikası yürütür görüntüsü ile Rusya ve İran, katliam, yıkım, kuşatma ve ambargodan bir gün olsun geri durmadı. Buna birde IŞİD ile mücadele bahanesiyle kurulan Koalisyon güçleri de eklenince Suriye aç çakalların leşe saldırdığı gibi tüm dünyanın üzerine saldırdığı bir ülke oldu. Bunu, Suriye halkını uslandırmak ve iradelerini kırmak için bir silah olarak kullandılar. Böylece Suriye halkının yaraları gittikçe derinleşti, omuzlarındaki acı dolu yük gittikçe ağırlaştı.
Ve Halep düştü
Kim mi düşürdü? Türkiye düşürdü. Evet, Türkiye özellikle 2016 Nisan başı itibari ile devrimi boğmak, nefessiz bırakıp hareketsiz hale getirmek için Amerika’nın Suriye siyasetinde ona yardımcı olan en etkili aktör ülke olma vasfını kazandı. Bu rol, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Obama'nın 2016 Mart sonunda Washington'daki Nükleer Güvenlik Zirvesi çerçevesinde yaptıkları görüşmeden sonra aktif bir şekilde uygulamaya konuldu. Önce Rusya ve Yahudi Varlığı “İsrail” ile sorunlu ilişkiler giderildi ki, Suriye’de ABD’nin siyasetini uygulamaya koyacak üçlü garantör ülke (Türkiye, İran, Rusya) problemsiz bir şekilde koordinasyon içinde çalışabilsin. Sonra da IŞİD ile mücadele bahanesiyle Fırat Kalkanı Harekâtı başlatıldı ki, Halep kuşatmasını yarmak ve rejim üzerine yürümek için birleşen grupların arasında gedikler açılsın.
Öyle de oldu, ÖSO ve bazı ılımlı gruplar Türkiye’nin peşinde IŞİD ile mücadeleye katıldı, diğer bazı ılımlı gruplar ise Türkiye’nin bu operasyonunu desteleyen açıklamalar yaptı ve yerlerinde çakılı kaldı. Halep kuşatması kırılmadı ve daha da derinleşti, Rusya havadan, İran ve rejim de karadan Halep’i ablukaya aldılar ve tüm Halep’in ecelinin gelmesi için beklediler. Türkiye işte tam da bu sırada pişkin bir şekilde hiç utanmadan ve sıkılmadan “insani yardım” bahanesiyle “Halep’e koridor açılsın” diye çağrı yaptı ve tüm Halep’in tahliye edilmesini sağlayarak rejimin önüne hazır bir sofra kurdu.
Halep’in düşmesi ile ilgili kahrolası daha vahim durum ise Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı’nı Amerika’ya rağmen yaptığını söyleyerek Erdoğan ve TSK’ya methiyeler dizenlerin şimdi bu kumpas harekâtının asıl mahiyetini yeni anlıyor olmaları ya da hala anlayamayacak kadar kör olmalarıdır. Reel politika aldatmacasının peşine takılan sözüm ona bu Türkiye sevdalıları, 15 Temmuz sonrası oluşturulan milli ve yerli algı ile Hükümetin “İsrail” ve Rusya ile yakınlaşmasını bırakın, Halep’in düşmesini bile Türkiye’nin ulusal devlet çıkarları motivasyonu ile savunur oldular. Diğer taraftan Türkiye’nin Suriye’deki rolünün kesin bir Amerikan politikası olduğunu bilmeyen ya da bilmiyormuş gibi yapan Suriye’deki bazı grup ve âlimler de 15 Temmuz sonrası oluşturulan milliyetçi ve vatancı motivasyonun sarmalı içine girdiler. Türkiye bugün Rusya ve İran ile İdlib’i öldürmeye kalkışıyor, bakalım bu hamaset sahipleri şimdi İdlib için ne diyecekler.
İdlib Ölüyor
Bir taraftan; rejim güçleri ve İran’ın saldırıları sonucunda planlı ambargo ve abluka uygulamaları ile Suriye halkı adeta açlık ve ölüm ile imtihan edildi. Bu fırsatları lehlerine değerlendiren rejim, Muhalif gruplardaki basiretsizlikten de yararlanarak Zebedani anlaşması gibi başka benzer anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar ile Şam’ın etrafındaki stratejik noktalardan Müslümanlar tamamen çıkarıldı. Abluka ve ambargo sonrası bu anlaşmalar ile halka nefes aldırdığını düşünen komutanlar ve önde gelen âlimler Zebedani anlaşması için zafer nitelemesi yaptılar. Hâlbuki bu tamamen yenilgiydi. Çünkü rejim aşama aşama direniş hattının sınırlarını İdlib’e kaydırmayı ve orada tüm direnişi sıkıştırmayı amaçladı. Diğer taraftan Türkiye üzerinden Fırat Kalkanı ile Halep kuşatması rejim lehine güçlendirildi. Ve Halep’in tahliyesi de yine İdlib’e oldu. Yani bir manada ambargo, abluka, katliam ve insani dram sebebiyle tüm şehirlerden tahliye edilen mücahitler ve halk İdlib’e sıkıştırıldı.
Şimdi İdlib adeta bir mezbahaya dönüştürülmeye çalışılıyor. Aynen Irak Felluce direnişinde ABD’nin Felluce halkına yaptığını yapmak istiyorlar. İdlib’i tamamen öldürmek, yok etmek, içerideki tüm silahlı direnişçileri ve halkı şehir ile birlikte yerin dibine gömmek istiyorlar. Ne yazık ki bu işte de etkin aktör yine Türkiye… Rusya ve İran ile üçlü garantör ülke olarak İdlib’e gözlemciler gönderecek olan Türkiye önce Rusya’nın jetlerle başlattığı yeni katliamlardaki kayıp ve hasarların gözlemini yapacak, sonra da insani yardım çağrısı yaparak İdlib’in de sözde “teröristler”den temizlenmesini sağlayacak.
Ne diyeyim; ben bu satırları yazarken İdlib’i bombalayan Rusya’nın katil liderini yani Putin’i Beştepe’de ağırlamaktan memnuniyet duyan Erdoğan’a başkalarının da bir şeyler söylemesi gerekmez mi? “Halep düştü bari İdlib’e bunu yapma” denilmesi gerekmez mi?
Devrimi kurtarma reçetesi
Bugün Şam devrimi çok zor bir aşamadan geçiyor.
Tüm Suriye adeta yoğun bakım ünitesinde yatıyor. Bir taraftan açılan yaralardan kan damlıyor, diğer taraftan zehirli hançer hâlâ can acıtmaya devam ediyor.
Hastalık vücuda yayılmış, hasta kan kaybından bitkin duruma düşmüş halde...
Müslümanların başındaki yöneticiler ise sadece izliyor. Maalesef tüm Suriye halkını İdlib’e gömmek için ecellerinin gelmesini bekliyor. Aynen Halep’te yaptıkları gibi şimdi de İdlib’te aynı şeyi tekrarlıyorlar.
Bugün Şam devrimi her zamankinden daha fazla yetenekli bir doktora muhtaç durumdadır.
Hastalığı doğru teşhis edebilen, semptomları iyi tanıyan ve acı da olsa doğru reçeteyi yazabilecek bir doktora muhtaç. O reçete siyasi bir projedir. O proje ise Râşidî Hilâfet’tir.
Bu reçete ile hastalık muhakkak şifa bulacak ve halk devrimin enkazı üzerinde yeniden ayağa kalkacaktır.
Nihayet tüm dünya Allah'ın, meleklerin kanatlarını Şam üzerine gerdiğini, fitneye düştüğünde Şam'ı kurtaracağını ve Allah'ın Şam'a ve ehline tekeffül edeceğini görecektir.
Muhakkak ki Allah her kime tekeffül ederse onu hiç kimse heder edemez.