Herhangi bir duruma karşı gösterilecek refleks o durumun akıbetini belirler. Bu yüzden birden fazla seçenek arasında kalan bir kişinin pişman olmaması için önceliklerini çok iyi belirlemesi ve tercihlerini yaparken etraflıca düşünmesi elzemdir. Hatta bu durum sonuçları telafi edilemeyecek boyutlara ulaşabilir. Söz gelimi namaz kılarken yanındaki bir kişinin ölmek üzere olduğunu görmesine rağmen müdahale etmemesi, uçakta yüksek hava basıncına maruz kalan bir annenin kendinden önce çocuğunun maskesini takmaya çalışması böylesi hayati hatalardandır. Yine bir kediye çarpmamak için direksiyonu kırarak çarşıya dalan bir şoför hayati bir hata yapmış olur. Buna benzer şekilde ülkesine saldırmak üzere yola çıkmış güçlü bir orduya o henüz yaklaşmamışken karşı saldırı planları yapmak yerine savunmaya geçen bir komutan hayati bir hata yapmış olmaz mı? Peki, bir düşmanını savmak adına bir başka düşman ile yola çıkan lider nasıl bir hata yapmış olur? Olması gereken ile gerçekte olan arasındaki makas açıldıkça hata üstüne hata, yıkım üstüne yıkım kaçınılmazdır. Hele ki alınan siyasi kararlar ve toplumları ilgilendiren kritik konular ise vah ki vah…
Mesela bundan 7 yıl önce Suriye’de halkına her türlü işkenceyi reva gören Esed rejimine karşı İslâm coğrafyasının liderleri kararlı ve cesur bir duruş sergileselerdi bunca gözyaşı ve kan akmayabilirdi. Belki de çok kısa bir süre sonra Suriye halkı eskisinden daha iyi bir hayat yaşayabilirdi. Olması gereken buydu… Gerçekte ne oldu? Müslümanlara yöneticilik yapanlar bu sorunu Batı’nın çözmesini beklediler. Kendilerini etkisiz ve güçsüz gördüler. Müslümanların geleceğini yine onların baş düşmanlarına bıraktılar. Dolayısıyla yıllarca ne kan durdu, ne gözyaşı… Bu hayati bir problem olmaktan öte bir şeydi. Ortadoğu’nun birçok yerinde Müslümanlar için kışı bahara çevirecek ayaklanmalar oldu. İslâm’ın ve Müslümanların cesareti dünyanın geri kalanını korkutmuş, Müslümanların cesaretleri bilenmiş ve umutları yükselmişti. İşte tam da bu esnada ümmete liderlik yapacak bir fikir sunulmuştu. Sınırların olmadığı, yeryüzünü adaletiyle aydınlatacak bir fikir. Ümmetin kanayan yarasına bir deva, karanlığına ışık olacaktı. Olması gereken de buydu. Fakat gerçekte ne oldu? Batı, işbirlikçi yöneticileri en galiz şekilde alaşağı ederek bir yenisini tayin etti. Direnişi de umutları da çaldı. Onlar avurtlarını açarak sömürürken bizler ağzımızı açarak seyrettik, sonuç fiyasko… Yeri gelmişken Batı ile yatıp kalkanların akıbetini bütün çıplaklığıyla gördük. İşleri bitince kullanıp atıldılar fakat ders çıkaramadık. Olması gerekene inat, ısrar ve inatla gerçekte olan bugünkü durumu yaşadık.
Kırmızıçizgilerimiz vardı, olması gereken çizgilerdi. Seçim mitinglerinde sıklıkla duyduk fakat gerçekte olan çizgisiz kalmaktı, öyle de oldu sildik, attık. Mesela kimyasal silah kırmızıçizgimizdi, Halep ve İdlib’de gazların her türlüsünü denediler. Olması gereken Müslümanlara sahip çıkarak Halep’i hak ettiği yere dönüştürmek, izzetli kılmaktı. Belki de bu sayede ümmete liderlik yapma hakkımız olacaktı ama gerçekte olan sağ kalanları oradan çıkarmak oldu. Süleyman Şah türbesi kırmızıçizgimizdi ve olması gerekenden farklı olarak yeri değiştirildi. Fırat’ın doğusu kırmızıçizgimizdi müttefikimiz orayı düşmanlarımızla doldurdu. Kudüs kırmızıçizgimizdi müttefikimiz orayı bir başka düşmanımıza armağan etti. Olması gereken ilk kıblenin yeniden Müslümanlara başkent olarak ilan edilmesi, postallarıyla o nezih toprakları kirleten Yahudi varlığının sökülüp atılmasıydı. Gasıp Yahudi varlığını bu hediyesiyle şımartan müttefikimiz ile ittifak olmak şöyle dursun düşman devlet hukuku işletilmesiydi. Fakat gerçekte olan neydi? Sahi ne oldu?
Ve şimdi sahipsiz Doğu Ğuta yanıyor. Üzerlerine yağan varil bombalarıyla birkaç saat daha fazla hayatta kalabilmenin yollarını arayan Müslümanlara yapılması gereken neydi? Söyleyelim; onlara hayat olacak bir devleti inşa etmek. Sadece onlara mı? Ğuta’nın doğusuna, batısına, Hama’ya, Humus’a, Filistin’e, Kudüs’e, Yemen’e, Sudan’a, Arakan’a, Türkistan’a bir bütün olarak hayat suyu olacak bir devletin inşasına çalışılmalıydı. Gerçekte ne oldu, ümmetin her bir parçasına ölüm verdik. Parçalanmayan, kan damlamayan bir yerimiz kalmadı…
Başta da dediğim gibi karşılaştığımız her durumda bir refleks gösterdik ama akıbetimiz hiç hoş olmadı. Zira önceliklerimiz ve önemsediklerimiz bizi Batı’nın iğrenç çukuruna yuvarladı. Hâlbuki olması gerekenler listesine bakıldığında hepsinin reçetesi belli “İslâmi Hilâfet Devleti”. Zira ancak onun varlığıyla olması gerekenler gerçekten olabilirler. Onun gücü, etkisi, siyasi basireti ve fikri tesiri ile doğru refleksler gösterebiliriz. İşte biz böyle bir nimeti 3 gün önce kaybettik. 3 Mart’ta bundan 94 yıl önce kaybettiklerimizin bedelini ağır ödüyoruz. Sevdiklerimiz, önceliklerimiz ve hayat tarzımız düşmanlarımızın elinde şekillendi, şekilleniyor. Olması gerekenler ile gerçekte olanlar arasındaki makas açıla açıla nihayet kırıldı. Fakat âlimlerimiz sus pus, 3 günden fazlası haram olan İslâmsız bir hayatın yıldönümünde bile anlamsız konuşmalar yapıyorlar.
Mesela geçtiğimiz Cuma günü olması gereken neydi? Söyleyelim; İmamlar avazı çıktığı kadar 94 yıldır mahrum kaldığımız İslâm’ın nişanesini haykırmalıydılar. Hilâfet’in ilgasını hatırlatıp yokluğunun verdiği ıstırapla hüngür hüngür ağlamalıydılar. Yetmez, yeniden kurulması için cemaatlerini harekete geçirmeliydiler. 90 bin camide 90 bin kere söylense yetmeyecek elbette ama söylemeliydiler. Farzların ancak kendisi ile tamamlanacağı şeyler de farzdır kaidesinden hareketle yüzlerce farzın kendisi olmadığı için tamamlanamadığı Hilâfet’i hutbelerinin tek konusu yapmalıydılar. Peki, gerçekte ne oldu? Ticaret ahlakı ve Müslüman bir tacirin nasıl olması gerektiği konuşuldu, Hilâfet konusu açılmadan kapanmış oldu. -İslâm’ın devleti olmadan ticaretinin nasıl olacağı merak konusu- Her zerresini kapitalizmden devşiren iktisadi yapıyı İslâmi hâle dönüştürmeye Hilâfet Devleti’nden başka kimin gücü yeter? Velhasıl Hilâfet’in enkazı üzerine kurulan bir yapı olarak Diyanet İşleri’nden böyle bir iş beklemek mümkün olmasa gerek. Bilirsiniz; **“samanlıkta iğne aramak”**diye bir deyim vardır. Maalesef ki, ümmetin gözlerinin içine baktığı, iki dudağının arasından acaba neler çıkacak diye beklediği hocalar, imamlar, âlimler küle dönercesine yanan bir samanlıkta yanacaklarını bile bile iğne aradılar.
Hülasa…
Bir yıl sonra seçim var ve muhtemelen Başkanlık Sistemi ile yeni bir siyasi hayata kapı aralanacak. Olması gereken hiç şüphesiz seneye 3 Mart arifesinde bütün Batılı hayat görüşü, parlamenter sistemin her türlüsü, devlet yönetimi adına ne varsa hepsinin tarihin çöplüğüne atılması ve yeniden o kutlu günlere döndürecek İslâmi bir siyasi yapının inşa edilmesidir. Denenmiş ve fiyaskoya uğramış bütün rejimlerin, zaferden zafere koşmuş İslâmi Hilâfet Devleti ile değiştirilip dönüştürülmesidir. Artık aldanacak, kandırılacak, hata yapacak gücümüz ve takatimiz kalmadı. Seneye 3 Mart’ta aynı şeyleri konuşmayalım. Olması gereken neyse gerçekte de o olsun. Bi-iznillahi Teâlâ.
وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Muhakkak ki Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [Yusuf Suresi 21]
Emrah AKAY