Yakılan Tarihin Enkazı Altında Kaldı Umutlar!
15 Aralık 2015

Yakılan Tarihin Enkazı Altında Kaldı Umutlar!

Fukuyama “Tarihin Sonu” tezinde, Batı dünyasının icat edip yaşadığı Kapitalist ideolojinin insanlığın ulaşabildiği en son ve doğal olarak da en iyi ideoloji olduğunu vurgular ve insanlık tarihinin bu ideoloji ile sonlanacağını iddia eder.

Müslümanlar için hakikat bu olmamakla birlikte vakıa da bunun böyle olmadığını gösteriyor. Çünkü bu gayri insani ideoloji, varlığını devam ettirebilmek uğruna barbarlığın zirvesine ulaşmıştır. İnsanlık tarihinde hem bu kadar zulmün icra edildiği ve hem de zulümlerin bu kadar meşrulaştırıldığı bir zaman dilimi olduğunu sanmıyorum. “Bir avuç” insanın başına, bütün bir dünya üşüşüyorsa, saldırganlar açısından bu durumun son çırpınışlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısı ile bir son olacak, ancak bu son, tarihin sonu değil, dünyayı ifsad eden Kapitalist nizamının sonu olacak.

Batı toplumlarının en genel görüntüsü uyuşturucu ve obezite ile mücadeledir. Zayıflama uğraşı vermeyen psikoloğa veya psikiyatriste görünmeyen kimse kalmadı.

Bu fasit ideolojinin bize yansıyan kısmı ise önce halklarını besleyerek şişmanlatan, sonra onları zayıflatmak adına yapılan harcamaları karşılamak için Müslüman halkların üzerine bombalar yağdırmak ve zenginliklerini çalmaktır. Görünen bu, ancak işin hakikatinde onların bu sınır tanımayan vahşetleri, İslam’a ve Müslümanlara karşı olan kinlerinden kaynaklanmaktadır.

Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı olan düşmanlıkları, onları Müslümanlara karşı amansız bir mücadeleye sürüklemiştir. On üç asır boyunca mücadele eden kâfirler, on dördüncü asrın başında Müslümanlara galip geldiler. Ve son bir asırdır, Müslümanlara kan kusturan bu kâfirler güruhu tarih boyunca topladıkları kinlerini kusmaktadırlar.

Bununla birlikte, Batı’nın fasit fikir ve nizamları ile karşılaştığı günden bu yana Müslümanların hayatları karardıkça karardı. Müslüman halkların arasındaki temel birleştirici unsur olan İslam, önce hayattan ve akabinde zihinlerden uzaklaştırıldı. Kapitalist ideolojinin hürriyet anlayışı, ulus devlet anlayışı, milliyetçilik ve vatancılık duyguları ile bezenen gruplar ve iktidarlar, kâfirleri aratmayacak zulümlere imza attılar. Öyle ki insanlar zulmün asıl sebebi olan nizamları ve failleri olan kâfir devletleri göremez oldu. Hatta yerel zalimlerin zulmünden kurtulmak için asıl zalimlerden yardım dilenir oldular.

Batı, İslam coğrafyasını bir bütün olarak ateş topuna çevirirken, bu coğrafyanın bir parçası olan Kürdistan’a da işte böylesi bir zulmü yaşatmaktadır. Ancak, zulmün gerçek faili Batı ve onun kokuşmuş nizamı olduğu halde zalim olarak hiç anılmamakta ve hatta çözümün adresi olarak gösterilmektedir. İki ateş arasında kalan halk, sadece yerel “zalimlerden zalim beğen” tercih/sizliği ile karşı karşıya bırakılmıştır. Doğal olarak böylesi bir ortamda halkın geneli ketumlaşmakta veya sathı içerisinde kaldığı zalime taraf olmaktan başka kendisine seçenek bulamamaktadır.

Bu süreçte, İslam’ın alternatif bir çözüm olarak ortaya çıkması -uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kobani vakıası akabinde Kürt halkında daha fazla kamuoyu haline gelmiş- IŞİD kalkanı ile daha doğmadan engellenmektedir.

Başta Diyarbakır Sur ilçesi olmak üzere, bölgedeki birçok kentte meydana gelen olaylara baktığımızda genel olarak şu hususlar göze çarpmaktadır:

Otuz yıl boyunca kırsalda çatışan örgüt, çatışmayı kentlere taşımış ve bir savaş ortamını oluşturmuştur. Bu durumun bilemediğimiz birçok sebebi olabilir. Ancak bazı hususlar açıkça görülmektedir. Özellikle örgüt liderlerinin bu kışı bir “final” olarak gördükleri yönündeki açıklamaları olayların boyutunun nereye varabileceği konusunda insanı ciddi anlamda düşündürmektedir.

Örgütün kırsalda mücadeleye devam etmesi halinde eskisi gibi eleman bulamayacağı bir gerçektir. Özellikle adına “barış süreci” denilen o çatışmazsızlık döneminde halk, çatışma ortamının geriliminden uzaklaşmış ve sürekli ölümler ile karşılaşmamanın getirdiği huzurun tadını almıştır. Bu durumu gören örgüt, kentlerdeki halkı konformist olarak tanımlamış ve adeta rahatlarını bozmak istediğini ifade etmiştir.

Diğer taraftan, örgütün daha rahat saldırabileceği karakollar yerine, devletin devasa “kalekollar” inşa etmesi, örgütün eylem yapma imkânını daraltmaktadır. Cılız eylemler ve halkın şahit olmadığı bu mücadele tarzı, örgütü zayıflatır. Diğer taraftan sürecin gittikçe uzaması ve idealleri uğruna ölebilecek insanların azalması mücadele biçimini değiştirme ihtiyacını doğurmuştur.

İdeolojiden yoksun ve yalnızca mağduriyetlerin doğurduğu bir örgüt, ancak mağduriyetin devam etmesi halinde varlığını sürdürebilmektedir. Ya da şöyle diyelim, kandan beslenen bir yapı, cüssesi büyüdükçe daha fazla kana ihtiyaç duymaktadır. Bu da baskıyı beraberinde getirmektedir.

Buna ek olarak Irak ve Suriye’deki Kürtlerin belli bir statüye sahip olmasına rağmen, en büyük Kürt nüfusunun bulunduğu Türkiye’de bir “kazanımın” elde edilmemesi ve “çözüm süreci”nin de fiyasko ile sonuçlanması bir diğer faktör olarak öne çıkmaktadır.

Ayrıca Kobani örnekliğinde yani Kobani’deki sivil halka yönelik yapılan saldırı sonucu, halkın nasıl galeyana getirildiği ispatlanmıştı. Böylece 6-8 Ekim olayları vuku bulmuştu. Dolayısı ile örgütün çatışmaları kentlere indirmesi için kendi metodu gereğince birçok sebep hâsıl olmuştu. Dahası bu yeni stratejinin de hiç bir şekilde eleştirilmemesi adına, örgüt lideri tarafından “kendi halkını koruma” ihtiyacına binaen yapıldığı iddia edildi.

Fiiliyatta meydana gelen hususlara baktığımızda örgütün birçok hedefine ulaştığı söylenebilir. Özellikle Sur ilçesindeki tanıklığımıza binaen, “sosyal devletin” sosyalleştiremediği, bir kısmı uyuşturucu bağımlısı ve çoğunlukla işsiz ama ellerinden tutulmayı bekleyen gençlerin büyük bir kısmını, örgütün eleman olarak devşirdiğini söyleyebiliriz. Kızlı erkekli marşlar eşliğinde halaylar çekmek ve “heval/yoldaş” ile saygı gördüğü hissiyatı ile elinde bir anda silahı/gücü de görünce hendek/barikat başında nöbet tutmak bir aşka dönüşür bu gençler için.

Kendisi nöbette, ebeveyni gözleri yaşlı ve bu kaçıncı göçü olduğunu hesaplayarak omzunda torbası ile yol almaktadır. Tahrip edilen tarih ile birlikte umutlarını da enkazlar altında bırakarak yeni meskeninde yeni mezalimleri düşünmektedir.

Doksanlı yılların jakoben siyasetine dönen devlet, durumdan oldukça memnun gözükmektedir. Zaten bir önceki döneminde devletleşen ve devleti koruma refleksi ile hareket eden AKP, son zamanlarda Türk milliyetçilerinin yeni adresi oldu. Vursa da vurulsa da güçlenmektedir; tıpkı örgüt gibi. Çatışmaların sürmesinin hem AKP’yi hem de PKK’yi güçlendirdiği ortadadır.

Son yaşanan çatışma sürecine bakıldığında devlet ile örgütün danışıklı dövüşte olduğu vehmine kapılıyor insan. Malum, devletlerin gerek içe yönelik ve gerekse dışa yönelik önemli, radikal kararlar alabilmesi için ciddi vakıaların yaşanması/yaşatılması gerekmektedir. Son yüzyıl bunun örnekleri ile doludur. (İkiz kuleler, Saddam’ın kimyasal silahları, DAEŞ, 17-25 Aralık gibi) Dolayısı ile Türkiye’de sistemin ciddi bir şekilde değişmesi için sanırım bugüne kadar yaşanan acılar yetmemiş olacak ki daha büyük acılara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda örgüt, dolaylı olarak Kürt halkını devlete katlettirmek girişimindedir. Devletin de canına minnet, yapmadığı veya yapamayacağı şey değildir.

Sonuç olarak, gerek örgütün talepleri ve eylemleri gerekse devletin inkâr ve imha politikaları gayri İslami bir zeminde olup çatışmaların faturası mazlum Kürt halkına çıkarılmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan zalimlere fırsat vermemesini diliyorum.

@Ausalp