Bilindiği gibi Allahu Teâlâ’nın kulları olarak bizler, İslâm dini ile muhatabız. Bu muhataplık bizi Allah’ın indirdikleri ile mükellef kılmaktadır. Mükellef kılındığımız tüm hususlar şer’î hükümler ile kayıtlıdır. Şer’î hükümler ise “Şari’in kullarının fiillerine yönelik hitaplarıdır” Bu hitabın çeşitleri ve konunun ilmi bir alt yapısı elbette ki vardır. Lakin tüm bu hususları burada aktarmak bir makalenin boyutlarını aşmaktadır.[1]
3 Mart 1924 İslâm Hilâfet Devleti yıkıldıktan sonra Müslümanların yörüngesi kaymış ve İslâm ümmeti, toplumsal ihtilaflarını neticelendirecek bir halifeden yoksun kalmıştır.[2]
Hakkında ihtilaf edilen konulardan birisi de Ramazan ayının başlangıcı ve bu ayların başlangıcının alameti olan hilalin tespit edilmesi durumudur. Müslümanlar 1400 yıldır, Ramazan ve bayramın tespitinde ayrışacak bir ihtilaf yaşamamışlardır. Ne yazık ki teknolojinin ilerlemesi ile bilimsel ve teknolojik gelişmeleri İslâmi hükümler ile birleştiremeyenler, dinî veriler ile bilimsel verilerin kullanılması konusunda hatalar etmişlerdir. Oluşan tenakuzlarda birleştirme usulünden yoksun kalanlar, birini mutlak manada terk etmişlerdir. Hâlbuki usul ilminde iki zıt gibi görünen durumdan birinin terk edilmesi, en son evredir. Yani başka hiç bir yöntem kalmadığı zaman devreye giren hususu, ilk evre tayin etmek ciddi bir usul hatasıdır.
Tüm bunların neticesinde İslâm ümmetinin bir kısmı Ramazan ayının ilk gününe başlamış ve oruçlu iken, diğer bir kısmı daha Ramazan ayına başlamamış ve bir takım insanların oruçlu olduğu günü yiyerek geçirmişlerdir. Yine Müslümanların bir kısmı Ramazan bayramını kutlar ve akabinde bayram namazlarını eda ederken, yine bir takım Müslümanlar Ramazan orucunun son gününü tutmaktadırlar.
Bu husus, birçok Müslümanın kafasını karıştırdığı gibi İslâm düşmanlarının da İslâm’ı kötü ve “çelişkiler dini” göstermek için kullandıkları bir argüman hâline gelmektedir.
Şimdi konunun şer’î olarak izahına geçelim…
Ayın hareketi ve hilalin konumu ile tarih belirleme hakkında yüce Rabbimiz ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
“Sana hilâllerden soruyorlar, de ki: ‘Onlar, insanlar ve hac için miktarlardır (vakit alâmetleridir).”[3]
Konu ile alakalı Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
“Ay’ı görmek şartıyla oruç tutun ve onu görmek şartıyla bayram yapın. Şayet hava bulutlanırsa Şaban ayını otuza tamamlayın!”[4] Yine başka bir hadisi şerifinde şöyle buyurmaktadır:
“Orucu Ramazandan önce tutmayınız. Orucu hilali gördüğünüzde tutun. Hilali gördüğünüzde ise orucu açın. Şayet hava kapalı ise Şaban’ı otuz güne tamamlayın.”[5]
Buhari’nin Sahih’inde rivayet edilen başka bir hadisi şerifte ise söyle geçmektedir:
“Ay yirmi dokuz gecedir. Hilali görünceye kadar oruç tutmayın. Hava bulutlu olduğu zaman hilali görmezseniz o ayı otuza tamamlayın!”[6]
Konu ile alakalı hadisler farklı kaynaklarda ve farklı varyantları ile mevcuttur. Görüldüğü gibi hilal meselesi hakkında naslar oldukça sarihtir. Delaletleri kat’i olan bu nasların anlaşılmasında İslâm tarihi boyunca ihtilaf vuku bulmamıştır. Bu nasların hilafına hiçbir fakih konuşmamıştır.
Ramazan ayının tespiti ve orucun başlaması ile alakalı hangi esere bakarsak bakalım, konunun “hilal” ile kayıtlandığını görmek mümkündür.
Birkaç örnek vermek gerekirse; İbn’ul Munzir “el-İşraf fi Ma’rifet’il Hilaf” adlı kitabında şöyle demiştir:
“Gökyüzü açık olduğu hâlde hilal görülmemişse Şaban ayının otuzuncu gününde oruç tutmak vacip değildir (Ramazan başlamamıştır). Bu konuda icma vardır. Zaten ilk iki nesil bu günde oruç tutmayı hoş görmemişleridir.”
Büyük Muhaddis İbn-i Hacer el-Askalani “Feth’ul Bari” adlı kitabında konuya dair çok sarih ifadeler kullanmıştır:
“Bu emrin (yukarıdaki hadislerin zahir emirleri) açık anlamı, ister gece olsun ister gündüz olsun, hilal görüldüğü anda oruç tutmanın vacip olduğudur. Burada kastedilen hilal görüldüğü günün ardındaki gün oruçlu olunmasıdır*.*[7]
Hanefi fakihlerinden İmam Zeylai “Tebyînü’l-Hakâik” adlı eserinde ise “Ramazanın, hilâlin görülmesi veya Şaban ayının 30’a tamamlanması ile olacağında icma olduğunu” ifade etmektedir.
Yine Hanefi ulemasından İmam Burhaneddin el-Merginani meşhur eseri “el-Hidaye”de yukarıdaki hadisleri serdettikten sonra şöyle devam etmiştir:
“Hilal görülmediği zaman asıl, ayın daha bitmemiş olmasıdır. Bunun için bir delil bulunmadıkça ayın bittiğine hükmedilemez. Delil de ancak hilalin görülmesidir.”
Bu konu; Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezheplerince ittifak edilen konulardan olmakla birlikte, âlimlerin açıkladığı minvalde; üzerinde icma edilen konulardan olması da aslında durumun katiyetini ifade etmesi açısından bir başka delildir.
Ru’yet-i hilal meselesinde tüm ulemamızın nakillerini burada aktarmak oldukça güçtür. Lakin konu ile alakalı yazımızdaki bilgileri doğrulaması adına bazı âlim ve kitaplarını delil olması adına aktarmakta fayda var:
Hanefi âlimlerinden Abdulgani el-Güneymi el Meydani’nin, “El Luhab fi Şerh’il Kitap” adlı eseri,
Maliki âlimlerinden olan İbni Rüşt’ün “Bidayetü’l Müctehid” adlı meşhur eseri,
Muasır âlimlerden Said Havva’nın “el Esas fi Sünne” adlı eseri,
Hanbeli mezhebinden olan İbni Kudame el-Makdisi’nin “El-Muğni” adlı meşhur eseri,
Şafii mezhebinden İmam Nevevi’nin “Minhacu’t Talibin” ve Sahih-i Müslim’e yazdığı şerh olan “el Minhac” adlı eseri,
Hanefilerden İbni Abidin’in “Reddu’l Muhtar” adlı eseri,
Şafiilerden Hatip el Şirbini’ye ait olan “Muğni’l Muhtaç” adlı hacimli eseri,
Şafii mezhebi muhaddislerinden İmam Kastallani’nin Sahih-i Buhari’ye yazdığı şerh olan “İrşad’us Sari li Şerhi’l Sahih’il Buhari” adlı eseri,
Muasırlardan Prof. Vehbe Zuhayli’nin “İslâm Ansiklopedisi” adlı eseri araştırılması için bakılabilecek kaynaklardan sadece bazılarıdır.
Bu makamda konuşup da hilalin tespitinde aykırı söz söyleyen kimse mevcut değildir. Onun için Ramazan ayının başlangıcı ve bayramın tespit edilmesi, İslâm dininde fıkıh alanının maruf konularından olmuştur.
Geriye bu konuyu anlamaktan ve bilim ile İslâm’ın mezcedilmesini fehmedemeyenlerin hatalarının temelinde yatan bazı sebepleri incelemek kalıyor.
Bu hususları kısaca üç maddede özetlemek gerekirse;
1- Taassup ve İslâmi ilimlerde tahkikî bilgi yetersizliği
Taassup, kişinin doğru ya da yanlışı hiçbir şekilde analiz etmeden kuru kuruya tabi olması manasında kullanılan terimdir. Taassubun birçok tezahürü vardır. Tezahürlerinden bir tanesi de sözün sahibinin deliline değil, onun nazarındaki duygusal seviyesine bakmasıdır. Kişinin tüm delil ve burhanların karşısında hakkı görüp tabi olması gerekmektedir. Zira haktan sonra sadece batıl vardır.
2- Şer’î hükümlerin, mükellef kulların nazarında tam anlaşılmaması
Şer’î hükümler şeriat koyucu Allahu Teâlâ’nın kullarını mükellef kıldığı hitabıdır. Kişi hayatındaki amellerini şer’î hükümler çerçevesinde icra eder ve ahiretteki ceza-mükâfat şer’î hükümlere tabiiyetine göre değer kazanır.[8]
Durum bu iken, -Rabbimizin bildirdiği herhangi bir ruhsat müstesna- tüm mükellefler şer’î hükümlerle kayıtlıdır. İnsanların çoğunluğunun şer’î hükme ters amel etmesi durumu değiştirmez. Bu konuda çokluğun hiçbir değeri yoktur.
3- Rasathane gözlemi ile astronomik hesap arasındaki farkın bilinmemesi
Rasathane, uzaydaki her türlü hareketi gözlemlemek için kurulan kuruluştur. Rasathanede, dikkat edilirse haddi zatında bir gözlem ve gözlemlenen nesneler odaklı bir oluşum söz konusudur. Rasathanelerin tarihi sanıldığı kadar yeni de değildir. İnsanlık tarihi boyunca her daim bir soru işareti olan uzay, fenni ilimler olarak “Astronomi” ilmi adı altında incelenmiştir. İslâm âlimleri tarafından da çokça iştigal edilen astronomi ilminde, el-Battani, ebu’l Vefa, Beyruni, Cabir b. Eflah gibi birçok âlim yetişmiştir.
Astronomik hesap ise bazı ölçüm aletleri ile gök cisimlerinin ön görülen hareket ve menzilleri ile ulaşılan hesaplamadır. Mesela; güneşin hareketlerini ölçüp güneşin ileriki yıllarda verilen tarihte istenilen konumda olması, bu hesabı içerir. Yine ayın hareketleri ile “hilal”, “dolunay” gibi evrelerin, on, yirmi yıl sonraki konumunu tespit gibi işlemler yapılabilmektedir.
Bundan dolayı rasathanede Şaban ayının son günü yapılacak olan gözlem, hilalin görülmesi ile neticelenir ve bunu adil şahitlik ile ilan edilirse, bu şer’î bir gözlem olup bağlayıcıdır. Bunun yerine gözlem yapılmadan “şu tarihte hilal çıkacaktır, oruca ya da bayrama başlayın” söylemi[9] şer’an bağlayıcı olmadığı gibi yine şer’i açıdan bu hesaplamanın bir değeri de yoktur.
Görüldüğü gibi gözlem ile hesaplama arasında ciddi farklar bulunduğu ve netice itibari ile biri yakin bilgi iken diğeri yakini bilgiye erişememektedir. Her ne kadar birçok hesaplama doğru netice ile sağlam bilgi ifade etse de, tecrübe ile sabittir ki hilal meselesinde birçok kere belirtilen tarihte hilal gözlemlenememiştir.
Tüm bunlar aleyhinde bizler nasların iktizası ile mükellefiz. Nassın delalet ettiği hükmü terk edip onun haricinde bir yol (çözüm) üretmemiz asla caiz değildir. Nassı temel alarak bilim, teknoloji ve astronomi gibi ilimlerden faydalanmakta ise bir beis yoktur. Hatta birçok yönden bunlar gereklidir.
Özelde ru’yet-i hilal genelde ise tüm amellerimizin bu çizgide olması gerekmektedir. Bunun aksi ile hareket etmek, konu ne olursa olsun Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu sözlerine muhatap olmayı kaçınılmaz kılar:
“Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, reddedilir.”[10]
Sonuç olarak Ru’yet-i hilal meselesinde söylenecek son söz budur. Bunun dışında, delilden sudur etmeyen tüm sözler, cedelden öteye gitmeyecek ve ümmetin içerisindeki ihtilaflara bir yenisini eklemekten başka bir şey ifade etmeyecektir.
[1] Konular hakkında fıkıh usulü kitaplarına başvurulabilir.
[2] Halifenin şer’î hükümler benimsemesi hakkı vardır. Özellikle toplumsal olaylarda toplumu ilgilendiren sorunlara yönelik şer’î hükmü, benimseme yapıp devletin resmî görüşü hâline getirebilir. Bakınız: Hilâfet Devleti’nin Yönetim ve İdari Kurumları, Köklü Değişim Yayınları, syf. 55
[3] Bakara Suresi 189
[4] Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Dârimî, Müsned-i Ahmed bin Hanbel
[5] Buhârî, Müslim, Nesâî, Dârimî, Muvattâ-ı İmâm-ı Mâlik, Müsned-i Ahmed bin Hanbel
[6] Buhari; Hilal Bahsi, Oruç Babı 1906
[7] Feth’ul Bari 4/411
[8] Bu Müslüman için geçerli bir ölçüdür. Müslüman olmayanlar için şer’î hükümlere tabi olması ya da olmaması ahiret hayatı için ceza-mükâfat olarak değer kazanmaz. Zira onlar ebediyen çıkmamak üzere cehenneme girmektedirler.
[9] Bunun bir söylemden öteye gitmemesinin sebebi, şer’î olmamasından dolayıdır.
[10] Buhari, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17, 18