Kürdistan Referandumuna İslâmi Bakış
18 Eylül 2017

Kürdistan Referandumuna İslâmi Bakış

Bilindiği üzere ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, 2003 yılında Irak için hazırladığı ve Bremer anayasası olarak bilinen sistem ile Irak’ı, merkezi hükümete pamuk ipliği ile bağlı federal bölgelere ayırmıştı. Böylece Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi özerk bir yapı ile varlığını sürdürdü. Özerk Kürdistan yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin bağımsızlık için 25 Eylül 2017 tarihinde referandum kararını alması akabinde bölge oldukça hareketlendi. Belirlenen tarih yaklaştıkça hem ziyaretler hem de söylemler yoğunlaştı. Özellikle referandum karşıtı ülkelerin söylemleri giderek sertleşmektedir.

Yaşanan siyasi gelişmelere bakıldığında mesele, Orta Doğu’ya tamamen egemen olmak isteyen ABD ile bölgede belli yerlerde halen etkisi olan İngiltere arasında süregelen çekişmenin bir devamı olduğu görülmektedir. Gerek sömürgeci güçler olan ABD ve İngiltere ve gerekse bu ülkelere piyonluk eden bölge devletleri söz konusu bu gelişmeye binaen bölgede yoğun temaslarda bulundular.

Bu meselenin tarihi arka planı ve siyasi boyutunun analizi ile ilgili sitemizde uzunca bir “yazı” bulunmaktadır. Bu referandum gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, Irak Bölgesel Kürdistan’ı self determinasyon gereği bağımsız bir devlet olsun ya da olmasın, her halükarda bölgede yeni gelişmelere sebep olacağı bir gerçektir. Meselenin tarafları arasında cereyan eden ilişkiler ve kamuoyuna yansımaları üzerinde söylenecek çok şey var elbette. Ayrıca Barzani ile diğer Kürt gruplar arasındaki sorunlar veya olası bağımsız Kürt devletinin İran, Türkiye ve Suriye’de bulunan Kürtleri nasıl etkileyeceği meseleleri de bir başka yazının konusu olarak değerlendirilebilir. Ancak bu yazıda, referandum ile istenilen bağımsız Kürdistan düşüncesini başka bir açıdan değerlendirmek niyetindeyim.

Bir Müslüman olarak şu soruya cevap bulmak istiyorum: Bir Müslüman, anayasası ve diğer bütün kanunları İslâm’a dayanmayan bir devleti veya bir ulus devletini meşru görüp kabul edebilir mi? Böylesi bir devleti savunabilir mi?

İslâm’a inanmayan veya İslâm’ı hayatının ölçüsü olarak kabul etmeyen bir insan, hayata dair ya kendisi ölçüler koyar ya da kendisi gibi diğer insanların ölçülerini kabul eder. Bu açıdan bakıldığında ulus devlet anlayışının veya self determinasyon gereği milletlerin kendi geleceklerini tayin etme hakkı çerçevesinde değerlendirildiğinde, her milletin devlet olma hakkı vardır. Hatta aynı ırkın birden fazla devleti de olabilmektedir. Arapların, Türklerin, İngilizlerin veya Rusların nasıl ki devletleri varsa pekâlâ Kürtlerin de devleti olabilir ve olmalıdır. Bu noktada bir hususu kendisi için hak başkası için yasak görmek başka bir zulümdür.

Ancak cevabını aradığım soruda “bir Müslüman” için ifadesini kulandım. Çünkü Müslüman, hayatının her alanında İslâm’ın ölçülerine göre hareket etmek zorundadır. Bu zorunluluk iman etmenin gereğidir ki İslâm, zaten hayatın her alanına dair hüküm ve nizam getirmiştir.

İslâm, insanlar için sınırları belli bir yaşam tarzı sunmaktadır. İslâm’ın, kendisine has bir toplum ve devlet tasavvuru ve modeli vardır. Dolayısı ile İslâm’ın kendisi ile hükmetmeyen bir devlet, İslâm ve Müslüman için meşru değildir. Ayrıca İslâm, kâfir Batı’nın bir düşüncesi olan ulus devlet anlayışını kabul etmez. Nizamları beşere dayanan hiçbir devlet veya belli bir bölge ve ırk ile sınırlandırılan hiçbir devlet, adı ne olursa olsun İslâm’a göre meşru değildir ve bir Müslüman böylesi bir devleti savunamaz.

Bu satırlardan sonra bağımsız bir Kürt devletini isteyen kişilerin şiddetli itirazlarda bulunacağını biliyorum. Çünkü daha önce, bir Kürt devleti olsun da nasıl oluyorsa olsun, yani ne ile yönetiliyorsa yönetilsin ya da hangi devletin piyonu olacaksa olsun söylemini defalarca duydum. Bu söylem ve özlem içinde bulunan kişiler ile aynı ölçülerle -ki bunlar İslâm’ın ölçüleridir- hayata bakmadığımız sürece aynı şeylere “doğru” ya da “yanlış” diyemeyiz. Bir de Kürt milliyetçileri arasında İslâm’a düşman bir grup daha vardır ki bunlar, kapitalist Batı devletlerinin güdümündeki ulus devletlerin (Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi) ırkçı politikaları gereği yaptıkları her türlü zulmü İslâm’a mal ederler. Dolayısı ile İslâm, “ulus devletini meşru görmez” iddiamızı kendi üzerine alır ve İslâm’a saldırmak için bir mazeret olarak görürler. Oysa İslâm’ın bu hükmü genel ve evrenseldir. Yani İslâm’a göre, İslâm ile yönetmeyen ve bir ulus devleti olarak Kürt devletini meşru görmediği gibi, Fars, Arap devletlerini veya Türki devletleri de meşru görmez. Dolayısı ile bugün İslâm beldelerinde bulunan devletlerin hiç biri İslâm devleti değildir. Dolayısı ile hiçbiri İslâm’a göre meşru değildir. Hepsi de İslâm’a göre küfür devletleri olup sömürgeci kâfir devletlerin piyonları ve işbirlikçileridir. İslâm’ı ve Müslümanları korumaktan ziyade İslâm ile mücadele eden ve Müslümanlara zulmeden devletlerdir. Dolayısı ile şu anda istenilen şey, böylesi devletlere bir tanesinin daha eklenmesidir.

Yaşadığımız bu zaman diliminde hayata egemen olan sistem kâfir Batı’nın yaşam tarzı olan Kapitalist ideolojisi ve onun fikirleridir. İnsanları, sahip oldukları farklılıkları ile ayrıştırmakta ve kutuplaştırmaktadır. Ayrıştırmanın ilk basamağı, ulus devlet anlayışıdır. Buna göre bütün ırkların/kavimlerin kendilerine has devletleri olmalıdır. Böylece halkları, bir arada yaşamaktan milliyetçilik anlayışı ile engellemektedirler. Öyle ki gayri insani olan milliyetçilik duyguları ile insanları birbirine kırdırmaktadırlar. Bu anlayışa “gayri insani” diyorum, çünkü insanın seçme hakkına sahip olmadığı milliyeti, ten rengi ve dili gibi unsurları yerme ve övme konusu haline getirmek, bu uğurda ölmek ve öldürmenin aklî ya da insani bir yönü olamaz. Bu anlayışın İslâm Ümmeti’ne verdiği zarar gerçekten öldürücü bir darbe mahiyetinde olmuştur. Buna ilaveten aynı milliyetten olmalarına rağmen mezhepçilik, vatancılık ve aşiretçilik gibi daha alt farklılıklar da devreye sokularak ayrışma derinleştirilmiştir. Tek bir ulus olan Arapların birçok devlete bölünmesi ve aynı devletin mezhep unsurları ile tekrar bölünmesi buna bariz bir örnektir.

Kapitalizmin yaşatıldığı toplumlarda, tek tek fertlere inilinceye kadar bütün farklılıklar kutuplaştırma ve ayrıştırma vesilesi kılınmaktadır. Örneğin geçen günlerde eski HDP milletvekili Aysel Tuğluk’un ölen annesinin cenazesinin defni sırasında meydana gelen saldırılar toplumun kutuplaşma sonucu geldiği noktayı gözler önüne sermektedir. Bu olay akabinde Osman Baydemir’in “mezarlarımız aynı olmayacaksa sokaklarımız ve mahallelerimiz nasıl aynı kalabilir” söylemi, aksülamel anlamında yerinde tespitler olurken kutuplaşmayı başka bir boyuta çekmektedir.

İşte bu gayri insani ideoloji, insanları ten renklerinden yaşadıkları bölgeye kadar, maddi durumlarından mesleki durumlarına kadar, mezheplerinden tuttukları takımlara kadar var olan bütün farklılıkları, insanların ayrışmasına, birbirini ötekileştirmesine ve böylece bir diğerine cephe almasına ve zulmetmesine sebep olmuştur. Dünyada yaşanan savaşların, gerçekleştirilen katliamların ve yerel anlamda meydana gelen çoğu zulümlerin temelinde bu acımasız ve ölçüsüz ayrışma vardır.

Eğer sosyal medyayı kullanıyorsanız, kutuplaşmanın vardığı noktayı çok iyi görebilirsiniz. Mevcut sistem, insanları kutuplaştırmakla yetinmeyip ahlaki anlamda tamamen çökertmiştir. Öyle ki bir zamanlar tuvalet kapılarının arkasında yazılan yazıların milyon katı kadar hayâsızca yazı sanal ekranlara yazılmaktadır. Yazılan ahlaksız sözlerin dışında insanların ne kadar kin ve nefretle dolduğunu da bu vesile ile görmekteyiz.

Yaşadığımız ülkede, doğal farklılıkların ayrılık ve düşmanlık unsuru haline getirilip böylece yüz binlerce insanın öldürülmesine ve zulüm görmesine tanıklık etmedik mi? En başta, Kürt milliyetini tanımazlıktan gelip Türk milliyetçiliğini önceleyen ve dayatan devletin başlattığı fitne savaşında ne kadar çok insanımızı kaybettik? Oluşturulan sağ-sol çatışmaları, Alevî-Sünni çatışmaları ne kadar çok insanın canına mal oldu? İki farklı takımın taraftarları arasında meydana gelen kavgalarda bile birçok ölümler vuku bulmadı mı?

Peki, bu durumdan kurtulmanın yolu veya bunun çözümü nedir? Şüphesiz ki bunun çözümü, insanlığa gelen son çare olan İslâm’ın belirlediği yoldur. Allah Subhanehû ve Teâlâ, insanları farklı özelliklerle yarattığını, farklı kavimlere ayırdığını buyurmaktadır. Ancak, bu farklılığın bir ayrışma için değil, aksine tanışma ve birlikte yaşam için olduğunu, renklerimizin ve dillerimizin farklı yaratılmasının kendisinin birer ayeti olduğunu ifade etmektedir. Yine insanların bir kısmına az, bir kısmına çok rızık verdiğini, bunun bir kavga vesilesi olmasını değil, zenginin fakiri kollaması ile bir muhabbetin olmasını emretmektedir. Kadın ve erkeği farklı özelliklerde yaratıp birbirini tamamlamalarını, yetim, zayıf ve yolda kalmışların gözetilmesini istemektedir. Kısacası İslâm, insanların sahip olduğu doğal, yani kendi tercihleri sonucu olmayan herhangi bir farklılığın bir övme veya yerme konusu haline getirilmesini kesinlikle yasaklamaktadır. Bu farklılıklar etrafında oluşacak bir ayrışma veya kutuplaşmaya asla izin vermemektedir.

İslâm’a göre insanlar ancak iki ümmettir. Birincisi: İslâm’a inananlar, ikincisi: İslâm’a inanmayanlar. İslâm’a inananlar, tek bir ümmettir. İslâm’a inanmayanlar -kendi içlerinde farklı olsalar da İslâm’a göre onlar- da tek bir ümmettir. Bu da sünnettullah kapsamında ve ölçüleri olan bir ayrışmadır ki bu ayrışma zulmetmeye götürmez. Çünkü Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara 256)

Dikkat edilirse bu ayrışma, ancak tercihle meydana gelen bir ayrışmadır. İnsanlar ya akledip tercihini haktan ve adaletten yana kullanır ya da inkâr ve zulûmattan yana kullanır. Burada farklılık değil, zıtlık bulunmaktadır. Çünkü kabul ve ret, varlık ve yokluk, aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük, adalet ve zulüm bir hususun farklı boyutları değil, iki farklı uçta bulunan birbirine zıt unsurlardır. Bunların aynı olmadığını Allahu Teâlâ birçok yerde ifade etmektedir. Dolayısı ile bunlar arasında bir birliktelikten veya bunların birbirini tamamlamasından bahsedilemez. Sonuç olarak bu hususlar, tercih sonucu oluşan ve bir arada bulunması mümkün olmayan hususlardır. Yani böylesi bir kutuplaşma hem doğal hem de kaçınılmazdır.

Bununla birlikte ve daha da önemlisi İslâm, olumsuz diğer kutbu tercih edenlere karşı son derece nazik ve adil davranmasını emretmektedir. Bu duruma birkaç ayet ile örnekler verilebilir. Örneğin:

Allah’u Teâlâ İslâm Ümmeti için, كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ “Sizler insanlık için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredip kötülükten nehyeder ve Allah’a iman edersiniz.” (Ali İmran 110) buyurmaktadır.

Müslümanların küfür ümmetine davranışını da şu ayet açıklamaktadır:

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ

“Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever.” (Mümtehine 8)

Başka bir ayette ise وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْنَا وَأُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ “İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir (aynı ilahtır). Biz sadece O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut 46) buyurmaktadır.

Ve son olarak, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide 8) diyerek Müslümanların nasıl üstün bir ahlaka sahip olmaları gerektiğini belirtmiştir.

Sadece bu dört ayette bile İslâm, hakka rağmen bâtılı, aydınlığa rağmen karanlığı seçen zümrelere karşı nasıl davranılması gerektiğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde bu konu ele alındığında, İslâm Devleti’nin tebaasında bulunan gayrimüslimlere nasıl muamele yapılması gerektiği araştırıldığında İslâm’ın adaleti daha net görülecektir.

Yine bizler İslâm Risaleti’nin, geldiği dönemde birbirinden farklı toplumları nasıl bir araya getirip tek bir ümmet haline dönüştürdüğünü biliyoruz. Yüzyıllarca birbiri ile savaşmış Evs ve Hazrec gibi kabileleri nasıl kardeş kıldığını biliyoruz. Çünkü İslâm, insanların sahip olduğu hiçbir doğal farklılığı bir ayrışma unsuru olarak görmez. İslâm, inkârcılara karşı bile hikmet ile yaklaşmayı, onları dinlerinde fitneye düşürülmemelerini emreder. Müslümanlara, İslâmî kaynaklara dayalı ve usulünce olduğu sürece geniş bir içtihat alanı oluşturmuş ve bütün bunların makbul olduğunu bizlere göstermiştir.

Ancak Müslümanlar, ne zaman ki bu bakış açısından uzaklaştı ve fikren gerilemeye başladı ise kapıldıkları taassuplar yüzünden kendi aralarında da kutuplaştı ve bu yüzden birçok acılar yaşandı. İslâm’ın temel kaynakları fikir ve amellerin yegâne ölçüsü olmaktan çıkıp bunların yerine başka unsurlar geçirildiği sürece ümmet bilincine ulaşılamayacaktır. İslâm’ın, çerçevesini net bir şekilde çizdiği “ümmet” profiline ulaşamadığımız sürece, İslâm Ümmeti olarak parçalanmışlığımız ve bunun doğal sonucu olarak yaşadığımız her coğrafyada her türlü zulme maruz kalmamız devam edecektir.

Sonuç olarak, egemen kapitalist devletlerin fikir ve projeleri neticesinde Müslümanlar onlarca devlete sahip oldular. Ancak hiçbiri emperyalist devletlerden bağımsız olamadı. Hiçbiri halkını mutlu edemedi. Aksine sadece efendileri olan devletleri mutlu etme derdinde oldular. İslâm ise Müslümanların tek bir çatı altında, birlikte ve İslâm Nizamı ile yönetilmelerini emreder. Bu da, İslâmi Hilafet Devleti’dir. Müslümanların da bundan başka bir çözümü ve isteği doğru değildir.