Bugünün ideolojik egemen devletlerinde iktidar mücadelesine giren partiler -genellikle farklı üsluplara sahip olsalar da- devletlerinin çıkarlarını ön planda tutarlar. Ki bu çıkarlarını sağlamak için kullandıkları yegâne metotları, sömürgeciliktir. Uluslararası diplomatik dilde “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanan, realitede ise egemen ideolojik devletlere “uydu” veya “tâbi” olan, diğer bir tabirle “güdümlü” devletlerde iktidar yarışının temelinde kişisel hırslar ve iktidar ile elde edilecek kitlesel menfaatler vardır. Dolayısı ile sokak jargonu ile “çakma” veya “taklidi” kapitalist devletlerde mevkiler, hizmet üretilen yerler olmaktan ziyade kontrol ettikleri sermaye miktarına bağlı olarak talep görmektedirler.
Ülkenin siyasi tarihini inceleyen herkesin bu gerçeği görebileceği gibi son yerel seçimlerde bu husus bir kez daha gün yüzüne çıktı. Özellikle Ankara, Adana, Antalya ve İstanbul gibi büyükşehirlerin belediye başkanlığı, partiler arasında el değiştirirken ve yine daha önce kayyum atanan belediyeler de farklı bir partinin eline geçince, söz konusu çıkar çatışmasının ne boyutta olduğu görüldü. Özellikle sahip olduğu nüfus ve bütçe açısından onlarca devletten daha büyük bir sermayeye sahip olan İstanbul, bu konuda çok daha önem arz etmektedir. Ki her ne kadar farklı bir gerekçe öne sürülse de bu öneminden dolayı İstanbul’daki seçimlerin yenilenmesine karar verildi.
Bu sebeple, özellikle kitlesel anlamda güçlenmeyi, sahip olunan fikir ve projeden ziyade sahip olunan mevki ve maddiyata bağlayan birçok İslâmi camia için de söz konusu mevkiler iştah kabartmaktadır. Gerekçe ise bellidir: “Müslümanların maslahatı”. Oysa gayri İslâmi sistemlerde söz konusu mevkileri elde etme ve kullanmanın İslâmi bir yolu veya yönü bulunmamaktadır. Bu durum, defalarca tecrübe edilmesine rağmen halen denenmek istenmesinin ne İslâmi ne de akli bir izahatı vardır. Başta iktidar partisinin iktidar olma yolunda kaç tane gömlek değiştirdikleri aşikârdır. Yine aynı mantıkla bugün “FETÖ” olarak bilinen geçmişteki “cemaatin” de nasıl bir yol izlediği ve nasıl bir akıbet ile karşılaştığı da ortadadır. Dolayısıyla kuralları, küfür sistemi olan kapitalist nizam tarafından belirlenmiş bir oyun başka türlü oynanamaz! Ya da merhum âlimin dediği gibi “Şeytanın atı ile cennete gidilmez!”
Bu sistemde söz konusu mevkileri elde etme şekli, taliplerini ikiyüzlü bir karaktere büründürdüğü gibi kullanma şekli de son derece zulüm ve haksızlıkları barındırmaktadır. Örneğin, bir bütün olarak CHP’nin İslâm’a olan düşmanlığı bilinmesine rağmen, Komünist İl Başkanı, iftar sofrasında el açıp dua etme münafıklığını sergileyebilmektedir. Hakeza başkan adayı iftardan iftara koşmaktadır.
Aynı şekilde “A” partisi iktidarda ise “B” partisinin elemanlarına ihale vermediği gibi kendi yandaşları dışında hiçbir kuruluşa yardım etmemektedir. Örneğin, el değiştiren belediyeler, birbiri ardınca bir önceki belediye yönetimin yapmış olduğu haksız ve gereksiz harcamalarından bahsetti. Verilen rakamların doğruluğu tartışılabilir ancak yandaşların bankamatik çalışanları olduğu gerçeği yıllardan beri bilinen bir gerçektir. Yine daha öncekilerin yaptığı gibi yeni gelen başkanların da bir önceki yönetimin işe aldıklarını çeşitli gerekçeler ile işten çıkarttığı ve yeni alımları sadece kendi yandaşlarından seçtiği su götürmez bir gerçek olduğu gibi aynı zamanda da bu apaçık bir zulümdür.
Bu gerçekler karşısında, “adamlar yiyor ama hizmet de yapıyor” şeklinde bir itiraz edilebilir. Doğrudur, halkın somut olarak görebileceği bir takım hizmetler de yapılmaktadır. Ancak meseleye biraz derinden bakıldığında, ellerinde olan imkânlara oranla yapılan hizmetler çok küçük kalmaktadır. Aynı şekilde bu hizmetleri de kazanımlarını yani çıkarlarını daim kılmak adına yapma zorunlulukları vardır. Tıpkı sanayi toplumuna geçilirken Avrupa’daki kapitalistlerin işçilere verdiği ücret gibi. İşçilere verdikleri istirahat süresi ve ücret, onların bir sonraki gün tekrar gelip fabrikalarında çalışabilecek takatte olmalarını sağlayacak miktarda idi. Günümüzdeki asgari ücretin mantığı da aynı değil mi? İşsizlik karşısında halk asgari ücrete mecbur bırakılmaktadır. Verilen asgari ücret, çalışanın çalışmaya devam edebilme sınırıdır. Böylece kapital sahipleri servetlerine servet katarken, hayatlarını sürdürme çabası içinde olan milyonlarca insan köleliğe devam etmektedir. Dolayısıyla bir sonraki dönemde seçimi kazanabilmenin bir faktörü de hizmettir.
Kısacası, gayri İslâmi yani küfür olan bu sistemde, mevkiler ancak şahsi veya kitlesel menfaatleri elde etme mücadelesidir. Ancak bu fasit mücadeleye güzel ve süslü kılıflar giydirilmektedir. Bir taraf “her şey çok güzel olacak” derken, diğer taraf da bu yarışı “beka meselesi”, “hak ile batılın mücadelesi” şeklinde göstermektedir.
“Her şey çok güzel olacak” diyen cenahı tanımasaydık “Acaba?” diye bir soru geçebilirdi zihnimizden ancak biz onların güzellik anlayışını doksan sene boyunca gördük. Onların güzellik anlayışının en özet hali; İslâm’ı ve Müslümanları yok etme anlayışıdır. Batı’dan ithal ettikleri “altı kazığı” halkın kafasına çakma anlayışıdır.
Ey “Her şey çok güzel olacak” diyenler! Münafıklığın gereği yok, biz sizi gerçekten iyi tanırız. Sizin güzellik anlayışınız, İstiklal Mahkemeleri ile başladı, Askerî, DGM ve Özel Yetkili Mahkemeler ile devam etti. Biz sizi, âlimlerimizi darağaçlarında sallandırmanızdan biliriz. Şehirleri ve köyleri acımasızca bombalamanızdan, “kurşun pahalı” diye kadın ve çocukları taşlar ile öldürmenizden biliriz. Camilerimizi ahırlara çevirmenizden, Kur’anlarımızı yakmanızdan, başörtülerimize uzanan ellerinizden tanırız. Boşuna iftar sofralarını dolaşmayın.
Meseleyi “beka sorunu” veya “hak ile batılın mücadelesi” olarak gören cenahın da aynı “altı okun” müdafisi olduğunu, yani bir bütün olarak küfür hükümlerini uyguladıklarını görüyoruz. Yine emperyalist, terörist devletler olan Amerika, Rusya, “israil” ve Çin ile işbirliği içinde olduğunu görüyoruz.
Size de soruyorum: eğer sorun “beka sorunu” ise bekayı tehdit eden hangi devlettir? Topraklarınızda onlarca askerî üssü bulunan ABD mi yoksa Uruguay veya Tanzanya mı? Her seferinde size postayı koyan Rusya mı yoksa İdlib’te katledilen Müslümanlar mı? Eğer sorun “hak ve batıl mücadelesi” ise hangi taraf hakkı, hangisi batılı temsil ediyor? Örneğin, başta Suriye’de olmak üzere katliam yapan ABD, Rusya, İran ve Esed rejiminin “hak” diye mi yanlarındasınız? Çin mi batıl yoksa onların bin bir türlü işkenceler ile adeta soykırıma tâbi tuttuğu Müslüman Uygur Türkleri mi? Mübarek toprakları işgal eden, özellikle her Ramazan ayında katliamlarını artıran, uluslararası sularda vatandaşlarını katleden ama kendi mahkemende akladığınız, “kendisine ihtiyacımız var” dediğiniz “israil” mi “hak” olan?
Hayır! Biz artık sizi de tanıyoruz. Her seferinde söylediğiniz gibi kazanmanız halinde kazanacağını ifade ettiğiniz hiçbir belde, hiçbir şehir kazanmadı maalesef.
Ancak, gerçeklerin bütün çıplaklığına rağmen süslü kelimeler ile örtülen bu menfaat mücadelesinin herkes tarafından görülmemesi, bu toplumda halen karşılık bulması, Müslümanlar için üzücü bir durumdur. Yüce Rabbimizden, özellikle bu Ramazan ayının, bu toplumun yeniden İslâmi bir uyanışla uyanmasına ve hakkı bilip ona sarılmasına, batılı da görüp ondan sakınmasına vesile olmasını niyaz ediyorum.
Bu Ramazan, Müslümanların gaflette olduğu, kandırıldığı, sömürüldüğü ve Hilâfetsiz olduğu son Ramazan olsun.