Hilâfet’in ilgasının üzerinden tam 100 yıl geçti. Ümmet, “ulus-devlet” denen çağdaş hapishanelerde kral, diktatör ve laik demokratik rejimlerin altında, dünya ve ahiretini kaybetme ile karşı karşıya kaldı. Her ülke halkı, içinde yaşadığı şartlar bağlamında İslâm’a davet çalışmalarını yürütmeye koyuldu. Bazı kesimler demokrasi yoluyla İslâmî hayatı yeniden geri getirmeye çalışırken bazı İslâmî hareketler, bunu cihatla başaracaklarına inandı. Nübüvvet metodu üzere 2. Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak Müslümanları daha önce olduğu gibi tek çatı altında toplamayı amaçlayan hareketler de sahada çalışmalarını sürdürmektedir. Buna karşı küresel güçler de yerli işbirlikçileriyle İslâm’ın bir daha hayata dönmemesinin planlarını yapmaktadır.
Fakat âlemlerin Rabbi Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın da bir hesabı vardır. Nitekim 2010 yılına gelindiğinde bir sokak satıcısı olan Muhammed Buazizi kendini yakarak kurulu sisteme isyan etti. Bu olay, Tunus halkının ayaklanmasına ve 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasına sebep oldu. Ardından bu isyan Libya, Mısır, Suriye ve Bahreyn’e yayıldı.
Libya'da Muammer Kaddafi, Mısır'da Hüsnü Mübarek ve 2012'de Yemen'de Ali Abdullah Salih devrildi. Fas, Irak, Cezayir, Lübnan, Ürdün, Kuveyt, Umman ve Sudan'da sürekli olarak sokak gösterileri gerçekleşti. Cibuti, Moritanya, Filistin, Suudi Arabistan ve Batı Sahra'da ise küçük çapta protestolar meydana geldi. Göstericilerin en yaygın kullandığı slogan “Eş-Şaab yurid iskâten-nizam! (Halk, rejimi devirmek istiyor!)” olmuştu.
Bu ayaklanmanın Suriye’ye yansıması bir başka oldu. 15 Mart 2011’de Dera’da bir grup öğrencinin okul duvarına aynı sloganı yazmasıyla Suriye'de bir devrim ateşlendi. Bir yıl gibi kısa bir sürede zalim Esed’in Şam’daki sarayını tehdit eder hâle gelmişti. Dahası sahada etkin olan bazı tugaylar, rejimi düşürdüklerinde Râşidî Hilâfet Devleti’ni ilan edeceklerini ve bazı değişiklikler yapma hakkını saklı tutarak Takiyyuddin en-Nebhânî’nin Anayasa Tasarısı’nı uygulayacaklarını açıklamışlardı. Bunun üzerine ABD ve yerel partnerleri, devrimi boğmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Esed zalimini 11 yıl kukla gibi ayakta tuttular. Ancak hesap edemedikleri Aksa Tufanı yağıp gürleyince sahada yeni bir gerçeklik meydana geldi. Artık ne İran ne de Rusya, Esed’i koruyacak güçteydi. ABD ise başkan değişimi sürecine gitmişti. Nihayet zalim Esed, zillet içinde kaçıp Rusya’ya sığındı ve 60 yıllık Baas zulmü son buldu.
Artık süreç tersine dönmüştü. Yüzyıldır Batı’ya öykünme süreci son bulmuş, Müslüman halklar bu süreçte maddî veya manevî bir hayra ulaşamamışlardı. Batı’nın Orta Çağ karanlığından kurtulmak adına başlattığı; Rönesans, coğrafî keşifler, sanayi devrimi, Anayasal Monarşi (Meşrutiyet), laiklik, demokrasi ve cumhuriyetin farklı bir gerçeklik içinde yaşayan Müslüman halklara bir fayda sağlamadığı bilfiil yaşanarak anlaşılmıştı. Çünkü 13 asır boyunca Müslümanlar, hiç mutlak krallıkla yönetilmediler. Sultanlık, krallık değildi. Sultan veya halife, İslâmî hükümlerle kayıtlıydı. Yasama konusunda egemenlik, sultanın değil İslâm’ındı. Kısacası; ne Osmanlı Hilâfet nizamı Batı’daki mutlak kraliyete benziyordu ne de Osmanlı yönetimi altında yaşayan halklar, Avrupa halklarına benziyordu. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan sorunların niteliği, Avrupa’nın sorunlarından farklıydı. Fakat İslâm ve Osmanlı aleyhine yapılan maksatlı propaganda, bazı samimi simaları da etkilemişti.
Nitekim Osmanlı devlet adamları, 19. Yüzyılın başından itibaren, Avrupa devletlerinin artan gücünü yanlış değerlendirerek buna, Batılılaşma siyasetiyle karşı koymaya çalışmışlardı. Osmanlı’nın toprak kaybetmeye başlaması, bütçe açığı vermesi ve Avrupa devletleriyle imzalanan serbest ticaret antlaşmaları ve benzer sorunların, Hilâfet nizamının kendi dinamikleri üzerinden halledilmesi yerine, çareyi, Osmanlı Devleti’nin -Batılı manada- ıslah edilerek Batı gibi olmasında görüyorlardı. Aynı şekilde mevcut sistemin “hürriyet”, “adalet” ve “eşitlik” gibi revaçta olan ve Batı’nın kendi yorumlarıyla içini doldurduğu insan haklarını ihlal ettiğini düşünüyorlardı. Bu yüzden İttihat ve Terakki hareketine mensup olanlar ve sempatizanları, topyekûn Batı kaynaklı fikir ve çözümlere kendilerini kaptırmışlardı.
Fakat artık önümüzde tecrübe ettiğimiz ve göz ardı edemeyeceğimiz bir yüzyıl var. Bu yüzyılda İslâm ümmeti olarak farklı ulusal devletler bünyesinde Batı’ya ait test etmediğimiz hiçbir fikir, düşünce, rejim, sistem ve kavram kalmadı. Özellikle Türkiye’de rejim, anayasa ve yasalardan tutun da örf ve âdetlere kadar -Batı’ya ait her ne varsa- ithal ederek egemen kılıp uygulamıştır. Ancak geldiğimiz noktada; bireysel, ailevî, toplumsal, siyasî, askerî, iktisadî, kültürel hiçbir sorunumuz çözüme kavuşmamıştır. Bugün, bencil bireyler, dağılan aile kurumu, yozlaşmış bir toplumla karşı karşıyayız. Yığınlarca vasıfsız ve işsiz insan, her branştan atanamayan, iş bulamayan veya hak ettiği ücreti alamayan yüzbinlerce üniversite mezunu genç, ticarileşen eğitim ve sağlık politikaları ve kriz üzerine kriz üreten ekonomik sistem, halkı canından bezdirmiştir. Laik Cumhuriyet, halkı ekonomik, kültürel ve etnik olarak kamplara bölmüş, bir türlü toplumsal barışı sağlayamamıştır. Yönetim sistemi, her on yılda bir darbelerle kesintiye uğramış, yüz yılını dolduran -sözüm ona- Cumhuriyet rejimi hâlâ darbe anayasasıyla yönetilmektedir. Osmanlı bakiyesi diğer Müslüman ülkelerin yaşadıkları da bundan farklı değildir.
Dün Afganistan’da kurulan İslâm Emirliği gibi bugün Suriye’de yeni bir yönetim kuruluyor. Bunca acı deneyim ve tecrübeden sonra İttihat ve Terakki’nin içi boş “Hürriyet-Adalet-Müsavat” söylemiyle yeniden ortaya çıkıp Batı patentli sistem ve çözümleri önermek gerçeğe aykırıdır. O gün Osmanlı’nın içişlerine müdahale etmek için ileri sürülen azınlık hakları meselesi, bugün yine ön plana çıkarılmaktadır. Tarih boyunca Hilâfet nizamının Müslüman olmayan tebaasına zulmettiğine dair tek bir kayıt mevcut değildir. Batı değerlerinin arkasına sığınarak bu konuda Müslümanlara ders vermeye kalkışmanın tarihte bir karşılığı yoktur.
Gerçek şu ki; Batı medeniyetinin maskesi düşmüştür. Bize ihraç ettikleri ne kadar değer varsa sömürülmemizi garanti altına almak için üretilmiştir. Kapitalizmin siyasî hâkimiyet tarzı olan laik demokratik cumhuriyetten tutun da liberalizmden özgürlüklere kadar ürettikleri her şey, insanın sömürülmesini sağlama almak için geliştirilmiştir. Bugün kendini tüm değerlerden soyutlamış olarak yaşayan insan yığınları, Batı medeniyetinin eseridir.
Evet, devran dönmüştür. Artık gün, İslâm ile yönetme günüdür. Aksi yönde bir söylem ve eylem içine girenler, tarihin yanlış tarafından yer tutmuş olacaktır.
[اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَؕ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْماً لِقَوْمٍ يُوقِنُونَࣖ] “Yoksa onlar, cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” [Mâide Suresi 50]