Sömürgeci kâfirler yüzyıllardır halklarını sömürerek kendi tahtlarını koruma altına almışlardır. Dün nasıl ki Nemrut ve Firavunlar bu görevi üstlendiler, tarihin seyri içerisinde bu durumu sahiplenen zalimler her zaman var olmuştur. İslami hükümlerin tatbik edildiği biz Müslümanların topraklarına bu durum yaklaşık bir asır önce sirayet etti. Hâlbuki bu topraklarda tahakküm kurmuş olan devletimiz, İslam tarihinin odak noktası olan Peygamber Efendimizin (sav) yaşadığı dönemden itibaren 1400 yıl boyunca sömürü güçlerine karşı ayakta durmuş ve hatrı sayılır derecede fetihlere imza atmıştır. Böylesi bir yönetimi binbir türlü projelerle yıllarca zedeleyip nihayetinde yıkıma uğratan ve kendi halklarına yaşattıkları sefaleti, adaletsiz ve gayri ahlâkî rejimlerini Müslüman halklara da dikte etmeye çalışan kâfirlerin böyle davranıyor oluşunun altındaki itici gücü bir örnek üzerinden değerlendirecek olursak zannedersem en isabetli olanı şu olacaktır:
“Develer çöl dikeni yediklerinde damakları kanar ve akan ılık kanın tadını çok sever. Lezzeti kandan değil dikenden bilirler. Buradan nükseden hırs ile yedikçe ağızları kanar, kanadıkça da yerler. Engel olunmazsa kan kaybından ölebilirler. Arapça’da bu olaya “ha-re-se” denir ve ihtiras kelimesi de buradan gelir. İhtiras sözcüğünün lügat mânâlarından birkaçı da; aşırı istek, tutku hatta gözün ve gönlün doymaması demektir.”
İşte onların insanlar üzerindeki tahakkümleri de aynen böyledir. Zaten zulmü alet edinip beka savaşı veren her insanın durumu bahsi geçen hayvanların durumu gibidir. Kapitalistlerin arz üzerindeki zulümleri, aslında kendilerine yeryüzünde yaratıcının belirlediği yönetimin tesisi için verilen sorumluluğa ihanet ederek kâfir veya fasık durumuna düşmüş olmalarından ileri gelmektedir. Onlar doymak bilmeyen nefisleri ve kaybetmek istemedikleri tahtları/iktidarları adına “sizin hakkınız olanı reddediyoruz” edasıyla insanlığı -herkesin malumu olduğu gibi özellikle Müslüman halkları- kesintisiz olarak zulme maruz bırakıyor ve bahsini ettiğim develerin hâli gibi kandan besleniyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Filistinli bir gazeteci Gazze’deki olayların birinde, yere serilmiş çocuk cesetlerine şahit olduğu sıra kameralara dönüp tüm dünyaya; “Bunu hak edecek ne yaptılar?” sorusunu sormuştu. Evet aslında zahiren çok basit bir sorudur bu. Gelin birlikte aynı soruyu yüzyıllardır süregelen acıların (ki bu sadece bir kısmı olabilir çünkü hepsini burada zikretmek mümkün olmaz) sonuna yerleştirelim:
Arakan’da Budistler tarafından Müslümanlar günlerce diri diri yakıldı, tüm insanî hakları gasp edildi. Bunu hak edecek ne yaptılar?
Doğu Türkistan’da açık hava hapishanesinde işkencenin binbir türlüsü çektirilen binlerce Müslümanın dini ve insanî değerleri reddedilerek yeryüzünden silinmeye çalışılıyor. Uygur Türkü çocuklar ailelerinden koparılıyor, asimile ediliyorlar. Kimisinin organları çalınıyor, kimisi ortadan kayboluyor. Bunu hak edecek ne yaptılar?
Beşşar Esed tiranı yüzünden Suriye’de Müslümanlar onca yıldır beldelerinden ve hayatlarından ediliyor, oradaki zulmün pençesinden kurtulurum umuduyla da nereye göç etse gittiği yerde farklı eziyetlerle karşılaşıyorlar. Bunu hak edecek ne yaptılar?
Bu kez de şehitlerin şehri Gazze için soruyoruz -bu yeni birşey değil söz konusu olan yıllardır süregelen bir zulüm ve ona karşı direniş- ve yine aynı soru; Bunu hak edecek ne yaptılar?
Hep ama hep aynı soru. Tüm bu zulümler Rabbim Allah’tır dedikleri için başlarına geldi. Dün de bugün de...
Sorunun muhatabı kâfirler ve Allah’ın (svt) emirlerinden yüz çevirenlerdir. Cevabı da bellidir aslında içlerindeki o zehirli ihtiras duygusu... Yaklaşık bir asırdır zalimlere karşılık verecek gücümüz yok dedik. Neden yok? Çünkü dağıttılar ve öğretilmiş çaresizliğe kanıp bir daha da toparlanamadık. Kapitalizm çarkının sahipleri arz üzerinde yıllardır ihtirasları adına görevlerini çok iyi yürüttüler.
Filistin gündemi hakkında çok fazla şey yazıldı ve söylendi belki ancak yazımın kastını ifade edip nihai sonuca varabilmem için vereceğim bir örneğin bu yaşananlara bir anlamda nereden bakmamız gerektiğini netleştireceğini umuyorum.
Siyer kitaplarında geçer, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s) çarşıda bir kadının avret bölgesini açtılar diye Yahudi asıllı Kaynukaoğulları’nı kuşatma altında tutmuş, onları azad etmesini ve iyilikte bulunmasını isteyen Abdullah bin Selûl’e çok keskin bir cevapla; “Onlar senin. Onlara Medine’den çıkmalarını, Medine’nin civarında bile kalmamalarını söyle!” diyerek bir kavmi sürgün etmiştir. Onlar da çıkıp Şam bölgesinde bulunan Ezriât’a gitmiş ve çoğunluğu da orada helak olmuştur.
Güç ve kuvvet ehli olmanın hakkını verebilmek budur. İnancı gereği Müslümanlar (sınırlar veya yakınlık-uzaklık farketmeksizin) birbirlerini BM, Amerika veya “İsrail” kâfirlerinin insafına bırakmaz, bırakamaz...
Sömürü düzenlerinin idrakine vardığınızda ve gerçek tarihe hakim olduğunuzda tüm samimiyetinizle diyorsunuz ki tıpkı dün bu topraklarda yaşamış olan Hârûn er-Reşîd gibi, el-Mutasım Billâh gibi, Abdülhamid Han gibi cesur bir halifemiz, kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi gibi cesur komutanlar olsaydı da bugün ne Kudüs’ün işgalden kurtarılmasını konuşuyor olsaydık ne de biz Müslümanların hâlen nasıl sömürüldüğünü ve öldürüldüğünü izlemek zorunda kalsaydık. Ve kutsalımız saydığımız Kudüs şimdi İslam’ın çatısı altında azade bir belde olmaya devam etseydi. Böylelikle işgal de zulüm de hiçbir dönem için söz konusu dâhi olmasaydı. Ama bugün Müslümanlar olarak sırtımızı dayayacak bir kalemiz yok. Gün odur ki İslam’ın gölgesinde yaşamayı tercih edip yine o güzide devletin eliyle inancımıza dair tüm kanunların ikame edilmesini talep etme günüdür. İnşallah bu çığrından kopuşa dur diyeceğimiz günleri de göreceğiz...
وَالَّذٖينَ جَاهَدوُا فٖيناَ لَنهََْ دِيَنهَُّ َمْ سُبلَُ َناََؕ وَا ِّنَِ َ هاللََّّٰ لمََ َعَ المُ ْ حْسِنٖينَ
“Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarfedenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz Allah iyilik yapanların yanındadır.” [Ankebut 69]
Hatice ULUIŞIK