Şeyh Said ve kıyamına destek olan arkadaşlarının şahadetlerinin üzerinden 88 yıl geçti. Hepsini rahmetle anıyor ve Rablerinin katında nimetlerin en güzeli ile karşılaştıklarını umuyoruz. Şeyh’in ve arkadaşlarını yâd ettiğimizi, kutlu kıyamlarının bizim için örneklik teşkil eden bir değer olduğunu, düzenlenen bazı panellerle birlikte bir yazı ile de hatırlamak ve hatırlatmak istedik.
Şehit Şeyh Said kıyamı ile ilgili bugüne kadar çok şey dile getirildi ve çok şey yazıldı. Şeyh’in kendisi ve kıyamı ile ilgili söylenilen ve yazılan hususlar iki ana tema üzerinde seyretti. Birincisi, bu ayaklanmanın İslami fikirlerin tetiklediği İslami bir kıyam olduğu, ikincisi ise bu ayaklanmanın Kürtçü/ulusalcı bir ayaklanma olduğudur. Diğer söylem ve iddialar da bu iki ana tema ile ilişik söylem ve iddialardır. Biz bu makalemizde, bu konuya dair bütün söylem ve tezleri ele almadan ve bütün bunlara cevap verme yoluna gitmeden, kıyama dair bir hasbıhal ve bakış açımızı ortaya koymaya çalışacağız.
Tarihçilerin meşhur bir lafzı vardır: tarihi olaylar kendi dönemlerinin şartları ile yorumlanır. Bu bağlamda Şeyh Said kıyamı da kendi sosyolojik ve coğrafi konumundan koparılarak, günümüz şartları ile değerlendirmek bizi hatalı yorumlara götürecektir. Bunun için Şeyh’in kıyamına dair ulaşılan bilgiler ışığında ve o günlerin koşullarını göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapmaya çalışalım. Her ne kadar devletin resmi arşivlerindeki belgeler gün yüzüne çıkarılmadıysa da o günlere birinci dereceden tanıklık eden kişilerin anıları ve o günlere tanıklık etmiş Şeyh’in yakınlarının aktardıkları bilgilerin derlenmesi neticesinde, Şehit Şeyh Said kıyamına dair günümüzde daha derli toplu bir bilgi meydana getirilmiştir. Aslında, yaşananların üzerinden çok uzun zaman geçmemiştir ve söz konusu hadise de az sayıda insanla sınırlı değildir. On binlerin iştirak ettiği ve hadise sonrası milyonların etkilendiği bir kıyamdan bahsediyoruz. Kıyama kalkanların nesilleri var ortada. Kıyama dair nesilden nesle aktarılan birçok bilgiye tanıklık etmekteyiz. Bölgenin bir insanı olarak, fikri düşüklüğünün neticesinde içinde mistik bir koku barındırmakla birlikte Şeyh’i sadece İslam ile tanıdık. Dolayısı ile bizler için belgeler bir önem ifade eder ancak yöre halkı atasından kıyama dair bir anlayış edinmiştir zaten.
Mevcut sistemin resmi tarihinde, Şeyh Siad ile ilgili yazılanlar ile resmi ideolojinin bakışı açısı doğrultusunda yazılanlar neredeyse tamamıyla hükmünü yitirmiştir. Aynı şekilde yöre halkının Şeyh’e olan sevgi ve saygısını kullanarak bu şekilde tabanını genişleten ulusalcı Kürt hareketlerin, Şeyh’in kıyamını bir Kürt hareketi olarak lanse eden görüşleri de halk üzerindeki etkileri gün geçtikçe zayıflamaktadır.
Birçok Müslüman çevre açısından ve özellikle yöre halkının büyük bir kesimi tarafından zaten bilinen ve yapılan araştırmalar sonucunda Şeyh’in bu kutlu kıyamına dair hakikatlerin ortaya çıkmasına rağmen, İslami duyarlığa sahip çevrelerin Şeyh’in bu kıyamını yeterince dillendirmeyip sahip çıkmamaları düşündürücüdür. Aslında bunun sebebini makalemizin sonunda birlikte anlayacağımızı umuyorum.
Şeyh Muhammed Said kimdir?
Şeyh Muhammed Said, 1865 yılında Elazığ’ın Palu ilçesinde dünyaya gelir. Şeyh Mahmud Efendi’nin yedi oğlunun en büyüğüdür. Şeyh’in dedesi, Palu’da türbesi bulunan Şeyh Ali Septi Efendi’dir. Ali Septi Efendi aslen, bugün Mardin’in Savur ilçesinin sınırlarında kalan Çılsütun (Kırkdirek) köyündendir. Ali Septi Efendi dini eğitimini Şam’da tamamlar, Mevlana Halid Bağdadi’nin Nakşibendî tarikatına girerek Şeyh olur. Daha sonra Halid Bağdadi’nin vasiyeti üzerine aldığı ilmi yaymak için seyahat edip durur. Palu’da vefat eden Şeyh Ali Septi Efendi’nin dört oğlundan biri ve Şeyh Said’in babası olan Mahmut Efendi daha sonra Erzurum’un ilçesi Hınıs’ın Kolhisar köyüne yerleşir. Şeyh Said Efendi’nin ailesi âdete ilim yuvasıdır. Şeyh Said de, yöredeki medreselerde İslam ilimlerinden olan fıkıh, hadis ve tefsir eğitimini görür. Eğitimini tamamladıktan sonra medreselerde ders vermeye başlar. Sonraları da müderris yetiştirir. İlim ve irşadın yanında Şeyh Said ticaretle de uğraşmaktadır. Hatta elde ettiği geliri medresesindeki talebelerin masrafları için kullanmaktaydı. Kıyamından hemen önce, oğlu Ali Rıza tarafından Haleb’e götürüp sattığı koyun sürüsünden elde ettiği beş bin altını da kıyama kalkan insanların iaşesinde kullanmıştır.
Şeyh Said Efendi’yi Kıyama Sevk Eden Asıl Sebep
Birinci dünya savaşı sonunda hükmen mağlup olarak çıkan Osmanlı Devletinin toprakları, mevcut galip devletlerce işgal edilip paylaşılma yoluna gidildi. Bunun üzerine İslam ümmetinin evlatları bütün varını ortaya koyarak işgalciler ile mücadele etmeye başladı. Ancak bu mücadelenin öncü kadrosu olarak öne çıkan insanlar, daha evvelden İttihat ve Terakki Cemiyeti zihniyeti ile şekillenip tamamen Batının bakış açısına sahip idiler. Bu kadrolar egemen Batılı güçler tarafından Avrupa’nın belli merkezlerinde bir araya getirilerek, Batının yaşam tarzını benimsemek sureti ile laik-ulusal bir devlet karşılığında İslam’dan ve Hilafetten vazgeçmeye ikna edildiler. Ve böylece adına ‘Kurtuluş Savaşı’ denilen mücadele “başarıyla” sonuçlanıp 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli ve laik bir esas üzerine kuruldu. Kurulan yeni T.C. laik ve ulusal bir zemin üzerinde inşa edildi. Bin yılı aşkın bir zaman diliminde hayatını İslam ile idame eden toplumun hayat tarzının değiştirilmesi dayatılmaya başlandı. T.C. kurulduktan sonra, başta Mustafa Kemal’in yakınında bulunanlar olmak üzere toplumun ileri gelenleri Mustafa Kemal’in niyetini ve amacını anlamaya başladılar. Ancak bütün gücü eline geçiren Mustafa Kemal, muhaliflerini tek tek devre dışı bırakmaya başladı. Cumhuriyetin ilanından yaklaşık dört ay sonra yani 3 Mart 1924’te, Cumhuriyeti kuran zevat, daha evvel Batılı devletlere verilen söz gereğince son hamlesini de yaparak Hilafeti kaldırdı. Daha önceden elinden sultasını aldığı Halifeyi, ailesi ile birlikte sınır dışına gönderdi.
Batının gayri İslami yaşam tarzının dayatılması ve özellikle Hilafetin kaldırılması âdete bütün sorunların başlangıcı oldu. Öyle bir sorun oldu ki etkisi sınırları milli misak ile belirlenen Türkiye ile sınırlı kalmadı. Bu sorun, bütün dünya Müslümanlarının sorunu ve aynı zaman da bugüne kadar yaşanan bütün acıların da sebebi oldu. Hilafetin kaldırılması ile on üç asırdan fazla hayatta bilfiil uygulanan İslam Şeriatına son verildi. Son İslam Devleti olan Osmanlı devleti ideal anlamda Raşidi Hilafet devleti konumunda olmasa da yine de tebaası üzerinde küfür hükümleri ile hükmetmiyordu. Fikri zafiyetler oluşmuş olmasına rağmen, Müslümanlar üzerinde İslam ile hükmediyor ve Müslümanlar arasındaki sorunları İslam ile çözüyordu. İslam’ı yok eden değil, iyi kötü uygulamaya çalışıyordu. Bünyesindeki halkların, bazen yöneticiler ile sorunları olmasına rağmen, bütün halklar Osmanlıya kendi devletleri olarak görmeye devam ediyorlardı. Ancak T.C. İslam nizamının yerine Batıdan ithal ettiği küfür nizamı olan Kapitalist nizamı uygulamaya başladı. Bir yandan da yeni nizamı ile T.C. devleti, İslam’a ve Müslümanlara adeta savaş açtı. Yeni devletin kurucu kadrosu ile bunların kalem tutan adamları, İslami bütün değerleri ile alay etmeye ve küçük düşürmeye başladı.
T.C.’nin kuruluşu ve akabinde Hilafetin kaldırılması dünya genelinde özellikle İslam dünyasında büyük bir etki oluşturdu. Ülke genelinde İslami hassasiyetlerin oluşturduğu tepki mahiyetinde onlarca ayaklanma gerçekleşti. Bunlardan en fazla ses getiren ve en geniş kapsamlısı olanı da Şeyh Said ayaklanmasıdır. Doğal olarak sonucu itibari ile de en acıklı sonuçlar ile sonlanan ayaklanma oldu.
Kıyamın Başlaması ve Seyri
Yukarıda bahsettiğim gibi, Şeyh Said’i harekete geçiren esas sebep, İslami değerlerin çiğnenmesi ve İslam ahkâmının yerine batı yaşam tarzının yaygınlaştırılması gelmektedir. Diğer bir tabirle, İslam’ın kendisi ile uygulandığı yönetim nizamı olan Hilafetin kaldırılması ve yerine Cumhuriyet sisteminin kurulmasıdır. Bizi böylesi bir sonuca götüren olaylardan bir kısmını buraya almakla yetindim. Çünkü söz konusu gerekçeler okunduğunda, sanırım herkes böylesi bir değerlendirmede bulunacaktır. Ancak şunu da hatırlatmakta fayda vardır. Buraya aldığımız tarihi kronoloji bazı kaynaklarda küçük farklılıklar arz etmektedir. Zaten bu durum kıyamın rengine önemli ölçüde bir etki etmemektedir.
Şeyh Said, 27 Aralık 1924 günü ikamet ettiği Hınıs’tan yola çıkar. Şeyh’in torunu Abdülmelik Fırat; O esnada Hınıs’ta müftü olan Şeyh’in kardeşi Bahaeddin Efendi ile Şeyh Said’in aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiğini aktarır;
“Keko (Ağabey), sen yapılan bu inkılâpları kabul etmediğini söylüyor ve ‘ben Hz. Muhammed’in ümmetine mensup bir âlim olarak, İslam’ı saf dışı eden bu harekete karşı sessiz kalamam. Çünkü yarın Ruz-i cezada Allah’a, Rasulüne ne yüzle bakacağım, ne cevap vereceğim?’ diyorsun, fakat bu millet olgunlaşmamış, birlik sağlanamadığından neticeye varmaz. Sen en iyisi gel, biz buradan hicret edip Türkiye’yi terk edelim’ deyince Şeyh Said efendi, kardeşi Bahaeddin’e kızıyor ve diyor ki: ‘Bahaeddin, Bahaeddin! Ben bu işe elimdeki tek değnekle de olsa karşı çıkacağım.’’
Şeyh, 4 Ocak 1925 tarihinde Gökoğlan bucağının Kırıkhan köyüne gelir. Burada Mir Selim-e Zirkani ile görüşür. Bölgenin ileri gelenleri ile burada bir toplantı yapar. Yapılan istişarelerden sonra şeyh Arapça olarak şöyle bir fetvayı kaleme alır:
“Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkamaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kuran’ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Rasulünü inkâr ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı gara-yı Ahmediyye’ye göre helal olduğu...”
M.İslamoğlu’nun kaydettiğine göre; Şeyh Said Efendi, bu fetvayı bitirdikten sonra meclise dönerek, “dinsiz yönetimin” varlığına karşı yapılacak bu cihadın Saadet Asrı’nda yapılmış gazalardan daha önemli ve ecirli olduğu, cennetin cihad ve şehadet sayesinde tüm muvahhidlerin ayaklarına geldiği, birkaç günlük fani dünyada zelil, şerefsiz ve kâfir olarak yaşamaktansa, din ve Allah yolunda ölmenin daha hayırlı olduğu şeklinde coşturucu bir konuşma yapar. Aynı gün öteden beri Sünni Cibren aşireti ile kavgalı Alevi Hormek aşireti reisleri Halil Veli ve Haydar Ağalara mücadelesinde kendisine destek olup katılmaları için mektup yazar.”
Şeyh Said Efendi yapılan istişareler akabinde kıyam kararını aldıktan sonra eşi ile aralarında şu konuşmanın da geçtiği kaydedilmiştir.
"Şeyh’in hanımı: Bey, bey! Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun? Sen gidersen bizim namusumuzu kim koruyacak? Bizim namusumuzu hiç düşünmez misin?" Ama Şeyh Said'in cevabı nettir: "Hanım hanım! İslam'ın namusu ayaklar altındadır." Hanımı, engel olamayacağını anlamıştır. Şeyh Said, şu sözleri söyleyerek hanımından ve evinden ayrılır:
"Hanım! Yarın ben kıyamet gününde Allah'ın ve Peygamberi'nin huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allah bana 'Ey Said! İslâm dininin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu hâlde niye başkaldırmadın?' diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebanîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allah'a ki, yalnız ben ve elimdeki asa bile kalsa bâtılın karşısına çıkıp kıyam edeceğim. Şehid olana kadar da mücadelemden de asla dönmeyeceğim. Hem, ne ben Hz. Hüseyin'den daha makbulüm ve ne de siz O'nun ailesinden, Ehl-i Beyt'inden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allah'a emanet olun!" der ve evden çıkar Şeyh Said.
Şeyh, 6 Ocak 1925’te Karlıova’nın Kanereş, 8 Ocak’ta Melakan, 9 Ocak’ta Bingöl’ün Çan köyüne giderek Şeyh Mustafa’ya konuk olur. 12 Ocak’ta Bingöl merkezine, bir gün sonra da Simsor köyüne varır. Burada bölgenin tüm âlim, şeyh ve ağaları Şeyh Said’i ziyarete gelirler. Ocak ayının 15’inde Bingöl’ün Genç ilçesine, 21’inde Lice’ye, 25’inde Hani’ye varır. Burada Salih Bey’e misafir olur. Hanili Salih Bey’de kıyamın öncülerinden olacaktır. Şeyh, 5 Şubat günü Haniden ayrılır, 8 Şubat günü kardeşi Abdurrahim Efendi’nin ikamet etmekte olduğu Piran’a(Dicle’ye) ulaşır. O anda Piran’da bir düğün vardır. Şeyh Said ve cümle ekâbir, düğüne iştirak ederler. Şeyh Said düğünde şu konuşmayı yapar:
“Medreseler kapatıldı. Dini kurum ve kuruluşlar yasaklandı. Din ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı. Medreseler Millî Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cesaret ediyorlar. Ben, bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”
Köyde düğün devam ederken bir müfreze Türk askeri evi basıp, Şeyh Abdurrahim'e sığınmış, ya da Şeyh Şeyh Said’in kafilesinde kaçak oldukları iddia edilen bazı insanları almak isterler. Şeyh Abdurrahim, kendisine sığınmış bu insanları, Şeyh Sait orada iken vermeyi reddettiğinden, askerler söz konusu şahısları almakta diretir. Tartışmalar uzar ve askerler bu kişilere saldırır. Bunun neticesi olarak askerler ile oradaki ahali arsında çatışma çıkar. Çıkan çatışmada, Hasan Tahsin isminde bir müfreze mülâzımı ölür ve birkaç asker yaralanır. Böyle bir kışkırtma sonucu, hareket beklenmedik ve planlanmadığı bir şekilde başlar. (8 ya da 13 Şubat 1925) Çıkan bu olaydan sonra Şeyh, Piran’dan ayrılarak önce Hani’ye sonrada Genç’e geçer. Buraları kontrol altına alarak, Genç’i kendisine merkez (geçici başkent) edinir.
Şeyh Said, Piran hâdisesinden sonra ilk yazılı emrini ve davet niteliğindeki şu beyanatı yazar:
"Bismillâhirrahmânirrâhîm
Bizler İslâm'ın ve İslâm Peygamberi'nin yüceltileceği ve zalim Mustafa Kemal'in kendi eliyle kurduğu hükümetin zevale uğratılacağı ve onların yeryüzünden silineceği bir zamana girmiş bulunuyoruz. Cihad etmek her Müslüman’a farzdır. Bu savaş, İslâm'ın bu topraklarda yeniden hâkim kılınması içindir. Bu çağrı, sizin Müslüman kabilenizin bu büyük cihada katılması içindir. Bu davete içtenlikle 'Lebbeyk' diyeceğinize inanıyorum. Ey insanlar! İslâm'ı bu kâfirlerin elinden koruyalım. Aksi takdirde bu kâfir hükümet, bizi de kendisi gibi yapacaktır. Bunun için, ona karşı cihad etmek farzdır.”
Ardından Şeyh Said Efendi, kıyama destek veren neferler için şu bildiriyi de yayınlar:
"Fakirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın, çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek, kimseden zorla para alınmayacak, esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden verilecek…”
Bundan sonraki günlerde halk kıyamdan haberdar olur. Şeyh’e katılanlar artmaktadır. Piran hadisesinden hemen sonra Hanili Salih Bey’e, Molla Hasan ve Şeyh’in niyetinden haberdar olan diğer ileri gelenlere haber ulaştırılır. Yani, kıyamın başladığını ve herkesin tedbirini almasını gerektiği bildirilir. Herkes, bulunduğu mıntıkadaki karakollara, devlet kuruluşlarına ve postanelere el koyar. Akabinde Gökdereli Şeyh Şerif komutasındaki kuvvetler Bingöl ve Elazığ’ı, Melekanlı Şeyh Abdullah Muş’u, Şeyh Abdurrahim Maden, Ergani ve Piran’ı, Şeyh Eyüp ise Siverek’i ele geçirir. Şeyh Sait ve komutasındaki kuvvetler Diyarbakır üzerine yürür. 7 Mart’ı 8 Mart’a bağlayan gece Şeyh’in kuvvetleri Diyarbakır’a saldırırlar.
Yapılan bütün saldırılara rağmen Diyarbakır alınamaz. Çünkü hükümet Diyarbakır’a oldukça asker yığmıştır. Ayrıca içerdeki halktan beklen yardım görülmemiştir. Diyarbakır’ın alınamaması ve kıyama kalkan askerlerin içinde bazı olumsuzlukların baş göstermesi kıyamın seyrini değiştirir. Gün geçtikçe hükümet güçleri kontrolü ele alır ve Şeyh’in taraftarlarınca ele geçirilen diğer yerlerde düşer. Bu durum karşısında Şeyh ve beraberindekiler İran’a geçmeye karar verirler. Şeyh ve beraberindekiler Muş’ta, Murat Nehri üzerindeki Abdurrahman Paşa köprüsünde 15 Nisan 1925 günü bacanağı, Binbaşı Kasım Bey ve akrabaları tarafından teslim alınarak hükümet kuvvetlerine teslim edilirler.
Şeyh Said Efendi 5 Mayıs 1925 günü Diyarbakır’a getirilir. Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Şeyh Said ile birlikte 47 kişi 28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gecede idam edilirler.
Şeyh Said’in idam edildiği gece ile ilgili şu satırlar kayda geçmiştir:
“Şeyh gecenin kucağında idam sehpasına yürürken, biraz ötesinde idamları seyre gelen İstiklal Mahkemesinin Ankara nezdindeki gizli reisi Ali Saib’i fark etti. Yavaşça başını çevirir ve dudaklarından dökülen şu sözler, gecenin yanağında bir tokat gibi şaklar: ‘Mahşer günü seninle hesaplaşacağız. Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar.’ Şeyh’e idam gömleğini giydirdiler. Dudakları belli belirsiz hareket ediyordu. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle darağacına doğru yürüdü. Sehpaya geldiğinde Son Saat Gazetesi’nin özel muhabirinin, hatıra olsun diye uzattığı deftere, Mekke müşriklerince asılan ilk şehit Hubeyb’in söylediği ‘Eğer Allah ve Din için kavga vermişsem, basit dallarda asılmaktan perva etmem’ anlamında Arapça beyti yazacak kadar seri kanlı ve mütevekkildi.”
Rabbim şahadetini kabul etsin ey celil Şeyh.
Kıyamın Başarısızlıkla Sonuçlanmasının Sebepleri
Bu konuda birçok farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Ancak yukarıda belirttiğim gibi tarihi vakaları günümüzde değerlendirirken, o günün kendi şartları ve atmosferinden uzak bir anlayış ile yapılacak bir değerlendirme hatalı düşünceleri beraberinde getirecektir. Bununla birlikte yapılan değerlendirmeler içinde katılacağım hususları kısaca aktarmak istiyorum.
1-Kıyamın düşünülen zamandan önce, hazırlıksız ve bir kışkırtma ile başlaması: aktarılan bilgilere bakıldığında ‘kıyam’ düşüncesi, Şeyh Said’de Hilafetin kaldırılması ve ardından basını takip etmek sureti ile yeni rejimin uygulamalarından duyduğu rahatsızlık sonucunda oluşur. Bu durumu İstiklal mahkemesinde verdiği ifadede şöyle dillendirmektedir:
“Bazı risaleler gördüm, Ahmet Cevdet mi, Abdullah Cevdet mi bilmiyorum; bir risale gördüm. Mesela Sebilürreşad’da (o dönemde yayınlanan bir dergi) görüyorduk ki ‘Musa mağrur iken, İsa meşhur iken, Muhammed emin iken bunlar birer din çıkarmışlar, bu kadar akıllı adam bir din çıkaramazlar mı?’ gibi şeyler okur, canımız sıkılırdı. Sebilürreşad’da yazıyordu ki İzmit muharriri Kılıçzade Hakkı, Fahr-i Kâinat Efendimiz hakkında itale-i lisanda bulunmuştur… Hükümet İslamiyet’ten ayrılıyor, İstanbul’da Beyoğlu’nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar… Abdullah Cevdet, İçtihat dergisinde yazdığı bir yazıda neslin düzelmesi için Macaristan’dan damızlık (erkek) getirilmesini istiyordu. Ben cibilliyet-i İslamiyemle (İslami özelliğimle) mahzun oluyordum... Şeriat ahkâmının hükümetimiz tarafından uygulanmasını sağlamak düşüncesi benim kafamda bir fikir ve gönlümde yatan bir arzuydu... Bizim hadiseye katılmaktan maksadımız, şeriat hükümlerinin uygulanmasını, rica yolu ile hükümete arz etmekti… İmam şeriat ahkâmını icra etmezse, bu ayaklanmanın meşruluğuna, cevazına delildir… İçki yasağı uygulayacaktım. Orada kısas uygulayacak, kadınları açık gezdirmeyecektim.”
Şeyh bu düşüncelerini diğer âlimleri ile paylaşır ve onlarla istişareler eder. Aralık 1924′te çıktığı yolculuğun böylesi bir durum değerlendirmesi için olduğu açıktır. Bu sürecin tam anlamı ile bir hazırlık ve planlama süreci olmasa da kıyam düşüncesinden de bağımsız değildir. Zira Şeyh Said daha bölgeyi gezmekte ve gittiği bölgenin ileri gelenleri ile sürekli bu meseleyi istişare etmektedir. Bazı değerlendirmelerde kıyam için iki yıl sonra düşünüldüğü bildirilmiştir. Her ne kadar başlama tarihi noktasında henüz net bir tarih olmamasına rağmen, Piran’da başladığı gibi bir başlangıç düşünülmediği açıktır. Askerlerin Piran’daki tutumlarının bilinçli bir kışkırtma olduğu yönündeki değerlendirmeler kanaatimce yerindedir. Zira Şeyh daha seyahat etmektedir. Diğer taraftan mevcut bilgiler ışığında bakıldığında Şeyh’in kıyam ile ilgili niyeti ve bu uğurdaki hareketlerini başından beri Ankara hükümeti tarafından bilinmektedir. Çünkü Şeyh ile irtibatlı Şeyh’in bacanağı olan Binbaşı Kasım Bey, Ankara Hükümeti adına çalışmaktadır. Daha evvel Azadi Cemiyeti faaliyetlerini hükümete bildiren ve kurucuları olan Miralay Cibranlı Halid Bey ile Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’i yakalattıran ve sonunda Şeyh’i de tutuklayıp hükümet güçlerine teslim eden de kendisidir. Bundan dolayı Ankara hükümeti, Şeyh Said’in kıyam niyetinden haberdar olduğu ve kıyam için yeterli hazırlık yapılmadan bir kışkırtma ile hareketi olgunlaşmadan erken başlamasını sağladığı ortaya çıkar.
Yine Şeyh’in mahkeme ifadelerinde kıyam için bir tertiplerinin olmadığını, bazı zevat ve ulema ile görüşüp karar verebilmelerinin iyi olacağını ancak Piran hadisesinin kendisini kıyama sürüklediğini anlatmıştır.
2–Kıyamın idaresi ile ilgili sorunlar: öncesinde kıyam düşüncesinin oluşması ile birlikte tertipli bir hazırlığın olmaması, Piran olayı ile alevlenmesi düzen ve koordinasyon sorunlarını beraberinde getirmiştir. Ani bir patlama ile başlayan süreçte rol alanların fikri zafiyetler, askeri deneyimsizlikler, emir-komuta ilkesine riayetsizlikler hareketin öncülerinde dahi görülen gerçeklerdi. Mevcut iletişim ve ulaşım araçlarının yetersizliği ile mevsimin şartları da etkinliği yadsınamaz.
3-İhanetler: Tarihte meydana gelen ihanetler bir tarafa, Şeyh’e yapılan ihanetler bir tarafa. Daha önce Şeyh Said’e biat eden birçok aşiret, şeyh ve ağa, para ve bir takım makamlar karşılığında rejim ile işbirliğine girerek Şeyh Said’e ve şanlı kıyama ihanet ettiler. Şeyh Said ve erlerini arkadan vurdular. Önce Kiğı saldırısında Kürt ulusalcısı ve Alevi Hormek aşiretinin Kemalist rejimle anlaşarak Şeyh Said’in mücahitlerini arkadan vurması, Elâzığ ve Malatya üzerine yürünürken Alevî ve Kürt ulusalcısı olan çevre aşiretlerin yaptığı ihanetler ilk göze çarpanlardır. Yine Şeyh’in mahkemedeki ifadelerine bakıldığında Diyarbakır’a saldırdıklarında içerden kendilerine yardım edeceğini umduğu aşiretlerden bahsetmektedir ki bunların hiç birisi yardım etmemiştir. Büyük bir ihtimal bunlar da yardım sözünde durmayıp ihanet edenlerdendir. Yine Varto, Muş ve Bitlis’teki aşiretlerin ihaneti, en sonuncusu ve en öldürücüsü de Şeyh Said’in bizzat bacanağı Binbaşı Kasım Bey’in ihanetidir.
4–Rejimin, kıyama dair anti propagandaları: Ankara hükümeti, her Hak olan dava karşısındaki şer güçler ne yaptı ise aynısını yapmıştır. Mevcut rejim, Şeyh Said kıyamı başladığında, kıyamın içeriği hususunda her tarafa farklı şekillerde propaganda yaptı. Kıyam bölgesi olan Kürdistan’a ve Türkiye’nin iç kamuoyuna ayrı, Batı devletlerine ayrı bir dille malumat verdi. Kemalist rejimin kıyam bölgesinde yaptığı propaganda: “Şeyh Said, Ermenilerle işbirliği içindedir. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlardan destek görüyor. İsyanın dini motifleri sizi yanıltmasın!” idi. Türkiye’nin batısındaki yerlerde yaptığı propaganda: “Doğu’da Ermeniler ve Hıristiyanlar, Kürtleri âlet ederek isyan çıkarmıştır. Amaç, Doğu ve Güneydoğu’da bir Ermenistan ya da Kürt Devleti kurmaktır!” şeklinde ulus temelinde bir propaganda yapmakta idi. Batı devletlerine yaptığı propaganda: “Doğu’daki isyan hareketi, Şeriat için yapılmıştır. Eğer isyanı bastırmak için bize yardım etmezseniz, sizin baş düşmanınız olan İslam yeniden vücut bulacaktır!” şeklinde idi. Böylece ülkenin diğer bölgelerindeki Müslümanların kıyama destek vermeleri engellemekle birlikte, Batı devletlerinden de, asırlardan beri yok etmekle uğraştıkları İslam Devletinin geri geleceği endişesi ile yardım alınmıştır. Böylece kıyamın seyrini değiştirmiştir.
5–Rejim askerlerinin Şeyh Said askerleri kılığına girerek soygun ve talana girişmesi: Kıyamı durdurmakta epey zorlanan rejim, çok sinsi bir yönteme başvurarak kendi askerlerine Şeyh Said askerlerinin giydiği kıyafetleri giydirmek suretiyle soygun ve talana sevk etti. Şeyh Said askerleri kılığındaki rejimin askerleri her tarafı yağmaladı. Evlere girerek eşyaları ve kadınların taktıkları altınları gasp ettiler. Hatta tecavüz olaylarına dahi karıştılar. Bu durum karşısında halktan belli kesimler, bunları Şeyh Said’in mücahitlerinin yaptığını sanarak Şeyh Said’e olan desteklerini kestiler. Bu konu ile ilgili yöre halkının aktardıkları içinde, bu talancı taifeye bir takım cahil ve bir takım halktan satılmış insanların da iştirak ettiği geçmektedir.
Bütün bu hususları bir arada değerlendirdiğimizde karşılaşılan netice sürpriz değildir. İslam ümmeti asırlara dayanan bir fikri düşüş sürecine girmişti. Bu fikri düşüş değil miydi onların devletlerini yıkıp batıya boyun eğdiren? Ayrıca yıllar süren savaşlar zaten halkı yeterince yorgun ve fakir düşürmüştü. Her ne kadar bu günkü anlamda belirgin bir ulus düşüncesi yaygın değildi ise de bazı önde gelen aşiretlerde ulus düşüncesi de mevcuttu. Bütün bunlara rağmen İslam adına bir kıyam gerçekleşti. Yukarıda belirtmeye çalıştığım sebeplerden dolayı Kıyam amacına ulaşamadı. Ancak bana göre, her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın ‘kıyamın’ var olması büyük bir başarıdır. O günkü mevcut durum ile kıyam; İslam’ın öngördüğü bir anlayış ve gereklilik karşısında vukuu bulmasından dolayı bizzat kendisi bir başarıdır. Zira Rasulullah (Sav)’in İslami hükümlerden vazgeçip küfür hükümleri ile yönetmeye başlayan bir yöneticiye karşı başkaldırının gerçekleşmesi gerekliliğine icabet ederek ve yine “Şehitlerin efendisi Hamza bin Abdulmuttalip’tir. Sonra da zalim bir sultan karşısında hak sözü söyleyip de bundan dolayı katledilendir’ hadisini bilip de Şeyh’in başarısız olduğunu kim iddia edebilir?
Kıyamın Bastırılması Ardından Gelen Zulümler
Kıyam bastırılıp, Şeyh ve beraberindekiler, herkesçe bilinen özellikleri ile İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edildiler. Ancak Ankara Hükümetinin yaptıkları bununla kalmadı. Söz konusu Kıyamı bahane ederek hem toplu bir katliam hem de etkisi bugüne kadar gelen ve halen devam eden zulümlerin işlenmesine önayak olan uygulamaları başlattılar. Konuyu fazla uzatmamak adına kısa hatırlatmalarda bulunmakla yetineceğim.
Dönemin hükümet başbakanı Fethi Okyar’dır. Ancak Mustafa Kemal, Fethi Bey’i yeterince sert bulmamaktadır. Hükümetin kıyam bahanesi ile halka karşı çok sert yıldırma ve sindirme operasyonları başlatmasını istemektedir. Ancak Fethi Okyar bundan taraf olmadığı için tehditler ile hükümeti düşürülmektedir. İbrahim Arvas, Fethi Bey’den şöyle bir not aktarmaktadır: “Ben Allah’a, tarihe ve millete karşı elimi haksız yere kana boyayamam. Seve seve Başbakan’lıktan çekilirim.” Dr. Rıza Nur da Fethi Okyar’dan şunları kaydetmiştir. “böyle bir şeye lüzum yoktur. Bu isyan o kadar hiç ki, Harput’ta ahali onları tepeledi. Bir kaç taburluk bir iş. Sizin maksadınız başka. Bunu bahane edip terör yapmak istiyorsunuz. Milleti asıp kesip ortalığı sütliman yapmak, kan ile oturmak itiyorsunuz. Ben böyle büyük bir günahı işleyemem, alet olamam.”
Evet, Ankara Şeyh Sait kıyamını bahane ederek çok büyük zulümler icra etmiştir. Fethi Okyar’ın hükümeti düşürüldükten sonra ki bu hükümetin de Müslümanlara iyi davrandığı söylenemez, sertlik yanlısı ve Mustafa Kemal’in en çok güvendiği adamı, İsmet Paşa Başbakanlığa getirilir. İsmet Paşa’ya acilen şu yetkiler verilir. 1-Sıkıyönetim ilanı, 2- Hıyanet-i Vataniye Kanunu, 3-Takrir-i Sükûn Kanunu ve 4-İstiklal Mahkemelerinin kurulması.
Bu yasalarla yeni rejimin o gün yaptıklarını İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker özetle şöyle anlatmaktadır: “Bu ortamda ancak mezar sessizliği olacaktı. Hiç kimsenin yapılanları tartışması istenmiyordu. Yapılanlar sadece övülebilecekti. 1925 Türkiye’sinde Gazi’nin, İsmet Paşa’nın ve onların yanında yer almış ‘Silahendaz mebusların’ memlekete müsaade etmeye niyetli bulundukları hürriyet bundan ibaretti.”
Böylece Mustafa Kemal ve İsmet Paşa aldıkları tedbirleri uygulamaya geçirerek, ülkede ne kadar muhalif varsa ve muhalif olma potansiyelini taşıyan herkesi asıp, kesip, hapsedip ve sürdüler. Yaklaşık 80.000 insan katledildi. 200 civarında yerleşim birimi yok edildi. Binlercesi hapsedildi ve sürüldü. Bu zulümlerden en çok Müslüman Kürt halkı nasibini aldı. Yurt genelinde bütün Müslümanlar zulme maruz kalırken, Kürt halkı iki defa zulme maruz kaldı. Hem Müslüman olması münasebeti ile hem de Türklerden başka bir millet olması yani Kürt olması münasebeti ile zulme maruz kaldı. Çünkü yeni T.C. devleti varlığını Türk ulusçuluğu üzerinde inşa ediyordu. Böylece bugün ‘Kürt meselesi’ olarak bilinen sorunun da temellini attılar.
Ve Kıyamın Rengi İle İlgili Değerlendirmeler
Makalenin başında ifade ettiğim gibi, kıyamla ilgili resmi ideolojinin ortaya attığı iddiaları bugün yine mevcut rejimin savunucularının kendi dilleri ile yalanlamaktadırlar. Kıyamın yabancı güçlerin teşvik ve yardımı ile oluştuğunu savunan görüşün bir tane dahi delili bulunmamaktadır. Tam tersine Hükümet, yabancı güçlerden aldığı yardım ile Kıyamı bastırabilmiştir. Kessin olarak bilinen bir gerçek var ki kıyamın bastırılmasında Fransızlar, egemenlikleri altında bulunan demiryollarını Ankara hükümetinin bölgeye asker sevk etmesi için kullanmalarına izin vermiştir. Yine İngilizlerin yardımı ile T.C. uçak filosunu ilk defa bu kıyamı bastırmak için kullandı. Birçok araştırmacıya göre Kıyamın bastırılmasında bu olayın çok büyük bir katkısı olmuştur.
Rejimin, Batı ülkelerine karşı yapığı propaganda aslında özünde doğruydu. Çünkü kıyam, İslami bir kıyamdı ve Batı yüzyıllar boyunca kendisi ile savaşıp hayattan kaldırdığı İslam’ın geri gelmesini istemezdi. Batının gücü ve fikri ile kurulan bu yeni devletin ayakta kalması gerekiyordu. İşte Batı bunun için yardım etti. Batı Şeyh Said’e değil Devlete yardım etti. Batının korkulu rüyası olan, zor bela kaldırdıkları, İslam’ın kendisi ile uygulandığı, İslam’ın yönetim şekli olan Hilafet’in geri gelmemesi için T.C. ye yardım etti. Yabancı tarihçiler bile kıyamın asıl sebebinin Hilafetin kaldırılması olduğunu yazmışlardır. Yahudi asıllı tarihçi Bernard Lewis görüşünü şöyle otaya koymaktadır: “Kürt ayaklanmasını, Allahsız Cumhuriyeti devirmeyi ve Halifeyi geri getirmeyi isteyen derviş ve şeyhler yönetmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal, tekkelerini kapatarak, birliklerini dağıtarak ve toplantılarını, ayinlerini ve özel kıyafetlerini yasaklayarak dervişlere karşı harekete geçti.”
Aynı şekilde kıyamın milliyetçi unsurlar taşıdığını iddia edenlerin de ciddi bir delili bulunmamakta olup, tersi deliller oldukça çoktur. Her ne kadar o dönemde Kürtlerin genelinde bir ulus bilinci olmamasına rağmen, bazı aile ve aşiretlerde milliyet bilinci vardı. Bu ulus bilincine sahip aile ve aşiretlerin hiç biri Şeyh’in kıyamına katılmamıştır. Her ne kadar bu aşiretler kıyam sonrası devletin zulümlerinden nasibini almışlarsa da. Hatta bazıları kıyamın karşısında devletin yanında yer almıştır. Birçok Kürt aşireti Mustafa Kemal ile işbirliği yapmasına rağmen, kıyamın bastırılması akabinde bu aşiretler de mevcut rejim tarafından farklı şekillerde cezalandırılmışlardır.
20. yüzyılda Kürt ulusalcılığının en büyük simalarından olan ünlü Kürt Şairi Cegerxwin, Şeyh Said kıyamını, Kürt milliyetçiliği ile ilgisi olmadığını alaylı bir şekilde şöyle değerlendirmektedir: “İsyan’da Harput’u ele geçirip vali olan Şeyh Şerif, dini bilginin dışında bir şeyden anlamazdı. Farkin (Silvan) kaymakamı olan Mele Huseyne Kıçık da, aynı şekilde ‘Kürtlük’ nedir bilmiyordu… İsyan dini ağırlıklıydı ve isyana önderlik edenler de gericiydi.”
Son yıllarda ortaya çıkan ulusalcı Kürt hareketleri de, Kürt halkının Şeyh Said ve davasına olan sevgi ve saygılarını bildiklerinden dolayı, gerek kendi ulus temelli hareketlerinin köklü bir hareket olduğunu kanıtlamak ve gerekse halka inme noktasında ya kendilerini Şeyh’e nispet etmişlerdir ya da Şeyh’in kıyamının bir Kürt kıyamı olduğu fikirlerini yaymışlardır. Bu propagandalarının semeresini de toplayabilmişlerdir. Ancak son yıllarda Şeyh’in kıyamını gündemlerine alıp araştıran Müslümanlar ve bu konuda yaptıkları yayınlar ile söz konusu iddialar değerini oldukça yitirmiştir. Ancak bazı araştırmacılar Şeyh’in her ne kadar İslam ve Hilafet için kıyama kalktığını ifade etseler de, kıyamın seyrine bir takım milliyetçi unsurları serpmeye çalışmaktadırlar. Söz konusu kıyamı yapanların Kürt halkından olması, kıyamın başarıya ulaşması halinde işin içinde bir ‘Kürtlüğün’ bulunmasını kaçınılmaz olarak değerlendirmektedirler. Ancak böylesi bir değerlendirme zanna uyma olup bir niyet okumanın ötesine geçmemektedir.
Gerek kıyam süreci boyunca Şeyh’in fetvaları, konuşmaları ve gerekse de yargılanma boyunca mahkeme tutanaklarına geçen Şeyh’in ifadelerinin hiç birinde milli unsurlara rastlanılmamaktadır. Mahkeme heyetinin bu yöndeki bütün bilinçli yanıltma hamlelerine rağmen Şeyh, kıyamının sadece İslam için olduğunu bildirmektedir.
Şeyh’in, kıyam esnasında ‘Mücahitlerin Hizmetkârı’ anlamında ‘Hadimul Mücahidin Muhammed Said Nakşibendî’ imzası ile dağıtılan bildirilerin birinde M. İslamoğlu’nun kaydettiğine göre şöyle yazmaktadır: “Halife sizi bekliyor. Hilafetsiz Müslümanlık olmaz. Şiarınız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet, mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.”
Şeyh Said Efendi, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadelerinde bu durumu şöyle anlatır: “Kitaplarda geçiyor, ne vakit İmam şeriat ahkâmını icra etmezse, bu ayaklanmanın meşruluğuna, cevazına delildir…”
Evet, Şeyh Said Efendi’nin kıyamı ile ilgili kendisinin kaleminden ve dilinden çıkıp kayıtlara geçen oldukça çok beyanatları ve ifadeleri bulunmaktadır. Ben buraya bir kısmını aldım. Ancak bu kadarı bile Şeyh’in niyetini, amacını ve hedefini anlamaya yeterli ve hatta fazladır. Dolayısı ile konuyu daha fazla uzatmanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Ki istenildiğinde çok daha teferruatlara vakıf olunabilir.
Sonuç olarak; Şeyh Said Efendi, İslam akidesine inanan ve bu akideden doğan şeriata/Nizama inanıp teslim olan bir âlim, bir mücahit, bir önder ve feraset sahibi mümtaz bir şahsiyettir. Mevcut vakıa karşısında İslam Şeriatı gereğince ne yapması gerektiğini bilen ve üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek bize güzel bir miras bırakmıştır.
Şeyh Said, kelime-i tevhide inanan ve Allah’ın İlahlığı dışında bütün ilahları red eden ve bunu pratikte gösteren bir muvahhittir. O, İslam’ın akidesi ile nizamının ayrılmayacağını bilen, inanan Müslümanların İslam Şeriatı dışında başka bir nizam altında yaşamasını kabul etmeyen bir Müslüman’dır. O, Rasullah (Sav)’in ‘başınızdaki yöneticiler, sizleri küfür hükümleri ile yönetmeleri halinde onlarla savaşılması gerektiğini’ bildiren hadisleri bilip gereğince hareket eden bir mücahittir. O, Halifesiz bir İslam’ın olamayacağını ve bir Halifenin, hadislerde bildirildiği üzere var olması gerektiğini bilen, ancak bir Halifenin varlığı ile İslam ahkâmının uygulanacağını, Halifenin, ümmetin kendisi ile korunup, kendisinin arkasında savaşılan bir kalkan olduğunu, bu kalkanın kırılması ile kıyama kalkan bir önderdir. Evet, Şeyh Said Efendi belki, insanların okuyup uyuklayacağı eserler bırakmamıştır. Ancak 20. Asırda İslam’ın öngördüğü öyle bir örneklik ortaya katmıştır ki yolu yolumuza ışık tutmaktadır.
İşte şeyh Said Efendi’nin kıyamının özeti budur. Ne kadar evirip çevrilmeye çalışılsa da Şeyh’in kıyamı İslam Nizamının kendisi ile uygulandığı Hilafet içindir. Şeyh’in Kıyamını anlamak için Hilafeti anlamak gerekmektedir. Hilafet’in değerini anlamak içinde Şeyh’in kıyamına bakılmalıdır. Hilafet fikri bugün birçok İslami camia için ya savunulması tehlikeli bir fikirdir ya da ulaşılması hayal olan bir fikirdir.
Ayrıca Hilafet fikrini İslami bir fikir olarak değerlendirmeyip sadece tarihi bir kurum olarak değerlendiren bazı Müslümanlar da Şeyh’in kıyamının İslami olduğunu ama Hilafet için olmadığını iddia ediyorlar. Bu, gerçekten acayip bir iddiadır. Burada uzun uzadıya bu iddialara cevap vermenin gereksiz olduğuna düşünüyorum. Yinede birkaç söz söylemek gerekirse: Yukarıda kıyama dair alıntıladığım ve bizzat Hilafet ile ilgili hususların tamamlarının doğru olmadığını varsayalım. Şeyh, İslami bir kıyam yapıyor. Neye karşı? Gayri İslami yani küfür bir sisteme karşı. Peki, küfri olmayan İslami bir hayatı yaşatan yönetimin adı o gün neydi? Ve İslam fıkhında bu yönetim nedir? Küfür hükümleri, T.C. ile yürürlüğe girdi. Öncesinde ne vardı? Hilafet. İslam fıkhında İslami yönetimin adı nedir? Hilafet. O halde ‘Hilafet’ düşüncesine karşı bu olumsuz ön yargılar nedendir? Bu ön yargılar, her ulusun İslami anlamda kendine ait bir devleti olması gerektiği ve ne Şer’i ne de reel bir zemini olmayan ‘İslam birliği’ düşüncesinin sonucudur. Ayrıca adına ister ‘Hilafet’, ister ‘İmamet’ ister ‘Emir-ul Mü’minlik’ deyin, her halükarda İslam ancak bir Devlet ile insanlar üzerinde uygulanır. Ancak İslami bir devlet münkerleri yasaklar, farzları ikame eder, tebaasının can, mal, din, nesep, akıl ve izzetini garanti eder ve adaleti tesis eder.
Ayrıca, T.C. kendisini batı nizamları ve ulusçuluk üzerinde inşa ederken, İslam öncesi dönemleri kendine zemin edinmiştir. Köklü bir tarihe sahip olduğunu ispat etmeye çalışarak hatta İslam öncesi dinleri olan Şamanizm ile övünme yoluna dahi girmiştir. Benzer şekilde Kürt ulusalcıları da aynı yöntemi uygulamaktadırlar. Bu durum bütün ulusalcılar için benzer olup varlık zeminlerini tarihte oluştururlar. Ancak Müslümanlar için bu durum söz konusu değildir. Bizler ‘Hilafet’ düşüncesini tarihte var diye savunmuyoruz. Hilafet, İslam’ın bir gerekliliğidir. Kendi düşüncemize zemin oluştursun diye Şeyh Said’e mal etme gibi bir sorunumuz da yok. Ama gerçekler, Şeyh Said’in İslam’ın kendisi ile uygulandığı nizam için yani Hilafet için ayaklandığını ortaya koymaktadır.
Bu sebepten olsa gerek, ortaya çıkmış bu hakikatlere rağmen İslami camiaların büyük bir kısmı halen Şeyh Said kıyamına sahip çıkmamaktadır. Tıpkı bu camiaların şimdilerde Suriye Kıyamını anlamayıp sahiplenmedikleri gibi. Geçmişte Kafirler ve onlara uşaklık edenler, yüz binlerce Müslüman’ın kanını akıtmış ve bir ihtimal bu günkü Müslümanlar o katliamlara tanıklık etmediği için dillendirmediğini düşünelim. Ancak her türlü ulaşım ve iletişim araçları ile bütün dünyanın gördüğü Biladüş-Şam da yine kafirlerin uşakları eli ile gerçekleştirilen bu katliamlar karşısında bunca Müslüman nasıl sessiz kalabiliyor? Her biri Kâbe’den daha değerli yüz binlerce masum Müslüman’ın kanı akıtılırken, temiz iffetler kirletilirken buna karşı sessiz kalmak acaba insanı nasıl bir vebal altına koymaktadır?
Selam ve dua ile.