Adem (as) ile iblis, yeryüzüne birbirine düşman olarak indi. Böylece insanlık tarihi, hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyilik ile kötülüğün bir mücadelesi olarak başladı. Yeryüzü, insan için onu imar etme, hak ve batıl arasında bir tercih yapma ile bir imtihan sürecidir. İnsanlık için bu sürec ve hak ile batıl arasındaki bu mücadele kıyamete kadar da devam edecektir.
Son risalet, insanlık için kemale ermiş olan son kurtuluş ipi İslam, yeniden insanlığı bulunmuş olduğu karanlıklardan kurtarmaya çalışırken aynı şekilde batıl ile mücadele etti. Batılın güçleri, daha filizlendiği andan itibaren İslam'ı yok etmek için elinden geleni yaptı. Her türlü fiziksel ve kültürel saldırıda bulundular. Batılın bütün taraftarları gerek misyoner faaliyetleri ile gerek haçlı orduları ile İslam ve Müslümanlar ile savaştılar. Ancak Müslümanlar, İslam'a sadakat ile bağlı oldukları zaman diliminde, batılın taraftarları Müslümanlara istedikleri zararı veremediler. Ne zamanki İslam, Müslümanların zihinlerinde zayıflamaya başladı, işte o zaman kafirler saldırılarında umduklarını almaya başladılar.
Müslümanlar ile yüzyıllarca mücadele eden kafirler edindikleri tecrübelerden şunu gördüler. Müslümanları güçlü kılan dinleri idi. Ve onlar dinlerine bağlı oldukları müddetçe onları yenmenin mümkün olmadığını da gördüler. Dolayısı ile Müslümanlara güç veren esas kaynaklarına saldırdılar.
Önce Kur’anı hedef alarak saldırdılar. Ancak, Müslümanlar her kadar fikren düştülerse de Kur’ana yapılan hiç bir saldırıdan etkilenmediler (nice müsteşrik kafirler ve Salman Rüşdü gibi). Bundan istedikleri sonucu alamayan kafirler bu sefer Sünnete saldırdılar. Çünkü sünnet/hadis konusu daha hassas bir konu idi. Çünkü sünnet konusunda, gerek fakihler ve gerekse muhaddisler sahip oldukları usullerinin farklılığından dolayı aralarında az da olsa ihtilaf söz konusuydu.
Muhaddislerin usul ile ilgili ihtilafları ve sünnetin büyük bir kısmının mütevatir olmaması yani sübut açısından zan taşıması, kafirlerin saldırı yapmaları için bir fırsat ya da açık bir kapı idi. Ayrıca İslam düşmanları, sünnet olmadan İslam nizamının büyük bir kısmının ya doğru anlaşılmayacağını, ya kapalı kalacağı ya da pratikten yoksun kalacağını görmüşlerdi. Öyle ki Kur’an'ın büyük bir kısmı pratiğinden yoksun ve herkesin dilediği şekilde anlaması söz konusu olacak, bu da doğal olarak İslam’ın bir hayat nizamı olarak yaşanmasına engel olacaktı.
Önce zayıf hadislere saldırdılar. Özellikle tasavvuf ile meşgul olanların uydurdukları hadis ve kavramların İslam ile çeliştiklerini gösterdiler. Ki, bu noktada ifade edilenlerin çoğu doğruydu. Ancak mesele üzüm yemek olmadığı için haklı yönleri barındıran bir yaklaşım ile yavaş yavaş bütün hadisleri yutmaya başladılar. Böylece kafirler fitnenin fitilini ateşleyip fikren düşmüş, yükselen Batının medeniyeti karşısında alçaklık kompleksine kapılmış, batının özgürlükler fikrinden etkilenmiş Müslümanlardan bir çoğunu etkilediler. Müsteşriklerin başlattığı bu savaşı, bugün maalesef onlar adına sözde aydın Müslümanlar yürütmektedir.
Aslında bu mesele yeni bir mesele değil. Günlük hayatta daha önce defalarca karşılaştığımız ve hakkında yeterince malumat sahibi olduğumuz bir meseledir. Ancak bu makaleyi kaleme almama sebep olan husus, bu rüzgardan etkilenmiş insanların bu mücadeleyi bir adım daha öteye taşımış olmasıdır. Şimdiye kadar karşılaştığım vakıaların hemen hepsi kendi içinde çelişkiler barındıran ve daha çok savunmacı bir pozisyon tutmuş vakıalardı. Sıkışılan yerde “ben böyle anlıyorum”, “ben böyle düşünüyorum ” veya “bunu araştıracağım” vb. cümleler ile “yav kardeşim git başımdan, konuşmak istemiyorum” un nazikçe ifadeleri ile karşılaşıyordum. Ancak şimdi, bu husus yani sünneti inkar veya vahiyden bağımsız ve bağlayıcılığı olmadığına inanan bazı Müslümanlar, bunu bir adım daha ileri taşıyarak merkeze taşıma hamleleri içine girmişler. Hatta öyle cesur bir adım atıyorlar ki sünnetin vahiy kaynaklı oluğunu ifade etmenin bir sapma olduğunu ve bilinçli bir şekilde ifade etmenin insanı şirke götürdüğünü dahi dillendirmektedirler.
Bunun ne anlama geldiğine bakalım. Her şeyden önce, böylesi bir yaklaşım Kur’an’ın da iyi anlaşılmadığını gösterir. Çünkü bizi Rasul'e yönelten, Rasul'ün vahiy ile hareket ettiğini, vahiy ile konuştuğunu bildiren Kur’an’dır. Rasul'ün, Kur’anı beyan eden olduğunu, O’nun haram kılmasının Allah’tan olduğunu, Allah’a itaatın, Allah’ı sevmenin Rasul'e itaatten geçtiğini, Rasul'ü hakem tayin etmemiz gerektiğini, O’nun emrine muhalefet etmememiz gerektiğini bildiren Kur’an’dır. Rasul'ün, bize her ne verirse onu almamız gerektiğini, bizi neyden nehyetti ise ondan kaçınmamız gerektiğini, O’nun bizim için yegane örneklik teşkil ettiğini, Allah ve Rasul'ü arasını ayırmamamız gerektiğini bildiren Kur’andır. Ve daha onlarca ayette bu durum gayet açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Diğer taraftan, diyelim ki Arapça dil kurallarını ters yüz ettiniz ve bütün bu ayetleri zorlama bir şekilde tevil ettiniz. Ancak yine ondan fazla ayet, Kur’an dışında Allah’ın, Rasulü Muhammed (sav)’e vahiyde bulunduğunu ortaya koyar. Neredeyse bir kitap boyutunda ele alınması gereken bu konuyu kısa bir makalede enine boyuna ele almak mümkün değildir. Dileyenler için çok detaylı bilgiler verebilirim. Ancak bir iki örnek vermekle yetineceğim.
Birincisi, kıbleyi değiştiren ayettir. (Bakara 144) Bu ayette Allah, Rasul'ün Beyt-ül Makdis’den Kabeye yönelmek istediğini ifade ediyor. Ama vahiy bekliyor. Çünkü Zümer 11-14 ayetlerde geçtiği gibi Rasul, emrolunduğunun dışına çıkamamaktadır. Hal böyle iken, daha önce Kur’an’da geçmediği halde Rasulü ve Müslümanları Beytül Makdis’e kim yönelti? Eğer Rasulün kendi görüşüne göre Beytül Makdis’e yöneldiği söyleniyorsa, niye kendi görüşüne göre Kabe’ye dönmüyor da vahiy bekliyor?
İkincisi, Tahrim süresi 3. Ayete bakıldığında, Allah’ın Rasulüne Kur’an’da geçmediği halde vahiyde bulunduğu apaçık bir şekilde görülecektir.
Üçüncüsü, Bakara 187. Ayete bakınız. Daha önce Kur’an’da Ramazan ayının gecelerinde kişilerin hanımlarına yaklaşmasını yasaklayan bir ayet olmadığı halde Allah, bu yasağı kaldırmaktan bahsediyor. Öyleyse kessin bir şekilde bu yasağın Kur’an dışında bir vahiy ile Rasule daha önceden geldiği anlaşılıyor.
Dördüncüsü, Enfal 7. Ayette geçtiği üzere Allah’ın “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vaadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz.” sözüne bakın. Buradaki “vaad”daha önce Kur’an’da geçmedi. Peki Allah bu vaadi nasıl bildirmiştir?
Daha nice kat’i deliller ortaya koymak mümkündür. Ancak yukarıda ifade ettiğim gibi kısa bir makale ile herşeyi enine boyuna aktarmak mümkün değildir.
Ancak dikkatinizi son bir şeye daha çekmek istiyorum. Bu anlayış, sahabeden başlayarak günümüze kadar, sünneti esas kaynaklardan sayıp onunla hükme varan ve bu hükümler ile hayatlarını düzenleyen bütün Müslümanların saptığını veya şirke düştüğünü mü kabul ediyor?