İnsanların farklı inançlara sahip olması, yine hukuk kaynaklarının farklılık arz etmiş olması o devletin cezalandırma yetkisini asla sınırsız ve keyfi bir biçimde kullanması anlamına gelmemelidir. Hukuk esasları ne olursa olsun her devletin “kanunilik ilkesi” olmalıdır. Aksi takdirde bu topraklara ait olan “mazlumun ahı, indirir şahı” atasözünün işaret ettiği hakikat er ya da geç boynunuza dolanacaktır.
Ebetteki Türkiye Cumhuriyeti yargısının fiilleri vasıflandırmasında yani güzel ve çirkini veyahut iyi ve kötüyü belirlemesinde kaynaklar, Müslümanların iman ettiği İslam Akidesi ile çelişmektedir. Muhakkak ki laik bir devletin hukuk esaslarının, İslam’ın esaslarına uygun olması beklenemez. Zaten böyle bir beklentimiz olmadığı gibi laik devletin esaslarını da bir Müslüman olarak kabul edemeyiz.
Lakin bir Müslüman’ın, devletin kanun koyucusunun kararları ile çelişen yargı kararlarını da sorgulaması ve bu çelişkileri insanların akıllarına ve vicdanlarına arz etmesi gerekmektedir. Şimdi bu belirgin çerçeveden hareket ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yargı kararını kendi hukuk usulü ile anlatarak suç ve cezanın kanunilik ilkesine uymadığını sizlerin takdirine arz etmek istiyorum.
Söz konusu karar, Yargıtay’ın siyasi bir parti olan Hizb-ut Tahrir hakkında 3713 sayılı yasanın 7/1. Maddesi kapsamında aldığı “silahlı terör örgütü” kararına ilişkindir.
Türk yargısı bilindiği üzere istinbat yapmak istediği fiile ait kavramı Latince ve Fransızca dili ile anlamlandırmaya çalışır. (Bu işlem İslam Hukuku’nda Arapça dili ile yapılmaktadır.) Bu sebeple bir kişi veyahut kişilerde terör hükmüne varmak istiyorsanız, terör kavramını açıklığa kavuşturmanız elzemdir. Bakın Türk Hukuk sistemi bu kavramı nasıl ele alıyor:
Latince “büyük korku, dehşet, panik, korku kaynağı” anlamındaki terrorem ismi ile “korkmak, irkilmek” anlamına gelen terrere fiilinden kaynağını alan terör (tedhiş, terror, terreur) kelimesi, XIV. Yüzyıl Fransızcasında terreur şeklinde kullanılmaktadır. Kelimenin 1520’lerde “dehşete yol açma niteliği” vb. anlamlarda kullanıldığı kabul görmektedir.
Türk Hukuku da bu kavramı Common Law (Ortak hukuk ya da Anglo-Sakson Sistemi) ülkelerine benzer şekilde özel bir kanunla düzenleme yolunu seçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kanun koyucusu -İslam Hukuku’nda bu Şari’dir (şeriat koyucu, Allah)-, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesinde terör kavramını hukuki ıstılah ile tanımlamıştır. (İslam fıkhında buna “şer’î tarif” denilmektedir.)
Türkiye Cumhuriyeti Hukukunun tanımına göre, “Terör, cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”
Kanun’da yapılan terör tanımı çerçevesinde bir fiilin terör suçu olarak kabul edilmesi için üç zorunlu unsuru bulundurması gerekmektedir.
1. Yöntem: suçun isleniş biçimi yani cebir ve şiddeti içeriyor olması. 2. Amaç: suçun ideolojik saiki yani sahip olunan fikir ve metodun kanunda suç konusu olan cebir ve şiddeti kabul ve talep etmesi. 3. Örgüt: suçu işleyen kişi ve kişilerin adli ve idari soruşturmalar sırasında elde edilen maddi delillerin olması. Yani maddi zarar verecek, öldürme ve yaralamaya sebep olacak suç aletinin olması.
Öyleyse ister silahlı ister silahsız terör örgütü olsun yöntem (modus operandi) ve amaç bakımından bu suçun işlenebilir olması için iki temel şart gerekmektedir.
1. Örgüte mensup kişi ya da kişilerin suç fiillerini işlerken cebir ve şiddet kullanarak baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden birini uygulaması gerekmektedir.
2. Örgüte mensup kişi ya da kişilerin Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal ve laik ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak saiklerinden biriyle suç işlemesi gerekmektedir.
Yukarıdaki eşyanın tabiatına göre kanun şartlarının cari olabilmesi, bu suçları işlemeyi sağlayacak araç ve gereçlere sahip olmayı gerekli kılar. Bu sebeple iki şartın varlık sahasına çıkabilmesi için suçun doğası gereği cebir ve şiddet olmak zorundadır.
Peki, 1952 yılında Kudüs’te kurucusu Takiyyuddîn en-Nebhânî tarafından temelleri atılan ve Ürdün’de siyasi bir parti olarak kurulduktan sonra siyasi hayatın içerisinde İslam Ümmetini arkasına alarak varlık gösteren Hizb-ut Tahrir’in üyeleri, işlemedikleri bir suçtan dolayı neden ceza almaktalar veyahut yaptığı fiilin kanunda açık olmamasından dolayı neden başka kanunların cezalarına çarptırılmaktalar?
Allah Teâlâ’nın el-Hak, el-Adl ve el-Muksıt isimleri İslam’ın hukuk sisteminin adalet temellerini oluşturur. Bu sebeple o adalet ile hükmedeni sever. Adâletin zıddı olan ise zulümdür. Cenâb-ı Hak, mazlumların haklarını zalimlerin yanında bırakmaz. Hakkı tecelli ettirir ve hakkı sahibine verir.