Son Asrın En Büyük Tehlikesi: Fikrî Çölleşme
17 Ekim 2023

Son Asrın En Büyük Tehlikesi: Fikrî Çölleşme

Krizler… Krizler… Son asırda en çok duyduğumuz bir kelimedir, bu. Enerji krizi, gıda krizi, ekonomik kriz, ahlaki kriz ve iklim krizi gibi… Tabiri caizse krizler, bütün yönleriyle hayatımızı kuşatmış durumda.

Bugünlerde en popüler kelimelerden bir tanesi de “iklim değişikliği” adı altında dünyanın çölleşmesidir. Bununla; dünyanın küresel kuraklık yaşaması sonrasında toprakların gittikçe çölleştiği ifade edilmektedir. Yani üzerinde yaşadığımız toprakların eskisine nazaran daha da kuraklaştığı kastedilmekte; böylelikle de gereken verimin elde edilemediği söylenmektedir.

Evet, dünyanın çölleşmesi veya kuraklaşması tehlikeli bir durumdur ve bununla mücadele edilmesi kaçınılmazdır.

Biz ise bu makalede, küresel kuraklık iddiası hakkında bir değerlendirmede bulunmayacağız. Bilakis insanların veya toplumların dikkatlerini bu kuraklıktan daha büyük bir tehlikeye dikkat çekmek istedik. O da; çağımızın en büyük sorunu ve tehlikesi olan “fikrî çölleşme” veya “fikrî kuraklık”tır. İşte asıl mücadele edilmesi gereken durum tam da budur!

İslam ümmeti son yüzyılda fikir ve bunun tabii sonucu olarak eylem planında büyük bir çöküntü yaşadı. 3 Mart 1924 tarihinde Hilâfet’in ilgası ile birlikte bu topraklar artık verimsiz ve çorak bir hale geldi. -Tabiri caizse- kuraklaştı ve çölleşti. Hasat alınamaz bir duruma gelindi. Yaklaşık 1400 senelik İslam tarihi boyunca her yönden birçok siyasi liderler, güçlü devlet adamları, mütefekkirler ve aydın fikirli şahsiyetler yetiştiren bu topraklar, yaklaşık 100 senedir “adam gibi adamlar” çıkartamamaktadır. Bugün bizler bunun ağır neticelerine şahit olmaktayız. Ne kadar da doğru söylemiş Sultan II. Abdülhamid, “Mesele, Kaht-ı Rical (Adam kıtlığı) meselesi…” diye. Tabii ki Sultan II. Abdülhamid’in bahsettiği adam kıtlığı, İslam akidesi ile yoğurulmuş, İslami fikir ve duyguya sahip olan, Batı’dan ve Batı kültüründen etkilenmemiş ve siyasi basirete sahip yüksek fikirli devlet adamı vasfındaki adamların kıtlığıydı. Yoksa günümüz yöneticileri ve siyasileri kalitesindeki adamlar(!) o zaman da çoktu. İşte bugün de aynı sıkıntıyla karşı karşıyayız.

Hizb-ut Tahrir’in kurucusu değerli âlim ve siyasi mütefekkir Takiyyuddin en-Nebhânî, insanların ve toplumların dikkatlerini fikrî yükselişin önemine ve fikrî çölleşmenin tehlikesine dikkat çekerek bu konuda şunları söylemiştir: “Fikirler, gelişme sürecinde bulunan bir toplumun hayatta elde edebileceği en büyük servettir. Aydın fikir de köklü geçmişi olan bir toplumda yaşayan bireylerin atalarından teslim aldığı en büyük mirastır. Maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik yenilikler ve benzerlerinin yeri, bu fikirlerden çok daha aşağı seviyededir. Bunlara ulaşmak, sahip olunan fikirlere bağlı olduğu gibi bunların korunmaları da fikirlere bağlıdır. Fikrî değerlerini koruyabilen bir toplumun maddi servetleri tahrip edilse dahi bu toplum onu hemen yeniden üretebilir.”

İnsan, eylem ve davranışlarını sahip olduğu fikre göre düzenler. İnsanı insan yapan ve onu diğer canlılardan seçkin bir konuma getiren bu yüksek fikirdir. İnsan, yüksek bir fikre sahip olduğunda ise seçkin davranış sergiler; yüce kıymetleri haiz ve yaratılmışların en hayırlısı olur.

Fakat bizler, bugün İslam ümmeti olarak atalarımızdan bize tevarüs eden fikrî değerlerimizi koruyamaz bir duruma geldik. Bizi biz yapan değerlerimizi, bizi izzetli ve şerefli bir konuma yükselten verimli düşünme metodumuzu kaybettik. Toplum fikirden, şuurdan ve bilinçten yoksun bir hale geldi. Düşünceler mahkûm oldu. Bir taraftan “faiz haram” derken diğer taraftan mugalata yapılarak kredi adı altında faiz, meşru bir “ticaret” haline getirildi. Yine aynı şekilde bir Müslüman’ın şer’i hükümlere göre bir hayat yaşaması vacip iken maalesef menfaat hayatta tek ölçü kabul edilerek söylem ve eylemleri belirleyen yegâne ölçü oldu. Hâlbuki menfaatleri belirleyenin İslam olması gerekiyordu. Çünkü İslam netliktir, İslam sıhhattir, İslam doğru kimliktir, İslam doğru istikamettir ve İslam her şeye rağmen sabit kalabilmektir. Sabah ne isen akşam o olmaktır. Kısacası; söylemler ve davranışlar arasında derin bir uçurum meydana geldi.

Buna bağlı olarak doğru düşünme metodumuz tahrip edildi. Kalkınmanın formülünü İslam’da aramak yerine -bize yabancı olan ve bugün bütün bir insanlığın fikren geri kalmışlığına ve iflasına sebebiyet veren- iğrenç Batı medeniyetinde arar olduk. Celladına âşık bir millet haline geldik/getirildik.

Fikrî çölleşme veya kuraklık neticesinde olaylar ve vakalar karşısında hüküm verirken sağlıklı düşünemez olduk. En önemlisi de, doğru bir düşünme metodundan uzaklaştıkça eksenimizi, istikametimizi, kimliğimizi ve şahsiyetimizi kaybettik. Öyle ki; sorunlarımızın çözümlerini aramamız gereken yegâne kaynak İslam olması gerekirken maalesef fikrimizi dumura uğratan, düşüncemizi esir alan, prangalar vuran ve fikrî anlamda bize inhitatı/çöküşü yaşatan Batı’dan aldık. Batılı değerlerin üzerimize tatbik edilmesine sessiz kaldık. Batılılar gibi düşünmeye, onlar gibi yaşamaya başladık, onların gözünden hayata bakar olduk.

Bugünün insanı da; uzvi ihtiyaçlarının kurbanı olmuş, sadece yiyen, içen, izleyen ve konuşan yığınlar haline getirilmiş, muhasebe ve muhakeme etme yetisini kaybetmiş, fikriyle değil duygularıyla hareket eder duruma gelmiş; yalan ile gerçeğin, hak ile batılın nasıl bu kadar karıştırıldığından bihaber bir durumdadır.

Ancak tüm bunlara rağmen Müslümanları fikren yeniden kalkındıracak, onu fikrî inhitattan/çöküntüden ve geri kalmışlıktan kurtaracak ve genelde tüm insanlığa da huzur ve adaleti götürecek olan İslam akidesinden ve İslami düşünce metodundan başkası değildir.