Toplumsal olarak yaratılan insanın, nizamsız ve bu nizamı tatbik eden devletsiz olamayacağı hususu bir hakikattir. Her ideoloji insanlara, kendisi ile hayatını düzenlediği, diğer insanlar ile ilişkilerini gerçekleştirdiği bir nizam sunduğu gibi nizamını kendisi ile uyguladığı, kendi cinsinden bir yönetim modeli de oluşturmuştur. Yönetim şekli, ideolojinin tenfizi açısından kaçınılmaz, kendisinden bir parçadır. Yönetim açısından sergilenen pratiklik, ideolojinin kendi metoduna uygunluk arz ettiği oranda başarı sağlamaktadır.
Başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı devlet modeli de tıpkı parlamenter, federalizm, yarı başkanlık sistemleri gibi kapitalist yönetim modellerindendir. Çünkü hepsinin üzerinde inşa edildiği temel fikir, laik/seküler demokratik zihniyettir. Bu yazıda, ülkemizde de yürürlüğe konulan söz konusu başkanlık sisteminin bir başka versiyonu olan partili cumhurbaşkanlığı sisteminde, devlet başkanının muhasebe edilme pozisyonunun kalmadığı hususuna değinmek istedim.
Bilindiği üzere, başkan veya cumhurbaşkanı olan kişi aynı zamanda büyük olan veya daha çok oy alan parti veya koalisyonun başındaki kişidir. Dolayısı ile başkan, meclisteki en kalabalık gruba sahip olan partinin başında olduğu gibi ülkenin de başkanıdır. Her iki yerdeki yetkilerinin birleşmesi sonucu, kendisinin büyük çoğunluk tarafından muhasebe edilmesini engellemiş olmaktadır. Muhalif parti veya partilerin muhasebesi doğal olarak daha az bir kesimi temsil etmesi açısından zayıf kalmaktadır. Daha da önemlisi, muhalif partiler, haklı bir muhasebe etmiş olsalar dahi “demokrasinin ilkeleri” açısından bir anlam ifade etmemektedir. -Bu bile, demokrasinin keyfiyetli bir muhasebenin önündeki en büyük engellerden biri olduğunun açık bir göstergesidir.-
İdeolojik devletlerde partiler, genellikle aynı zihniyete sahip olup sadece üslup açısından farklılıklar gösterirler. Ancak, adına “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan ülkeler” denilen, “uydu” veya “tâbi” devletlerde ise partiler arasında farklılık, -üslup dışında- dayandıkları odakların farklılığı açısından daha büyüktür. Durum böyle olunca bir diğerini düşmanlık derecesinde rakip gördüğünden muhalefette kalan partinin bu anlamda hiçbir muhasebesi kale alınmaz. Böylece başkanın partisi ve taraftarlarının muhasebesi ya korkudan veya dışlanmak endişesi ile gerçekleşmezken, muhaliflerin de muhasebesi, rakiplik anlayışı gereği kale alınmaz.
İslâm’ın yönetim modeli olan hilâfette, halife olacak olan kişi ister bir partinin lideri olsun, isterse belli bir partinin gösterdiği bir aday olsun, seçilip halife olduktan sonra söz konusu parti ile bağı kesilir. Halifenin hiçbir parti veya grup ile özel ilişkisi olamaz. Herkesten biat alır ve tüm ümmetin halifesi olur. Muhakkak ki İslâm’ın “emaneti ehline verme” kaidesi gereğince halife olacak olan kişinin ehil olması kaçınılmazdır. Böylece halife, başta yaratıcısı ve Rabbi olan Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya karşı, sonra da biatini aldığı ümmete karşı sorumluluğu yüklenir.
Rabbimiz, yöneticilere sorumluluk yüklediği gibi yönetilenlere de sorumluluk yüklemiştir. Yönetilen halkın sorumluğu, iyilikte itaat olduğu gibi zulüm ve kötülükte de muhasebe etmektir. Yöneticileri muhasebe etmek, İslâm’ın çok önem verdiği bir husustur. Öyle ki ilk halifelerin adil yönetim sergilemelerinde kendi takvaları etkin olmakla birlikte, yönetilen halkın muhasebe bilinci ve eylemine sahip olmalarının da çok ciddi bir katkısı bulunmaktadır. Râşidî Halifelerin nasıl muhasebe edildikleri yüzlerce örnek ile meşhurdur. Örneğin; Ömer RadiyAllahu anh, Rabbine karşı sorumluluğu minvalinde “Dicle kenarında bir kuzunun ayağı kayıp nehre düşmesi halinde hesabının kendisinden sorulacağını” ifade ederken, yönetilenler ise mescitte hutbesini kesip ondan hesap soruyordu.
Muhasebe edilmeyen veya edilemeyen kişinin, zorba bir kişiliğe dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir. Özellikle Allah korkusundan yoksun ve muttaki biri değil ise zalim olması kaçınılmazdır. Çünkü tahakküm kurma, insanda mevcut olan beka içgüdüden kaynaklanır. İçgüdünün tezahürü olan bu anlayış, herhangi bir güç ile kontrol edilmemesi halinde er ya da geç zorbalığa dönüşebilir. İslâm tarihinde gerek halk ve gerekse âlimler tarafından yeterince muhasebe edilmeyen kimi yöneticilerin de zulümleri rivayet edilmiştir.
Günümüz yöneticilere baktığımızda, Allah korkusuna sahip olduklarına dair bir karine göremiyoruz. Çünkü Allah korkusuna sahip olsalar idi küfür ve batıl nizamlar ile yönetmezlerdi. İslâm’ın haram kıldığı ve büyük günahlar olarak belirttiği putları tazim etme, faiz, fuhuş, kumar, açıklık/çıplaklık ve benzeri münkerleri devlet eli ile uygulamazlardı ve meydana gelmesine izin vermezlerdi. Demek ki bu sistemlerde elinde yetki bulunan yöneticiler, adil olma sebeplerinden biri ve en etkilisi olan takvadan yoksundurlar.
Diğer taraftan yukarıda ifade ettiğim gibi beşerî olarak oluşturulan bu sistemde yöneticiyi muhasebe etme imkânı bırakılmamıştır. Fiilî olarak yaşananlara bakıldığında da muhasebe eden kişi veya kurumlar “ihanet” suçlaması ve ithamı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Başkanlık sisteminin hilâfet sistemi ile muhasebe etme hususundaki bu kıyas, hilâfet ile diğer sistemler için de geçerlidir. Dolayısı ile başkanlık sistemi, parlamenter sistemde olduğu gibi çözüm değildir. Çünkü kapitalist ideolojinin kendisi çözüm olmadığı gibi bütün sorunların asıl kaynağıdır. Velhasıl kapitalist yönetim modellerinin hepsi zulüm üreten fasit sistemlerdir.
Rabbimizin, insanlığın dünya ve ahiret hayatındaki kurtuluşu için indirdiği İslâm’ın, kendisi ile uygulandığı yönetim modeli, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in fiilî uygulaması olan Nübüvvet minhacı üzere olan Râşidî Hilâfet modelidir. Müslümanların bundan başka bir yönetime tevessül etmesi, onları her iki cihanda da bedbaht edecektir.