Kapitalist düşüncenin ürünü olan “devletler için çıkarlar esastır” anlayışı; değerlerin, kıymetlerin kısaca her şeyin belirlenen çıkarlara feda edilebileceğini ortaya koymaktadır. “Çıkar” kelimesinin biraz da kulak tırmalayan çağrışımından olsa gerek yöneticiler, bunun yerine daha soft ve politik bir kavram olan “reel politik”i kullanır.
1469-1527 yılları arasında yaşamış ikiyüzlü siyasetin ilk temsilcilerinden olan Rönesans düşünürü Makyavelli, reel politiği; “teorik ve etik hedeflerden ziyade, pratik ve somut temeller üzerine şekillenen siyaset” olarak görür. Gerçekte bu tanımlama reel politik ile din, ahlak, değerler arasına kesin bir sınır koymak suretiyle devletin, dâhilî ve haricî siyasetinde sadece maddi unsurlara göre hareket etmesini esas görmektedir. Bir başka ifade ile; -hayatın diğer alanlarında olduğu gibi- dinin, siyasetten uzak tutularak siyasetin sekülerleştirilmesidir. Böyle bir siyaset anlayışında; hakkın, adaletin yerine gücün, güçlünün hâkimiyeti öncelikli hâle gelmektedir. Reel politiğin dâhilî siyasetteki karşılığı; iktidarların, yöneticilerin bekasını korumak iken, haricî siyasette devletin maddi gücü nispetinde menfaatler elde etmesidir.
Son günlerde Türkiye yöneticilerinin dış politikada attığı adımlar, daha önce söylediklerini yalanlamaları, halkı bir kez daha aldatmaya çalıştıklarını gösteriyor. Aslında “reel politik” adı altında bu ikiyüzlülüklerini yeni görmüş değiliz. Olaylara İslâm’ın nuruyla, basiretle bakabilen her Müslüman, bu aldatmacayı, rahatlıkla görebilir. Nitekim demokratik siyaseti yönetimde ilke edinmiş devletler için din, değer, kıymet, ahlakın hiçbir ehemmiyeti yok iken menfaat, çıkar her şeyin üzerinde olduğundan bahsetmiştim. Düzenin yöneticileri için ise bu pespaye düşünceler doğrultusunda hareket etme neredeyse “zorunluluk”tur.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Mısır ile hem istihbarat düzeyinde hem de dışişleri bakanlıkları düzeyinde temaslarımız var. Diplomatik düzeyde temaslarımız başladı” açıklamasından sonra benzer bir açıklama da Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan geldi. Akar da iki ülkenin tarihsel ve kültürel bağlarına vurgu yaptı. Son olarak ise dün Cuma namazı sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Mısır’la istihbari, diplomatik ve ekonomik olarak işbirliği sürecimiz devam ediyor.” dedi.
Hani şu; darbeyle iktidara gelen Abdülfettah es-Sisi’nin Cumhurbaşkanı olduğu Mısır’dan… binlerce Müslümanı Rabia Meydanı’nda katlettiren, Erdoğan’ın “kardeşim” dediği devrik lider Muhammed Mursi ve arkadaşlarının ölüm fermanını veren Sisi’yle “normalleşme”den bahsediyor.
“Dün dündür, bugün bugündür” anlayışıyla yıllarca dâhilî siyasette “Rabia işareti” yapan Erdoğan’ın, Müslüman halkın duygularını sandıklara oy olarak tahvil ettirmesi siyasi ikiyüzlülüktür. O dönem Erdoğan’ın bu siyasetine karşı çıkanların, “hain”, “darbeci”, “darbe sevici” olarak afişe edilmesi de siyasi kurnazlıktı.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, aynı darbeci ve katil Sisi ile işbirliği yapması neyle izah edilebilecektir? Devletler için çıkarlar vardı, değil mi? Reel politik; dün küfrettiğinize bugün saygı duymayı, “katil”, “darbeci” dediğiniz kişilerle bugün işbirliği yapmayı, ekonomik kaygıların giderilmesi için her türlü değeri ayaklar altına almayı emrediyor, değil mi?
İktidar olduğunuz günden bu yana reel politiğe feda etmediğiniz hangi değeri bıraktınız? Yahudi varlığının Mavi Marmara baskınında katlettiği 10 Müslüman’ın hesabını sormadınız. Öyle ki Erdoğan o dönem yaptığı açıklamalarda “ben bu görevde olduğum müddetçe ‘İsrail’le asla normalleşme olmayacak” sözünün üzerinden geçen 7 yıl sonra aynen bugün Sisi ile yaşanan normalleşme gibi ticari, istihbari ilişkiler devam etmeye başladı. Gerçi, Yahudi varlığı ile ilişkiler tam anlamıyla hiçbir zaman koparılmadı. Göstermelik bir kaç uygulamanın dışında ilişkiler hep normaldi.
Erdoğan; seçim meydanlarında Yahudi varlığının, katlettiği çocukları, yıktığı evleri, işgallerini anlata durdu ki halkın İslâmi duyguları istediği yönde kanalize olsun. Bunu da zaten yıllarca başardı. Yahudi varlığıyla normalleşme süreciyle birlikte Filistin’de ne insani dram, ne zulüm ne de işgal kaldı! Öyle ki bu varlığın Kudüs’ü başkent ilan etmesi dahi reel politik uğruna ilişkileri bozmadı. Tıpkı bugün Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı sistematik katliamların, sürgünlerin, işkencelerin, ölüm kamplarının, ahlaksızlıkların, camilerin necis Çinliler tarafından kirletilmesinin Türkiye yöneticilerini Çin ile ilişkilerinden geri adım attırmadığı gibi. Ticaretin olduğu yerde, caminin, kanın, ahlakın ne önemi olabilir! Reel politik, bu değerlerin tamamını ticarete, birkaç milyar dolara feda etmeyi öngörür.
İslâm’dan koparılmış yönetimde siyaset; çıkarlar, menfaatler üzerine odaklıdır. Günün şartları neyi öngörüyorsa ona göre pozisyon belirleme etkin hâle gelmekte. Yöneticilerin meydanlarda hamasi söylemleri, İslâmi argümanları kullanmaları dâhilî siyasette sadece bekalarını temin etmeye yöneliktir. Harici siyasette, Kudüs’ün Yahudi varlığının başkenti olması, Mescid-i Aksâ’nın bu varlığın postalları altında eziyet görmesi, Müslümanların Filistin’de, Doğu Türkistan’da Suriye’de katledilmesi, sürgün edilmeleri, namuslarının kirletilmesi, darbeci yöneticilerle işbirliği yapılması yöneticiler adına utanç değil, iftihardır.
Müslümanlar artık laik demokratik düzenlerin ve onun yöneticiliğini yapan, reel politiği ilke edinmiş rüveybidalardan yer ile gök kadar uzaklaşmak zorunda. Ya bizler, bu ilkesiz ve her değeri çıkarlara kurban eden yöneticilerle devam edip onlarla birlikte dünyada rezilliğe, ahirette ise hüsrana razı oluruz ya da haram ve helali, hak ve adaleti, izzet ve şerefi, huzur ve refahı gözetecek olan Hilâfet’i ikame etmek için ceht ederiz. Böylece dünyada saadete, ahirette ise kurtuluşa erenlerden oluruz. İmanımız da aklımız da, vicdanımız da ikinci şıkkı bizden istemekte. O hâlde sadece İslâm’ın belirlediği ilkelere göre hareket edecek Hilâfet’in ikamesi için çalışalım.
___