“Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp edip bu Kur’an’ı sükût ettirip ellerinden almalıyız. Yahut da Müslümanları ondan uzaklaştırmalıyız/soğutmalıyız.” Bu sözler, İngiliz Avam Kamarası’ndaki konuşmasıyla, İngiliz politikasını ve izlenmesi gereken siyaseti dile getiren İngiliz Müstemleke Bakanı William Ewart Gladstone’a ait. Kur’an üzerinden bir tahrifat gerçekleştiremeyen Batılı kâfirler, yaşanabilir bir İslam’ın garantörü olan Sünnet üzerinde tahrifat ve saldırı çalışmalarına başladılar. Oryantalistlerin bu meyandaki gayretleri hepimizce malum. Onların bu üstün(!) gayretleri, yerli ilim sahiplerini de etkilemiş, böylelikle yaşadığımız coğrafyada “sünnet” olgusu yani “Rasulullah’ın hayat anlayışı” yine yerli ilim sahipleri eliyle ciddi manada yara almış ve almaya da devam etmektedir. Batı’nın istediği aslında gayet net; “yaşanmayan, pratik hayatta hiçbir ağırlığı olmayan bir İslam.” Bu ise her yönüyle, her alanda bize dinin öğreticisi olan Rasulullah’ın sünnetinin hayattan kovulmasıyla mümkün olacaktır. İşte Batılı kâfirler bütün eforlarını Müslümanlardaki sünnet algısının değişmesi yönünde sarf etmişler ve etmeye de devam etmekteler. Bu manada epeyce de başaralı olmuşlar ve yol kat etmişlerdir, maalesef… Sözümün doğruluğunu saptamak için TV ekranlarında Rasulullah’ın hayatının anlatıldığı programlara bakmak yeterlidir. Ne mi göreceksiniz? Pratik hayata çözümler getiren değil, bilakis uyurken sağına dönen bir peygamberin anlatıldığını göreceksiniz. Yine ihanetlerinden ötürü kâfirlere karşı hiddetlenen, reel politiğin ardına sığınmadan ideal siyaseti ortaya koyan değil, kâfir de olsa komşusuyla iyi geçinen bir peygamberin anlatıldığını göreceksiniz. Rebiulevvel ayının on ikinci gününde Medine’ye ulaşıp orayı İslam Devleti yapan değil, hicret sırasında zorluklara katlanan bir peygamberin anlatıldığını göreceksiniz.
Rebiulevvel ayının on ikinci gününde dünyaya geldiği rivayet edilen Allah’ın Rasulü’nün doğumu, her sene mevlüt gecesi çerçevesinde hatırlanmakta ve farklı etkinliklerle anılmaktadır. Ben de bu vesileyle bu makalemde, İslam coğrafyasında özellikle de son dönemlerde Halep’te yaşanan acı ve katliamlar ışığında -genel olarak Müslümanlara, özelde ise yöneticilere- nasihat olması bakımından Rasulullah’ın unut(tur)ulan, anlat(tır)ılmayan ve konuş(tur)ulmayan siyasî bir yönüne dikkat çekmek istedim. Çünkü; Kur’an’ı okumayı tavsiye eden ve خَيْرُكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ القُرْآنَ وَعَلَّمَهُ “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir” diye buyuran bir peygamber anlatılıyorken, Kur’an’ın hayata hâkim olması uğurda canını ortaya koyan bir peygamber anlatılmamaktadır. Sevginin, muhabbetin baş mimarı bir peygamberden bahsedilirken, başörtüsüne el uzatanlardan hesap sormak için gadaplanan ve yapanlardan hesap sormak için sefer düzenleyen siyasî bir peygamberden asla bahsedilmemektedir.
Sömürgeci kâfirlerin takriben bir asırdır İslam coğrafyasında işledikleri katliamların haddi hesabı yoktur. Bazen kâfirlerin bombardımanlarından ötürü yaralanan, üstü başı perişan bir şekilde ambulansın içerisinde tedavi olmayı bekleyen beş yaşındaki masum Suriyeli Ümran’ın sessiz ve anlamlı bakışı resmeder, zulmün geldiği noktayı... Bazen sömürgeci kâfirlerin Suriye’deki katliamlarından kaçarken sahilde cansız bedeniyle yatan Aylan bebek anlatır, katliamların boyutunu. Bazen örtüsünü açmadığı için gasıp Yahudi varlığı “İsrail” askerlerinin kör kurşununa hedef olup yere yığılan Filistinli genç kız anlatır... Yaşananlar Müslümanların kalkansız olduğu gerçeğini anlatır ve hatırlatır aslında… Mazlum Müslümanlara kalkan olacak hayırlı liderlerin yokluğunu, yükselen imdat feryatlarına icabet edecek adam gibi adamların kalmadığını, kısacası Müslümanların sahipsiz kaldıklarını anlatır, yaşananlar ve çekilen acılar…
Sahipsiz kaldı ümmet... Mazlumlara sahip çıkacak yöneticiden mahrum bu ümmet. Kâfirlerin çağrılarına ivedilikle icabet ederken, Müslümanların yardım çığlıklarına kulak tıkayan yöneticilere mahkûm edildi bu ümmet. Yeri geldi, işgal edilen beldelerimiz dillendirdi ve haykırdı Hilafet’e ve hayırlı yöneticilere olan ihtiyacı… Yeri geldi, sömürülen yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz… Yeri geldi, Hilafet’e ve muttaki yöneticilere olan ihtiyacımızı, açlığından ötürü bir an önce ölüp Cennet’te yemek yemek istediğini söyleyen çocuklar haykırdı... Yeri geldi, kâfirlerin bombaları sonucunda beton yığınlarının altında evladını kaybeden babanın çaresiz bakışları anlattı, Hilafet’e ve Raşid yöneticilere olan ihtiyacımızı… Ya da her hangi bir beldemizde kurtarılmayı bekleyen bacımızın yükselen feryadı…
Mademki bugünlerde Rasulullah’ın sünnetine dair bir şeyler konuşulacak, yazılacak ve çizilecek, öyleyse bu kesinlikle Rasulullah’ın Müslümanlara ve tebaasına sahip çıkma siyaseti olmalıdır. Rasulullah’ın “ideal siyaseti” olmalıdır. Evet, mademki Rasulullah’ın hayatına dair bir şeyler anlatılacak ve unutulan sünnetlerden/Rasulullah’ın amellerinden birisi ihya edilecek, öyleyse bu ideal siyasetin tezahürü niteliğinde olan “tebasına kalkan olma” sünneti olsun. Rasulullah’ın şu kavli herkesçe malumdur:
إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ
“Muhakkak ki Halife/İmam bir kalkandır, onun ardında savaşılır ve korunulur.” Rasulullah İslam’a ihanet edenlere, tebaasının değerlerine saldıranlara kıyam ederek fiilî sünnetiyle de bizlere yapılması gerekeni göstermiştir. Şöyle ki;
Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamberimizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Savaşı’nda düşman tarafından sarılan Medine’yi, Müslümanlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu. (İbn Hişam). Fakat bunu yapmadılar. Üstelik anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nazik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler; Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Rasulullah da kim oluyormuş? Muhammed’le aramızda ne ahit vardır, ne de akd!” dediler. Hatta daha da ileri giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarf ettiler. (İbn Hişam, Tabakât, Muslim). Hendek Savaşı’nın Müslümanların zaferiyle sonuçlanmasının hemen ardından daha Rasulullah ve sahabe efendilerimiz savaşın yükünü üzerlerinden atmamışlardı ki Allah Azze ve Celle, Rasulullah’a Cebrail’i gönderdi ve şöyle dedi:
أَوَضَعْتُمْ السِّلَاح ؟ قَالَ " نَعَمْ " قَالَ لَكِنَّا لَمْ نَضَع أَسْلِحَتنَا بَعْد اِنْهَضْ إِلَى هَؤُلَاءِ
“**(Yâ Rasulallah!) Siz silahınızı bıraktınız mı? Hâlbuki biz (melekler) henüz bırakmadık. Şimdi hemen Benî Kurayza’nın üzerine yürüyün!" (Buharî) Derhal Hz. Bilâl’i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini emretti: "Sizden hiçbiriniz ikindiye Benî Kurayza dışında bir yerde kılmasın!” (Buharî) Nihayetinde Rasulullah ordusuyla birlikte Benî Kurayza üzerine yürüdü ve ihanetlerinin bedelini onlardan sordu. İslam, ihanetlerinin bedeli olarak, savaşanlarının boyunlarının vurulmasına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmetti. (ibn Hişam, Tabakât, Taberî)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine’ye hicret edip devletini kurduktan sonra sıkıntı çeken, işkenceye ve zulme duçar kalan Müslümanlara ordularıyla icabet etmiştir. Çünkü din konusunda yardım dileyen Müslümana icabet etmek Allah’ın emridir:
وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ
“Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur.” (Enfal, 72)
Allah’ın güç sahiplerinden, yöneticilerden talebi buyken, feryatların karşılık bulmamasına, “reel politik” bahane olmaktadır. Hâlbuki reel politik, beraberinde acı ve meşru olmayan sonuçlar getirmektedir. Reel politik bugün, haram kılınan dostlukları meşrulaştırırken imdat feryatlarına icabet etmemenin de bahanesi olagelmiştir. “Niçin kâfirleri dost edindiniz?”, “Yahudi gasıp İsrail ile niçin stratejik işbirliği yaptınız?” Ya da “katliamlara maruz kalan Müslümanların yardımlarına güçleriniz ve imkânlarınızla niçin koşmadınız?” vb. sorular soruların cevabı, “reel politik” olarak karşımıza arzı endam eder. Başka bir ifadeyle başımızdaki idarecilerin kâfirleri dost edinmeleri, Müslümanların yardım çığlıklarına tepkisiz kalmaları, reel politiğin birer sonuçlarıdırlar.
İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek anlamına gelen “siyaset” konusunda bizim için örnek, kuşkusuz Allah’ın Rasulü Sallahu Aleyhi ve Sellem’dir. İslam risaletini hâkim kılmak, devlet ve toplumda tatbik etmekle vazifeli bir peygamber olarak ideal siyasetin “usve-i hasene’sidir/güzel örneğidir. Öyleyse O’nun Mekke ve Medine’de nasıl bir siyaset izlediğini görebilirsek “ideal siyaset”i de yakalamış oluruz.
Daha fazla uzatmadan şu kadarını söyleyeyim; Allah Rasulü’nün hayatına, aradığı şeyi bilen bir kişi baktığında sisteme entegre olmamayı, fayda-zarar hesabı yapmamayı, reel siyaset gerekçesiyle sistemle pazarlığa girmemeyi ve Müslümanların çağrısına kulak tıkamamayı görecektir.
Öyleyse Rasulullah’ın doğumunun sene-i devriyesi, bizlere anlatılmayan, unutturulan ve konuşulması dahi istenilmeyen sünnetlerin konuşulmasına zemin olmalıdır. Olmalıdır ki, unutulmaya yüz tutmuş fiilî sünnetin omurgası niteliğinde olan “ideal siyaset” anlayışı yeniden can bulabilsin.
مَنْ أَحْيَا سُنَّتِي فَقَدْ أَحَبَّنِي ، وَمَنْ أَحَبَّنِي كَانَ مَعِيَ فِي الْجَنَّةِ
“Kim, sünnetimi ihya ederse, beni ihya etmiş olur. Kim beni ihya ederse cennette benimle beraberdir.” (Tirmizî)