McKinsey’i Nereden mi Tanırız?
09 Ekim 2018

McKinsey’i Nereden mi Tanırız?

Gerçeklerin, geç de olsa ortaya çıkma gibi bir huyu olduğu hepinizin malumudur. Eğer bunları gizleyenler yöneticiler ise durum çok daha vahim demektir. Yöneticilerin gizledikleri gerçekler bulundukları dönem içerisinde iktidarlarına, çıkarlarına halel getirebilecek boyuta ulaşmışsa bunları ters yüz edip halkın gözünden kaçırmak, karanlık dehlizlerde saklamak, onlar için adeta en kutsal vazife haline gelmiştir.

Konuya örnek olması açısından; hatırlarsanız, 2003 ABD’nin Irak işgali sürecinde Türkiye ile yapılan diplomasi trafiği, bu süreçte yaşananlar, yapılan gizli görüşmeler, verilen sözler, imzalanan onca anlaşmalar… Bunların neredeyse hiçbirine tam anlamıyla vakıf değildik, hâlâ da değiliz… İşte bu süreçte yapılan onca görüşmeden sadece biri de 2 Nisan 2003’te dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel arasında 3 maddelik gizli, 17 maddelik ise prensip anlaşmasıydı. Bu gizli anlaşma, aradan geçen 10 yılın sonunda ortaya çıktı. Bu anlaşmanın maddelerinin neler olduğu makalemin konusu değil. Burada ifade etmeye çalıştığım şey, bir gerçeğin üzeri ne kadar örtülmeye çalışılsa da mutlaka bir gün ortaya çıkacağı hususuydu.

Son günlerde Türkiye gündemini epey meşgul eden bir konu var ki bu, ABD firması McKinsey ile yapılan danışmanlık anlaşmasıydı. Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın ekonomide bu danışmanlık firmasıyla anlaşıldığını açılmasından sonra başlayan tartışmalar hem Hükümet cenahından, hem de muhalefet tarafından hararetli bir şekilde dillendirildi. Bu şirket, 80’li yıllardan bu yana Türkiye’de varlık göstermekte. Binlerce çalışanı, onlarca ülkede ofisi olup farklı zamanlarda Türkiye’de farklı hükümetlerle çalışan bir şirket. En son 2003 yılında AKP hükümetine de danışmanlık yapan bu kuruluş, o dönem, ekonomik krizden çıkışın reçetesini hükümete;

•Uzun vadeli konut kredisi pazarının kurulması, •Bireysel bankacılıkta alternatiflerin oluşturulması için kanuni düzenlemeler, •Belediyelere arazi geliştirme teşvikleri sağlama, •Büyük ölçekli perakendecilerin şehir merkezine yerleşmelerini engelleyen kısıtlamaların kaldırılması, •Bir takım gıda maddeleri üzerindeki ithalat engelleri kaldırılarak rekabet oluşturulması gibi çözümler sunan bu şirketi, fiilî olarak o tarihten bu yana tanıyoruz.

Hükümet, bu şirket ile ister fiilî bir şekilde çalışmış olsun, isterse de çalışmış olmasın fark etmez. O gün, bu şirketin reçete olarak sunduğu hususların tamamı bu hükümet tarafından bilfiil icra edilmiştir. İnşaat alanında verilen krediler, her gün türeyen bankalar, şehirlerin merkezini kuşatan AVM’ler, belediyelerin araziler üzerindeki hegemonyası ve özelleştirilen kurumlar, bu reçetenin teyididir. Nihayetinde aradan geçen 15 yılın sonunda uygulanan reçete ile günü kurtarmaya dönük kısa vadeli, göstermelik, tamamen tüketime endeksli, kalkınmaktan, üretmekten uzak çözümler, kendini tüketmiştir.

Türkiye, şimdi çok daha büyük bir krizle baş başa kalmıştır. Geçtiğimiz 17 yıl boyunca toplumu, menfaatleri ekseninde oldukça iyi etüt eden hükümet, geçmiş hükümetlerin iktidarlarını nasıl kaybettiğini çok iyi bilmektedir. Öyle ki, şuan ülkede yaşanan ağır ekonomik krizin varlığını inkâr ederek farklı isimlendirmelerle süreci evirmeye çalışmakta. Yıllardır üretimden, gerçek kalkınma hamlelerinden uzak, sadece seçim ve iktidara endekslenmiş zihniyetin geldiği nokta ibret vericidir.

Kalkınmaktan uzak, tüketim esaslı hamlelerin sonucunda, çok daha büyük borçlar, yüksek oranlı faizler, önlenemeyen kur artışları, koltuk değnekleri ile ayakta duran ekonomiyi adeta felç ederek yatalak hale getirmiştir. 95 yıldır yapılan yanlışlardan ders alınmaksızın çözümü, problemin kaynağında arama alışkanlığından vazgeçilmeyerek hala sıcak para ile günü kurtarma hesapları yapılmakta.

Sıcak para girişini canlandırmak, kısa vadeli günü kurtarma planları için McKinsey ile anlaşan hükümet, aylardır “yerlilik ve millilik”, “ekonomik savaş” söylemi üzerinden toplumu galeyana getirip ABD’ye karşı savaş verildiğine ikna etmişken, bir anda ABD ve şirketleriyle ilişkilerin düzeldiği tiyatrosu halk tarafından kabul görmemiş olacak ki bu şirketle yapılan anlaşma yerilmeye başlandı. Belli ki yapılan anketler, gelen tazyikler ve de yapılacak yerel seçimlerin hassasiyeti, Cumhurbaşkanının meydana çıkıp kurtarıcı rolüyle meseleye dahil olmasını kaçınılmaz kıldı. Cumhurbaşkanı, “bizim bunların danışmalığına ihtiyacımız yok, biz bize yeteriz” diyerek, sanki süreç kendinden habersiz işlemiş gibi yaptı. Her zamanki gibi doğru yerde ve doğru zamanda hareket eden Başkan, kendince bu tehlikeyi de savuşturmuş oluyordu!

Bu şirketin danışmanlığından vazgeçildiğinin ilan edilmesi ne kadar gerçekçi, şuanda bunu kestirmek oldukça güç. Zira şu anki krizin izlerini silmek için çok büyük oranda kaynağa ihtiyaç duyulduğu muhakkak. Kaynak akışının sağlanması için uluslararası boyutta bir refereye ihtiyaç duyulduğu göz önüne alınırsa pratik olarak bu vazgeçme çok da mümkün görünmemektedir. Nihayetinde bu şirket ile anlaşma yapılırken, anlaşmanın kapsamı, süresi, maliyeti, vs. gibi hususlar hiçbir şekilde açıklanmadığı gibi bir çırpıda iptal edildiğinin kamuoyuna sunulması, sadece gelen baskıları bertaraf edip gelecekle alakalı planların riske edilmeme isteğinden kaynaklandığı izlenimini vermekte. Pratikte ise dün olduğu gibi bugün ve yarın da bu ve buna benzer şirketlerle çalışılıyor olması hakikati gözümüzün önündedir.

Bu ve buna benzer şirketler ülkelerin kalkınması için değil, bilakis “kalkınmaması” için çaba gösterir. Sonrasında daha fazla bağımlılık ve borçlanmayla ülkeler, küresel güçlere adeta köle haline getirilir. 90’lı yıllara kadar ekonomik tetikçiler -ki, bunların tamamına yakını ABD menşeilidir-, ülkeleri ekonomik anlamda ABD’ye bağımlı hale getirmek için tehdit, suikast dâhil her yolu deniyorlardı. Bu tetikçilerin gelişmiş versiyonu olan bu kurumlar, “danışmanlık şirketi” adı altında ülkelerin ekonomilerini rehin alabiliyorlar. Öne çıkan bu şirketlerin genellikle ABD menşeili şirketler olması, kapitalist sömürü düzeninin bayraktarlığını yapan ülkenin ABD olmasından ileri gelmektedir.

Ülkeyi idare etmek üzere onlarca bakan, yüzlerce müsteşar, binlerce danışman olmasına rağmen ve bunlara ümmetin kaynaklarından oldukça dolgun maaş ve imkânlar sunulurken, ülke ekonomisini yönetmekten aciz zihniyet, halen çözümü, ekonominin sömürgeci güçlerin şirketlerine teslim edilmesinde arıyorsa, -kimse kusura bakmasın- bunun adı, ihanettir. Bu ihanetler yaşanırken bu yönetici ve idarecilerin, doğru-yanlış, aldıkları her türlü kararı, bir mantığa büründürmeye çalışan şakşakçıların ihaneti ise çok daha büyüktür.

Başta da dediğim gibi; gerçeklerin geç de olsa ortaya çıkma gibi bir huyu var. Dün, 1 Mart tezkeresini Meclis’ten geçiremeyen hükümetin, arkadan dolanarak yaptığı kirli ve gizli anlaşma nasıl ortaya çıktıysa belki 10, belki de 20 yıl sonra bu “danışmanlık” adı altında sömürü şirketleri ile olan anlaşmalar ve diğer başka yapılan ihanet anlaşmaları da mutlaka ortaya çıkacaktır; ya bu dünyada ya da ahirette! Utanç belgeleri olarak…

Gerçekten dürüst iseniz, sadece sömürgeci paravan şirketin danışmalığından değil, bu şirketleri var eden kapitalist laik sistemin tamamından vazgeçip yerine İslam’ın emrettiği sistem olan Hilâfet’i ikame edersiniz. Yoksa hem kapitalist ekonomi modelini uygula hem de onların şirketlerinden vazgeçtiğini söyle… Bu, çok tutarlı bir ifade olarak değerlendirilmeyecektir.

Biz, bu düzen ve yönetim tarzını kabul etmediğimiz gibi ümmeti, felakete sürükleyen yöneticilere de sesiz kalmayacağız. Zira bu, imanımızın gereğidir.

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

سَيَكُونُ بَعْدِي أُمَرَاءُ ، فَمَنْ صَدَّقَهُمْ بِكَذِبِهِمْ وَأَعَانَهُمْ عَلَى ظُلْمِهِمْ فَلَيْسَ مِنِّي وَلَسْتُ مِنْهُ وَلا يَرِدُ عَلَى الْحَوْضِ ، وَمَنْ لَمْ يُصَدِّقْهُمْ بِكَذِبِهِمْ وَلَمْ يُعِنْهُمْ عَلَى ظُلْمِهِمْ فَهُوَ مِنِّي وَأَنَا مِنْهُ

“Yöneticiler olacak, zulmedecek ve yalan söyleyeceklerdir. Bunların zulümlerine yardımcı olan ve yalanlarını onaylayan kişi benden değildir ben de ondan değilim. Yalanlarını onaylamayan ve zulümlerine yardımcı olmayan kişi ise bendendir ben de ondanım.” (Ahmed b. Hanbel)