İnsanların ekserisi vakıayı kabullenme eğilimindedir. Bu sebeple vakıaya bakılarak gerçekleştirilmesi zor olarak addedilen bir hedefi olduğu görülen kimseler, kitleler maceracılık, hayalperestlik ve ayaklarının yere basmaması söylemleri ile yaftalanmıştır. Çoğu insana göre vakıaya aykırı her durum bir nevi deliliktir. Bu nedenle peygamberlere yönelik ithamlardan biri de –hâşâ- “mecnunluk” olmuştur.
Vakıa, kendisini insanlara dayatır. Ekseriyetle insanlar da bu durumu kabullenir. Bunun uluslararası ilişkilerde bile “reel politik” adı altında uygulamalarına şahit oluyoruz. “Konjonktür” ve “statüko” kelimeleri de mevcut durum anlamlarında kullanılır.
İnsanoğlunun içinde bulunduğu vakıa, idealiyle örtüşmediğinde, kendisi için problemli bir alanın vücudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu durumda kişi/ler böyle bir problemi çözmede iki temel tutum içerisinde bulunmaktadır: İçinde bulunduğu vakıaya teslim olmak ya da vakıanın ideale uygun bir duruma dönüştürülmesini gerçekleştirmek üzere mücadele etmek.
Peygamber ve ashaplarının mücadeleleri böyle değil miydi? Onlar, Allah’tan aldıkları vahiy ışığında içinde bulundukları vakıayı değiştirmek üzere emrolunmuşlar ve hayatları pahasına bu HAK olan davayı mevcut VAKIA’ya üstün kılma mücadelesini vermişlerdi.
Bu mücadeleleri esnasında bazen yalnız kalmış, zora düşmüş, hırpalanmışlar fakat davalarından asla geri durmamışlar, Allah’ın vaadinin mutlaka gerçekleşeceğine, Allah’ın yardım edeceğine kesin bir şekilde iman etmişlerdir.
Öyle değil mi?
Hz. Nuh Aleyhi’s Selam kavmine ne demişti hatırlayalım:
يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ
“Ey kavmim Allah’a kulluk edin! Sizin Ondan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.”[Araf 59]
Kavmi de Hz. Nuh Aleyhi’s Selam’a şöyle cevap vermişti:
فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا نَرٰيكَ اِلَّا بَشَراً مِثْلَنَا وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذ۪ينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِۚ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِب۪ينَ
“Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden basit görüşlü hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.”[Hud 27]
Sonra da iyice haddi aşıp şöyle dediler:
مَا نَرٰيكَ اِلَّا بَشَراً مِثْلَنَا وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذ۪ينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِۚ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِب۪ينَ
“Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen kendisiyle bizi tehdit ettiğini bize getir.”[Hud 32]
Gereken her türlü mücadeleyi veren, anlatım üsluplarının hepsini kullanan Hz. Nuh Aleyhi’s Selam nihayetinde Rabbine şöyle münacatta bulunmuştu:
فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحاً وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
“Artık benimle onların arasında Sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.”[Şuara 118]
Muhakkak ki Allah Subhanehu ve Teâlâ, Peygamberine Hak davasında yardım edecek, Vakıa’yı ayakta tutmakta ısrar edenler yıkılıp gidecekti.
Ve Âlemlerin Rabbi yüce Allah Subhanehu ve Teâlâ Nuh Aleyhi’s Selam’a vahyederek şöyle bildirdi:
اَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ اٰمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَۚ وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ
“Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Şu hâlde onların yaptıklarından dolayı üzülme. Gözetimimiz altında ve vahyimizle (emrimizle) gemiyi imal et.”[Hud 36–37]
Nuh Aleyhi’s Selam tam bir teslimiyetle Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya tevekkül içerisinde emri yapmaya koyulduğunda da inkârcılar topluluğu da Nuh Aleyhi’s Selam’a karşı saldırılarını sürdürmekteydiler. Hakkın gücünü önlemek adına, batılın sözcüleri alay etmeye giriştiler.
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَاٌ مِنْ قَوْمِه۪ سَخِرُوا مِنْهُۜ
“Nuh gemiyi yapıyor kavminden ileri gelenler ise yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı.”[Hud 38]
Bunlara karşılık Nuh Aleyhi’s Selam da onlara;
قَالَ اِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَۜ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ
“Eğer bizimle alay ediyorsanız iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız bizde sizinle alay edeceğiz. Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz!”[Hud 38–39] diye karşılık veriyordu.
Ve inkârcıları rezil edecek beklenen azap geldiğinde Nuh Aleyhi’s Selam çok az olan iman ehline:
ارْكَبُوا ف۪يهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭۙيهَا وَمُرْسٰيهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ
“Ona binin! Onun yüzmesi de demir atması (durması)da Allah’ın ismiyledir. Şüphesiz benim Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir!”[Hud 41] dedi.
Mademki batılda o kadar ısrarlıydılar, mademki hakkın karşısında batılı korumak uğruna hakka ve hak ehline saldırmaktan çekinmiyorlardı, elbette yaptıklarının -dünyada ve ahirette- karşılığı olmalıydı ve öyle de oldu; helak olup gittiler. Nice vakıaya teslim olanların sonu böyle oldu ve böyle olacak…
Hz. Nuh gemiyi yaparken, Hz. Musa kendisine inananlar ile Kızıl Deniz istikametine doğru yol alırken, peygamber efendimiz Hz. Muhammed Hendek Savaşı’nda o zor şartlarda hendek kazıp kayaya vururken ve bu esnada fetih müjdeleri veriyorken kendilerine Allah’ın yardımının ne şekilde geleceğini, mucizelerin ne şekilde gerçekleşeceğini Allah bildirmediği müddetçe Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Fakat, iman edenler gereken mücadeleyi gösterdiklerinde, Allah’ın kendilerine kendi katından nusretini ulaştırmak üzere vaadi olduğunu biliyorlardı. Allah her şeye kadir olandır ve sözünden dönmez.
Cahiliye hükmüne karşı Allah’ın hükmüyle kıyam eden bir kişi, bir kitle, Allah’ın dinine bağlı kaldığı ve ihlâsına halel getirmediği müddetçe Allah Celle Celaluhu, onu cahilliye erbabına karşı yalnız ve sahipsiz bırakacak değildir. Tüm göstergeler cahiliyenin güçlü ve donanımlı olduğunu gösterse de bu iş böyledir. Zira bu O’nun ezeli vaadidir. Vaadinde durmamak ise, O’nun şanına yakışmaz. O’ndan daha güzel vaadini yerine getiren kim vardır? O, kuluna iki güzel şeyden -şahadet ya da zaferden- birini mutlaka ihsan edecektir. Hatta bu uğurda kullarına vereceği şehitlik mertebesi, onlar için tüm dünyevi mükâfatlardan daha üstündür. O halde Mümin için kaybedilecek bir şey yoktur. O dünyevi olarak mağlup edilmiş olsa da başarıya ulaşanın ta kendisidir.
Müslümanın cemaatle beraber olması tavsiye edilir. Cemaatten ayrılmaması tavsiye edilir. Fakat çok kimsenin bilmediği bir şeyi söyleyeyim: Toplulukla beraber olmak, cemaatten ayrılmamak, tefrikaya düşmemek kalabalıkla beraber olmak demek değildir; **Hak’**la beraber olmaktır, hakikatle beraber olmaktır -tek başına olsa bile-! Davası, peygamberlerin davası olan kişi yalnız da olsa haktan vazgeçmez. Bir kişi bile olsa hakikatle beraber olan cemaattir. Aynı Hz. İbrahim Aleyhi’s Selam gibi. Tek başına bir ümmet idi.
Hakikatten kopmuş, ayrılmış olan tefrikadadır. Yüz binlerce de olsa, milyonlarca da olsa, milyarlarca da olsa tefrikadadır. Bunu bilin! Onun için asıl vazifemiz, hakkı bilmek ve hakla beraber olmaktır.
Hz. Ali Efendimiz de öyle diyor: “Önce hakkı bil, kimin hak ehli olduğunu o zaman anlarsın.” O adamın bu adamın peşinde koşmaktan önce, hakkı bil. Bu çok önemli! Allah yanlış yollarda ömür tükettirmesin…
Allah’ım! Bizi hakkı hak bilip ona tâbi olan, batılı batıl bilip ondan uzak duran kullarından eyle! Allah'ım! Bizi bununla rızıklandır. (Âmin)