Türkiye’de İslam, şeriat ve hilafet kavramları ne zaman gündeme gelse onların imdat feryadı duyuluyor. Müslümanlar ne zaman İslami hayatın eskiden olduğu gibi bugün yeniden hayat bulmasını istese, İslam karşıtlarının kin ve nefretlerini kustuklarını görüyoruz. Türkiye’de ne zaman İslam’ın devlet modeli olan Hilafet talepleri yükselse, onlar Hilafete, İslam’a ve O'nun değerlerine olan düşmanlıklarını açıktan dile getiriyorlar. Bunun en canlı ve yeni örneği de dün gerçekleşti. TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” açıklaması sonrasında, Laikliğe Çağrı Birlikteliğinin öncülük ettiği bir grup, "Hilafet ve Şeriata Karşı Laikliği Kazanacağız" diyerek Meclisin önünde protesto gösterisi yaptılar.
İsmail Kahraman’ın “Laiklik” çıkışının siyasi arka planını değerlendirmeyeceğim. Zira bu çıkışın siyasi amacı bellidir. Bu açıklama sonrası CHP ve HDP tarafından gelen katı laiklik vurgulu savunma tepkisinin sebebi de bellidir. Burada muhalefet tarafının amacı, var olan taban ve zeminlerini korumaktır. Kahraman üzerinden iktidarın amacı ise konjektürel olarak nabız yoklama ve İslam karşıtlığı damarından beslenerek yeni anayasa ve başkanlık modeli siyasetini tartıştırmaktır.
Burada sadece şunu söylemekte fayda görüyorum: İsmail Kahraman bu açıklamayı İslam nazarıyla ve İslami bir bilinçle yapmadı. Aksine bu açıklama Türkiye’de standardı çok "düşük" olan laiklik kavramının yeni anayasadaki standardını yükseltme gayesi ile yapılmıştır. Ak Parti yöneticilerinden gelen “Bizim laiklikle bir sorunumuz yok” “Dinin anayasada uygulanması Ak Partinin siyasetinde yoktur." türünden açıklamalar bunu teyit ediyor. Hakeza hem Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Meclis başkanımız kendi kanaatlerini ortaya koymuştur." hem de Kahraman'ın da aynı şekilde “Şahsi düşüncelerimi ifade ettim.” demesi meseleyi vuzuha kavuşturdu.
Sonuçta anlaşıldı ki Kahraman, katı ve militan olmayan, daha özgürlükçü, daha demokrat bir laiklik tarifinin yeni anayasa da olmasını istemiş. Durum böyle olunca İslam karşıtları şöyle rahat bir oh çekti. İktidar çevresi ise kaymağını yiyemese de ciddiyetten uzak düzeysiz bu tartışmadan kısa günün karı deyip geri adım atarak çekilmiş oldu. “Laiklik olmalı mı olmamalı mı” tartışması yerine “Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede anayasada İslam ifadesi, İslami argümanlar olmalı mı olmamalı mı?” tartışması kaldı. Yine geriye “devlet laik olur, birey laik olmaz” söylemi üzerinden algı operasyonları ve mugalatalar kaldı.
Soruyorum devlet kimi temsil ediyor, meclis yasalaştırdığı kanunları kim için çıkarıyor, hükümet kadroları ve devlet kurumları bu kanunları hangi dünyada uygulamaya koyuyor? İnsanın, bireyin olmadığı bir dünya da mı? Bu nasıl bir aldatma ve yönlendirmedir? Yani size göre devlet laik olacak, kanunlar ve yasaların kaynağı insanın aciz aklı olacak, dinin hayata ve siyasete müdahalesi tamamen yasaklanacak ama birey laik olmayacak öyle mi? Yani siz, sadece namaz kılan, oruç tutan, bireysel ibadetlerini yerine getiren ama İslam’ın ticaret hukukunu istemeyen, İslam’ın sosyal ve ictimai hukukunu aramayan, veraset hukukuna uymayan, devlet ve cihat hukukunu hiç ağzına bile almayan dindar ama laik de olmayan bireyler istiyorsunuz öyle mi? Pes doğrusu, bu nasıl olacak biri bana anlatabilir mi? Böyle olunca devlet laik kalacak anayasaya İslam vurgusu, İslami argümanlar eklenecek. Halkı Hristiyan olan bazı ülkelerin anayasalarında bu tür dini vurgu ve argümanlar var, Türkiye’de de olsa ne olacak?
Eğer gerçekten bir anayasa tartışması yapmak istiyorsak bu tartışmanın zeminini biz Müslümanlar, İslami bir zemin olarak belirlemeliyiz. Yoksa bu tartışmanın zemini konjektürel siyasi çıkar hesapları üzerine kurulursa biz süreci etkileyen değil sürecin dolgu malzemesi yani argümanı oluruz. Eğer İslami bir anayasa yapmak istiyorsak bunu İslami temel ve kaynaklar üzerinden tartışalım, konuşalım hazırlanmış İslami anayasa taslaklarını inceleyelim.
Bu konuya muhatap olan tüm siyasi, sosyal ve medya çevrelerine özetle söyleyeceğim şudur: “Eğer İslam yandaşı olmak, İslam savunuculuğu yapmak istiyorsanız kapalı olmayın, mugalata yapmayın açık ve net olun. Laikler ve Kemalistler nasıl İslam karşıtlığı konusunda açık ve net ise sizde Laiklik karşıtlığı konusunda açık net olun.”
Anayasa meselesinde olduğu gibi son dönemde birçok siyasi konuda da İslam’ı temsil ettiğini iddia eden yöneticilerin, medyanın ve sivil toplumun bu netliği göstermediğine şahit oluyoruz.
Örneğin, son dönemde Türkiye'de üç önemli konu üzerinde devam eden tartışmalara şahit oluyoruz. Birincisi, sistem sorunu tartışması yani Parlamenter model yerine Başkanlık modeli tartışması... İkincisi, yukarıda da ifade ettiğimiz yeni anayasa sorunu yani yeni anayasa nasıl olacak tartışması... Üçüncüsü de bölgesel fiili bir sorun olan terör sorunu yani terör nasıl bitecek tartışması...
Bu üç meselede de İslam'ın görüşü ve bakışı çok net. Bu üç meselede de İslam'ın görüşünün ne olduğunu biz Hizb-ut Tahrir olarak son aylarda yaptığımız çalışmalarla ortaya koyduk. 2016 Mart ayının başında İstanbul ve Ankara'da yaptığımız Uluslararası Hilafet Sempozyumu ve Hilafet Konferansı ile Türkiye ve İslam dünyasının içinde bulunduğu sistem yönetimi sorununa İslami bir çözüm sunduk. İslam'ın 13 asır boyunca bilfiil uyguladığı devlet yönetim modeli olan Hilafeti tüm yönleri ile konuştuk, konuşturduk ve tartıştık. İslam coğrafyasında yaşanan sorunlarının çözümünün, çekilen cefa ve dertlerin ilacının Hilafet olduğu bu programlarda açıkça dile getirildi.
Bununla da yetinmedik, bunun nasıl bir Hilafet olacağını kapalı bırakmayarak vuzuha kavuşturduk. Bu modelin, Rasulullah'ın Peygamberlik metoduna uygun olan Raşidi Hilafet olacağını, olması gerektiğini Kur’an, Sünnet ve sahabelerin hayatından şeri delillerle ortaya koyduk. Yine kurulacak bu devletin anayasasının nasıl bir anayasa olacağını Hizb-ut Tahrir'in hazırlamış olduğu İslami Anayasa Tasarısı ile neşriyatlarımızda ortaya koyduk.
Bu programlardan sonra laik ve Kemalist zümre adeta kin ve nefret kusarcasına İslam ve değerlerine saldırmaya Hizb-ut Tahrir'i karalamaya başladılar. Yaptıkları haberlerde ve yazdıkları makalelerde bunu açıkça dile getirdiler. Bunu normal karşıladık. Zira hakkın sesinin yükselmesi karşısında batılın susması düşünülemezdi. Ancak salon ve statlarda binlerce Müslüman'ın Hilafet istediği, İslam ve Hilafetin gündem olduğu bir ortamda ve hangi cemaate mensup olursa olsun bu konferansları gören Müslümanların Hilafete özlemlerini dile getirdikleri böyle bir ortamda, Türkiye'de %50'yi temsil eden Müslüman kitlenin, medyanın, Sivil Toplumun ve akademik çevrenin susmasını, öyle ya da böyle konuşmayıp lal kesilmesini normal karşılamadık. Zira bu anormal bir durumdu.
Ciddiyetten uzak, ilmi ve fikri bir derinliği olmayan, sloganik, yüzeysel, afaki ve şovanist bir dil ile fırsat buldukça; İslam, Hilafet, ümmet, vahdet ve cihan edebiyatı yapanların, Hizb-ut Tahrir'in dile gündeme taşıdığı Hilafet projesi karşısında derin bir sessizliğe bürünmesi normal bir durum olamaz. Bu sessizlik İslami muhafazakâr kesimin entelektüel resmini ortaya koyuyor maalesef. Bu resim, Türkiye'deki Müslümanların özelliklede Müslüman gençliğin bugünü ve geleceğine dair çok acı bir görüntüyü bugünden bize gösteriyor.
Gelelim diğer mühim meseleye; her gün canımızı yakan, bizi bizden koparan, kardeşliğimizi fitne tohumları ile bozan, Müslümanlar arasında etnik düşmanlıklar oluşturan terör sorununa... Resmi siyaset diliyle değil ama halkın diliyle, terörün arkasında Batılı güçlerin olduğu siyasetçiler tarafından her fırsatta açıkça dile getiriliyor. Türkiye'ye karşı küresel haçlı birliğinin savaş kararı aldığı yazılıp çiziliyor. Türkiye'deki terör şebekelerinin arkasında bir üst aklın varlığı, bunun ise ABD ve Batılı güçler olduğu açıkça ifade ediliyor. Tüm bunlara rağmen ama 30 küsur yıldır da bu sorun çözüme kavuşturulamıyor.
Biz ise Hizb-ut Tahrir Türkiye olarak bu sorunun kaynağının ABD ve İngiltere başta olmak üzere tüm sömürgeci Batılı devletler olduğunu, bu devletlerin Türkiye'deki temsilcileri olan büyükelçiliklerin terör yuvası işlevini gördüğünü ve bu sebeple bu büyükelçiliklerin kapatılması, tüm yabancı personelin sınır dışı edilmesi gerektiğini söyledik. Türkiye yöneticilerine ve tüm kesimlere çağrı yaptık. "Sömürgeciler Gitsin Terör Bitsin" diye kampanya başlattık.
Aynı sessizlik burada da devam etti. Yine sadece laik ve Kemalist zümre konuştu ve alışılmış şekilde İslam ve Hizb-ut Tahrir'e saldırdı. Türkiye devletinin düz ya da paralel kurumları eliyle marjinalleştirmeye çalıştığı, Yargıtay kararıyla terörize ettiği, hukuk dışı yollarla haksız yere üyelerini cezalandırdığı Hizb-ut Tahrir, terör sorununa köklü çözüm sununca biraz önce bahsini ettiğim o en bıçkın anti Amerikancılar, o en katı anti sömürgeciler sessizliğe büründü. Öyle ya da böyle, eleştirel ya da onaylayıcı bir söz dahi çıkmadı ağızlarından.
Soruyorum! Ne zaman sorunlarımıza çözüm olacak gerçekleri ve doğruları doğru ve gerçek zemin üzerinde konuşacaksınız? Ne zaman oturup karşılıklı konuşacağız. Zamanı gelmedi mi?