İYİ Parti Grup Başkanvekili ve Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan, Meral Akşener’in Bingöl ziyareti sırasında şehit ağabeyi Tahir Gümren’e sinkaflı küfretti.
Sosyal medya hesabından bir açıklama yapan Türkkan “Provokasyon için gönderdiğiniz adamların oyunu bir türlü bitmedi. Bu kez de Akşener’e sosyal medyada küfrettiği için ceza alan bir provokatöre bırakın herhangi bir kötü ifadeyi, aksine kendisine sarılarak birlikte yürüdüğüm halde bu kez ‘ağır küfretti’ diye yayınlamışsınız” diyerek küfretmediğini iddia ederek göz göre göre yalan söyledi.
Olayın videosu yayınlanıp sosyal medyaya düşünce farklı kesimlerden tepkiler yükseldi. Bunun üzerine Türkkan “mecburiyetten” bir video çekip özür diledi. Lütfü Türkkan videoda da kibirli, jakoben tavrını sürdürüp küfrettiği vatandaştan bir özür dahi dilemedi.
Sonrasında Lütfü Türkkan, İYİ Parti Grup Başkanvekilliği görevinden Genel Başkan Meral Akşener’in talebiyle “istifa etti”. İYİ Parti TBMM Grubu, Akşener’in talimatıyla olağanüstü toplanarak Samsun Milletvekili Erhan Usta’yı yeni grup başkanvekili seçti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla ilgili “…partisinin başındaki hanımefendinin de yapması gereken bir şey vardır. Sadece görevden almak değil onun milletvekilliğine de son vermektir. Eğer bunu yapamıyorsa, bu demektir ki o da ona iştirak ediyor.” ifadelerini kullandı.
Lütfü Türkkan, daha önceleri de çakarlı arabasını çocuğunun kullanması, çiftliğindeki 15 kaçak yapının yıkımını takip eden gazeteciyi darp ettirmesi, Ziraat Bankası aracılığıyla kullandığı 36 milyon dolar krediyi batırması sebebiyle de gündem olmuştu.
Bunlar şaşılacak şeyler ama maalesef artık şaşıramıyoruz. Şaşırmıyoruz çünkü bu ahlak dışı söylem ve hareketler ancak Türkkan gibi demokrasi havarilerine yakışır. Biz, vatandaşına söven siyasetçiyi ilk kez duymadık. Sandık zamanı kapısına gidip oy dilendikleri halkı, seçim sonrası ayaktakımı olarak gören bu necis siyaseti demokratik platformdaki tüm partiler yüzleri kızarmadan yapıyor.
Bu adamlar kendi iddialarına dahi sadık değiller. İddiaları; halkın vekili olmak, milletin vekili olmak ama onlar halktan fersah fersah uzaklar. Onlar bir vadide, halk başka bir vadide; aralarında uçurumlar var. Bu, tüm partiler için böyle. Çünkü tesis edildikleri tüzükleri laik, demokratik sistemdir. Üzerine inşa edilen yapının ne kadar sağlıklı olmasını bekleyebiliriz?
Buradan, Türkiye’deki demokratik platformdaki tüm siyasi partilere soruyoruz:
Eğer burada terör örgütüne yakınlık konuşuluyorsa, diyalog konuşuluyorsa, müzakere konuşuluyorsa “ben temizim” diyebilecek bir tane parti var mı? Vatandaş sadece İYİ Parti’nin HDP ile yakınlaşmasından bahsetmiş, isterseniz örgüt liderinin mektubunun İstanbul seçiminde okunmasından, örgüt liderinin kırmızı bülten ile aranan kardeşinin devlet televizyonuna çıkartılmasından da bahsedilebilir.
Türk siyaset tarihinde siyasilerin birbirlerine ağza alınmayacak ne kötü sözler söylediğini maalesef duyduk, biliyoruz. Bu kötü söz ve davranışlar vatandaşa karşı olunca daha da bir kötü gözüküyor. Mesela, “anamızı ağlattın” diyen bir çiftçiye “ananı da al git” demek gerçekten hiç hoş değil. Halka liderlik etmek iddiasında olan kişilerin argo konuşmaları, meclisteki kavgaları, yaptıkları açıklamalarda birbirlerine ağır hakaretlerde bulunmaları kabul edilebilecek şeyler değil. Bu hem toplumun ahlakını bozuyor hem de halkı kutuplaştırıyor.
Fikir seviyesi düşen bazı kesimler küfürden, argo konuşmalardan hoşlanıyor olabilir. Bazı filmlerin seri olarak çekilmesinin sebebi, bu tarz insanların o gibi filmlerde kendilerini görüyor, kendilerini buluyor olması olabilir. Benzer şekilde, Türk siyasetinde argo konuşan siyasilerin halktan biri gibi görülmesi de benzer düşünce yapısından kaynaklanabilir. Ancak bu durum, fikir sahibi insanların kabul edeceği bir durum asla değildir.
“Popülizm” kavramı üzerinde -sağ-sol ayrımı gözetmeksizin kullanması sorunlu olsa da- birçok açıdan faydalanılabilecek bir inceleme yapmış olan Jan-Werner Müller günümüzde popülist liderlerin şöyle bir mantık yürüttüğünü yazıyor:
“Eğitimli, küresel bağlantıları olan, sanat ve yazın dünyasında entelektüel hâkimiyete sahip olarak gösterilen ‘elitler’ halkın değerlerine yabancılaşmışlardır. Bu elitler arasında olmayan lider, sessiz çoğunluğun sesi olacak, ‘gerçek halkı’ temsil edecektir. Gerçek halk sayısal bir olgu değildir, liderin seçimlerde yüzde 40 veya 50 oy alması seçmenin tamamını temsil etmediği anlamına gelmez. Gerçek halk ahlaki üstünlüğe sahip bir bütünlüktür. Sayısal oran ne olursa olsun, gerçek halk bu ahlaki üstünlüğü bünyesinde barındıran liderin seçmeninden ibarettir. Nüfusun geri kalanı ise ‘halk’ payesine yükselememiş ve dolayısıyla temsil edilmeye layık olmayan kesimdir.
Kutuplaştırıcı siyaset yapanlar açısından bakıldığında bunun epey bir avantajı olduğunu söylemek mümkün. ‘Halk’ ile doğrudan iletişim içinde olduğunu iddia eden liderin meşruluğu kendinden menkul hale geliyor. Amaç, izlenilecek olan politikaların kamusal alanda sorgulanmasına mâni olmak, ahlaki üstünlüğü kimseye kaptırmamak. İktidarı elinde tutanlar, demagojik üslup, açıklamanın yerini teşbih ve etkileyici söz söyleme sanatının alması, diyaloğa değil ağız dalaşına davet eden hakaretengiz ifadeler, olguları hiçe sayan ve komplo teorilerini öne çıkaran iddialar, dünyayı siyah-beyaz kamplara ayıran bir vizyon sayesinde kendi çelişkilerinin, tutarsızlıklarının üzerini örtüyorlar. Bunları da genelde kaba bir üslup kullanarak yapıyorlar.” Maalesef, Türkiye siyaseti bu minval üzerinde seyrediyor.
İnsanlar, aslında yöneticilerinden çok bir şey beklemiyorlar. Onların da kendileri gibi olmasını bekliyorlar. Mesela; kendilerinin yediğinden yemesini, kendisi gibi oturup kendisi gibi kalkmasını, kendisi gibi konuşmasını, dertlendiğiyle dertlenmesini, sevindiğine sevinmesini… Ancak dediğimiz gibi maalesef yöneticiler ile halk arasında dağlar kadar fark var. Onların yediğini halktan çoğu kişi yiyemiyor, onların oturduğu koltuklarda halk oturamıyor, halkın geçim sıkıntısı varken yöneticiler, siyasetçiler lüks harcamalarda bulunuyor. Hâl böyle iken, vatandaşı hakir görmek daha da kötü bir haslet oluyor. Yöneticilere her koşulda destek olan halk, seçim zamanı değerli, normal zamanda değersiz oluyor. Demokrasilerde bunun hep böyle olduğunu görüyoruz.
Halk ile yöneticinin arasında sınıf ayrımı olmayan yönetim şekli İslâm’ın yönetim şekli olan Hilâfet Devleti’nde mümkündür. Halife de Müslümanlar arasından bir kişidir; halkın sorumluluğunu omuzlarına almış bir devlet memurudur ve maaşı da geçimini sağlayacak cüz’i bir ücrettir.
Demokrasilerde, “halkın kendi kendini yönetmesi” aldatmacasını, siyasetçilerin kirli yüzünü bu menfur olay ile bir kez daha görmüş olduk.
Ey Müslümanlar!
Demokraside siyasetçiler, yöneticiler size değer vermiyor. Onlar ancak kendi çıkarlarını gözetiyorlar. Hak ettiğiniz değeri ancak İslâm Hilâfet Devleti’nde bulacaksınız. Öyle ise Müslümanlar olarak Hilâfet’i isteyin!