Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
اتَّقُوا فِرَاسَةَ المُؤْمِنِ فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ
“Müminin ferasetinden korkun. Çünkü O Allah’ın nuru ile bakar.”
İşte bugün tam da İslam ümmetinin evlatlarının en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden bir tanesidir, Allah Azze ve Celle’nin nuru ile hayata bakmak. Bu ise, bir Müslümanın vaka hakkında hüküm verirken İslam akidesi merkezinden bakmasını zorunlu kılar. Müslümanlar bazen bu açıdan bakarken bazen de maalesef bu bakış açısını kaybetmişlerdir. Bundan dolayıdır ki vaka hakkında hüküm verirken nasıl bir tavır alacaklarını bilemez bir duruma gelmişlerdir. Mesela, namaz, hac, oruç ve benzeri ibadetler karşısında İslami bir bakış açısına sahip iken ne yazık ki aynı bakışı veya duyarlılığı yönetim nizamı, içtimai nizam, ticaret, alışveriş ve kâfirleri dost edinme ve benzeri hükümler karşısında göstermemektedirler. Bu da İslam ümmetinin fikrî seviyesinin düşüklüğünü göstermektedir. Tabi ki bunda, içinde yaşamış olduğumuz kapitalist nizamın ve onun en önemli parametrelerinden biri olan özgürlükler düşüncesinin etkisinin yadsınamayacak kadar büyük olmasıdır.
Bu sisteme göre hayata bakış açısı sadece menfaate dayalıdır. Yani hayattaki tek ölçü menfaattir. Bu da şahsiyeti etkilemektedir. Yani söylem ile davranış arasında bir bozukluk meydana getirmektedir. Bunu hem şahısların hayatlarında hem de devletlerarası ilişkilerde görmek mümkündür. Günümüz siyaseti sadece çıkar ilişkisine dayalıdır. Şayet böyle olmamış olsaydı bugün İran, Rusya ve Amerika Suriye’de büyük bir katliama imza atarken, Türkiye ve diğer İslam ümmetinin başındaki yöneticiler bu ülkelerle çeşitli alanlarda anlaşmalar yaparken ve bunlarla birlikte Müslümanlara kumpas kurarken, bu utanç verici durum daha başka bir şekilde nasıl izah edilebilir? Bir taraftan ümmetin lideri olduğunu söyleyeceksin diğer taraftan ise, Allah’ın düşmanları ile iş tutacaksın.
Fakat bundan daha vahim olanı, Müslümanların bu ve buna benzer olaylar karşısında ümmetin yöneticilerini muhasebe etmiyor olmalarıdır. Hâlbuki bizler, sahabe ve halifelerin hayatlarından kesitler sunarken, onların batıl bir durum karşısındaki tavırlarından dem vururken, ne yazık ki bizler benzer bir durumla karşılaştığımız zaman aynı tavrı ve şahsiyeti göstermekten imtina eder bir haldeyiz. İşte buna sebebiyet veren en önemli faktör ise, ferasetimizi kaybetmemizdir. Bu da zamanla şahsiyetimizin zedelenmesine sebebiyet verdi. Hâlbuki dualarımızda “Yarabbi bize hakkı hak olarak bilmeyi ve ona tabi olmayı, batılı da batıl olarak bilip ondan uzaklaşmayı nasip et” deriz de, her ne hikmetse böylesi gayri İslami bir durum karşısında ya susarız ya da çıkarcı bir anlayışla tam aksi bir tavır alırız.
Daha düne kadar “canımız ve kanımız İslam için feda olsun” diyen bir takım zat-ı muhteremler, bugün çok cüretkâr bir şekilde “Rejim sorunu 1923’te bitmiştir, Cumhuriyet’ten geri adım atmak isteyenler karşılarında beni bulur.” der hâle gelmişlerdir. Bu zat-ı muhteremler daha düne kadar bu sistemin küfür olduğunu beyan ederken nasıl oluyor da şu an Cumhuriyetin garantörü olabiliyorlar? Doğrusu, anlamak mümkün değil. Onlar Hilafet’i ilga eden ve İslam’ı hayattan koparan sistemin Cumhuriyet olduğunu nasıl da çabucak unutuverdiler? Bundan daha vahim olanı ise, ümmetin evlatlarının bu tür söylemlerde bulunanları muhasebe etmemeleridir. Bu söylem karşısında suskun kalmalarıdır. Hâlbuki Rabbimiz bize yöneticileri muhasebe etmemizi farz kılmışken! Dedim ya artık feraset ve nur kayboldu. Sonuçta, böylesine vahim bir tablo ortaya çıktı.
Yeri gelmişken şunu da belirtmekte fayda görüyorum: Biz bu sistemden beri olduğumuz gibi, Allah’ın izni ile İslam’a sadık ferasetli gençler ve Hizb-ut Tahrir gibi kitlere hayatta var olduğu müddetçe, sistem tartışmaları son bulmayacaktır. Ve bu konuda son noktayı koyacak olan da O’dur, biiznillah.
Yine yeni anayasa ve başkanlık sisteminin tartışıldığı bu günlerde Müslümanların bu durum karşısındaki tavırlarına şaşırmamak mümkün değil! Hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’de bize hitaben söylenmiş olan Rabbimizin şu buyruklarını ne kadar da çabucak unutuverdik:
“Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü arzu ediyorlar? Akleden bir kavim için Allah’tan başka kim daha güzel hüküm verebilir.” Ya da şu buyruğu gibi:
“Hak Rabbinizdendir. Öyle ise asla şüphe edenlerden olma.” Buyruklar bu kadar net iken nasıl oluyor da bunlardan yüz çevirip parlamenter sistem veya başkanlık sistemi için referanduma gidebiliriz? Yoksa hâşâ, Rabbimizin indirdikleri hakkında bizde bir şüphe mi söz konusu? Öyle ya Rabbimiz tüm beşerî sistemleri cahiliye olarak nitelendirmişken ve ancak Kendi katından geleni hak olarak ifade etmişken, bizler nasıl olur da bu iki sistem arasında bir tercihte bulunabiliriz? Nasıl olur da şer’î hükümler karşısında bu kadar rahat ve cüretkâr bir tavır sergileyebiliriz?
Dedim ya, feraset ve basiretten uzak kaldık. Bu naslar nefislerimizde etki meydana getirmez oldu. Demokrasinin bizi büyülediği kadar İslami naslar artık bizi etkilemez oldu. Bir insan, kendisini öldürmek istediği celladına bu kadar mı âşık olabilir? Hâlbuki bir Müslümanın herhangi bir olay ya da vaka karşısında tavrı bellidir: Karşılaşmış olduğumuz bu vakanın hükmünü şer’î naslara götürüp bu vakayı açıklığa kavuşturacak olan hükmü bu vakanın üzerine indirmektir. İşte İslam’ın sorunları çözmedeki metodolojisi bu kadar basit iken…
Bununla beraber her ne kadar ümmette fikrî bir düşüklük meydana gelmiş ve ferasetini şimdilik kaybetmiş olsa da, Allah’ın izni ile bu, geçici bir durumdur. Tabi ki bunda ümmetin başında bulunan “ruveybida” yöneticilerin katkısı oldukça büyüktür. Bunlar her konuda kendilerine tâbi olan ve itaat eden bir takım bel’amlarla beraber, bu ümmeti fikren saptırmak ve dalalete düşürmek için tüm imkânlarını seferber etmektedirler. Aynen Rabbimizin Kerim Kitabı’nda anlatılan Firavun, Haman, Karun ve Bel’am kıssalarında olduğu gibi… Nasıl ki Firavun, Haman, Karun ve Bel’am üçlüsüne dayanarak Mısır’da halkı sömürmek ve saptırmak için bir sömürü çetesi kurmuşsa, bugünde aynı şekilde kapitalist sistemin devamı ve bekası için bu tür sömürü çeteleri kurulmuştur. İşte bu çeteler tarafından halk, farklı şekilde manipüle edilmektedir.
Fakat buna bağlı olarak ümmet her ne kadar soyut bir düşünceye sahip olsa da, yöneticileri ve sözde âlimleri bilmem ama yine de, bu ümmetin evlatlarında bir hayır vardır. Çünkü Rabbimiz bu ümmeti, insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmet olarak nitelendirdi. Özellikle biz buna, 2011 yılında ortaya çıkan ve şu ana kadar Suriye’de devam eden Arap Baharı’nda şahit olduk. Her ne kadar bu devrimlerin sonuçları istediğimiz noktada olmasa da, bu süreç, ümmetteki o dinamik enerjiyi ve canlılığı tekrar meydana çıkarmıştır. İşte bu canlılık ve dinamizm, başta sömürgeci kâfirler olmak üzere yöneticileri de korkutur hale getirmiştir. Bunun en yakın örneği ise, Amerikan Başkanı Trump’ın “Radikal İslam ile mücadele edeceğim.” söylemidir. Tabi ki bu söylemden kasıt, siyasal İslam’dır. Daha açık bir tabirle, Hilafet’in yeniden yönetime gelmesidir. Her ne kadar bugünlerde topluma ve özellikle de AK Parti tabanına “Başkanlık sistemi, Hilafet’in bir ön adımıdır” mesajı veriliyor olsa da, bilakis gerek parlamenter sistem ve gerekse de başkanlık sistemi, Hilafet’in tekrardan yönetime gelmesini engellemek için ön bir adımdır. Bunun en güçlü delili ise, Cumhuriyetten asla ödün vermeyeceklerini ifade eden yöneticilerin beyanlarıdır.
Dolayısıyla yapılması gereken en öncelikli şeylerden bir tanesi İslam ümmetine, feraseti ve Allah’ın nuru ile bakmayı yeniden kazandırmaktır. Tabi ki bunu da, hiçbir konuda halkına asla yalan söylemeyen ve aldatmayan güçlü siyasi bir liderlik başaracaktır. İşte ümmet bu şekilde yeniden şahsiyetini kazanarak, eskiden olduğu gibi dünyaya yön veren bir süper güç haline gelecektir.