En sonda söyleyeceğimi en başta ifade ederek başlayalım ki, makale okunduğunda taşlar yerine otursun. İşin en başında Ayasofya’nın açılışına gidelim yani 24 Temmuz gününe… O günün, iç politika ile ilgili herhangi bir malzemeye ihtiyacın olmadığı bir gün olması hasebiyle dış politika gereği açıldığını düşünmüştük, konuşmuştuk. Zira o gün Lozan Antlaşması’nın yıldönümü idi. Bir yanda CHP’nin başını çektiği ve Ayasofya’yı müzeye çeviren ulusalcı, Kemalist zümre Lozan kutlamaları yaparken diğer taraftan Ayasofya’ya yeniden camii statüsü kazandıran ve bu açılışı aynı güne denk getirerek diplomatik bir çıkış yapan AKP hükümeti Ayasofya’da ilk Cuma namazını kılmıştı. O günün şartlarında Müslüman Türkiye halkı için sebebi ne olursa olsun Ayasofya’nın açılması büyük bir iş, anlamlı bir dönüşüm olarak görülüyordu. Zira ulusalcı Kemalist zümrenin İslâm’a ve Müslümanlara nefreti herkes tarafından açıkça biliniyor. Her fırsatta camii ve medreseleri kapatıp Müslümanlara fikrî ve siyasi zulmetme anlayışından bir türlü vazgeçmediler, vazgeçmeyecekler. Çünkü karanlıkçı bir fikrî arka plana sahipler; tabanlarını korumak için bu arka plana rutin bir şekilde sarılmak zorundalar. Tıpkı -sözde- “İslâmcı” AK Parti’nin tabanı korumak üzere dinî argümanlara sarıldığı gibi… Hâl böyleyken her iki taraftan da samimiyet ummak ve gelişmelere ferasetle bakmalarını beklemek beyhude bir bekleyiş. Çünkü bu çatışmada her ne kadar başrol ve figüran oyuncular sahnede olsa da senaryo onlara ait değil. O bakımdan Ayasofya ne zaman konuşulsa, ne zaman gündeme gelse benim aklıma ABD–İngiliz çatışması gelir. Maalesef ki zihnimde iki düşman devletin çıkar çatışması arasında fillerin tepişirken ezdiği çimenlik gibi konumlanmıştır Ayasofya…
Bakın, ilk atanan Mehmet Boynukalın hocayı hepimiz sevdik, görüşlerine değer verdik, “haklıdır” dedik, neden? Çünkü yüzyıllık Kemalist zulmü deşifre ediyor, laik, seküler yasalara karşı İslâm’ın anayasasını savunuyor diye. Bir İslâm Hukuku profesörünün Ayasofya’ya atanmasının devletin yönetim şekli ile ilişkisini ilk etapta kuramasak ta Ayasofya’ya biçilen misyon iyice anlaşıldıktan sonra taşlar biraz daha yerine oturmaya başlıyordu. Zira Camiinin açılmasına da bir İslâm hukukçusunun atanmasına da vaazlarda ve sosyal medyada yapılan paylaşımlara da en çok kızan ve öfkelenen laik, ulusalcı Kemalist zümre oldu. Bütün sistem eleştirilerine ne Cumhurbaşkanı Erdoğan ne de AK Parti içerisinden hiçbir eleştiri gelmedi, aksine bir akademisyen olarak Mehmet Boynukalın’ın böylesi eleştiriler yapmaya hakkının olduğu konusunda sahip çıkıldı. Sadece İstanbul Sözleşmesi ile ilgili eleştirilerine AKP içinde çatlak sesler çıksa da görevden alınmadı, uyarılmadı. Hatta şimdi İstanbul Sözleşmesi’nin de tek taraflı feshedilmesi ile “Hoca’nın söylem ve talepleri kazandı” diyebiliriz. Son olarak istifa ettikten hemen sonra yaptığı sosyal medya paylaşımında “Baş Komutan Erdoğan” yazısı altında Cumhurbaşkanı’nın resmini koyarak misyonunu tamamlamış oldu. Yani artık Ayasofya Camii ve oraya atanan imamlar her şart ve durum altında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim çalışmalarında kullanacağı bir malzeme, halkın duygularını usul usul okşayan yumuşacık bir el görevi görecekti.
Ve şimdi… Bu satırları yazdığımda dolar, TL karşısında 8,75 kat, Euro ise 10,6 kat daha güçlü iken pandemi yasaklarının enkazı üzerine esnaflar büyük bir borç batağına düşmüş iken, ekonomik veriler büyük hayal kırıklıkları yaşatıyorken, bunun da ötesinde bir mafya babası hükümeti içten içe çökertiyorken… 1 haftadır neyi konuşuyoruz: “Atatürk’e hakareti”. MHP lideri Bahçeli’nin de “Atatürk kırmızıçizgimizdir!” sözü, bu tartışmayı daha da anlamlı kılıyor. Zira sorun büyük, uğraşılması ve tartışılması gereken küçük konular bulmak kaçınılmaz. İşte hükümet kanadından dişe dokunur bir söylemin gelmemesi bu tartışma ortamını bir süre daha esneterek kendi tabanlarını gerçek gündemden bir miktar daha uzaklaştırıp koruma altına alacaktır. Zira Müslümanlar için Ayasofya imamının söyledikleri oldukça kıymetli ve doğrudur. Zira o sadece bir ayet okudu ve camileri ahıra çevirenleri, müze yapanları, din düşmanı bu elit, jakoben taifeyi hedefe koydu. Fakat buna karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı baş tacı yaptı ve onun kurduğu düzen ve işleyiş ile ilgili hiçbir sitemde bulunmadı, bol bol dua etti. 2 aydır süregelen devlet–mafya ilişkileri ve her daim bunaltan ekonomik kriz yerini, başka bir konuya bıraktı: Zulüm ve fesada bulaşmış laik CHP zihniyeti ve kurucusuna hakaret, buna karşılık Ayasofya’yı Camiye çeviren demokrat AK Parti ve kurucusuna dua…
Bütün bu sürecin kendiliğinden ve doğal gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz? Düşünsenize, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da torunlarının hafızlık merasimi dolayısıyla bulunduğu bir ortamda bir camii imamı bu kadar cesurca sistem eleştirisi yapıyor, devletin kurucusuna “kâfir” diyor ve cüretkâr siyasi söylemlerde bulunuyor. Dahası aynı ortamda Diyanet İşleri Başkanı da hazır bulunuyor. Fakat Diyanet’in kurumsal yapısı tartışmaya açılmasın, başkanı da yıpranmasın diye vaazı o değil de başka biri veriyor. Hani camilerde siyaset yasaktı? Hani Atatürk’ü koruma kanunu vardı? Cumhurbaşkanı Erdoğan ve DİB Ali Erbaş’ın bulunduğu bir mecliste bütün yasaklar çiğneniyor ve hazır bulunanlar hürmet görüyorsa burada belki de muhalefet tarafından eleştirilecek en son kişi imam olmalıydı.
Hülasa, muhalefet hükümet tarafından kurulan tuzağa açık bir şekilde düştü ve imama yüklendi. Tartışmaların odağı ne Atatürk’tü ne de Ayasofya. “Kâfir ve zalim” ithamlarının muhatabı doğrudan İngilizci CHP zihniyeti iken toplumu kucaklayan ve İslâm’a hizmet eden Amerika’nın eşsiz müttefiki AK Parti hükümeti hürmete layık görüldü. AK Parti, tabanının bir süre daha teveccühünü kazanmaya namzet bir iş yaparken diğer taraftan kokuşmuş, ifsada uğramış demokratik siyasetin pisliklerini örterek zihinlerden uzaklaştırdı. Muhalefet ise çamura batmış bir şekilde aşağı çekilirken kendisini rahatsız eden sinekleri kovmakla uğraşıyor.
___
#AyasofyaCamii