İslam fıkhında meşhur bir kaide vardır: Sebep ile tezahür çakıştığında, tezahür terk edilir; sebebe yönelinilir. Yani sonuçlar üzerinden değil sebepler üzerinden bir değerlendirme yapılır. Ben de buradan hareketle son günlerin güncel konusu olan Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir değerlendirme yapmak istedim.
Türkiye’de son zamanlarda iktidar, “terörsüz Türkiye” sloganı ile yeniden “Kürt meselesi”ni sonlandırma adımlarını hızlandırdı. Bu çerçevede bir takım adımlar atılmaya başlandı. Abdullah Öcalan üzerinden yeni bir siyasi süreç başlattı. Tabi ki bu süreç, spontane değil bilakis iktidarın, belli bir takvime ve programa göre yürüttüğü bir süreçtir. Daha yalın bir ifadeyle süreç; Amerika’nın yeni Ortadoğu ve Güney Asya Pasifik siyaseti ile alakalı, siyasi bir süreçtir. Yani bizzat Amerika’nın inisiyatifinde devam eden bir süreçtir.
Bu makalemde, iktidarın başlattığı bu siyasi süreci, siyasi zaviyeden değil de farklı bir pencereden değerlendirmek istiyorum.
Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “terörsüz Türkiye” söyleminin hiçbir karşılığı yoktur. Onlarca yıldır terörü bitirme sözü, birçok iktidar tarafından verilmiş ve bu baş ağrıtıcı sorunun çözümü için birçok yollar denenmiştir. İktidarlar, kimi zaman demokratik, kimi zaman da askerî yöntemler kullanmalarına rağmen bu uğurda maalesef ciddi bir başarı elde edememişlerdir. -Her ne kadar bazen yavaşlamış bazen durma noktasına gelmiş olsa da- terörizme köklü bir çözüm bulunamamıştır.
Peki, bugün Türkiye’de 67 iktidar gelip geçmesine, parlamenter sistem ve başkanlık sisteminin ayrı ayrı denenmesine, iktidarlar ellerinin altındaki birçok devlet imkânını kullanmalarına rağmen kangren hale gelmiş bu sorun hâlâ niçin çözülememiştir?
Elbette ki bu durumun başlıca birkaç ana faktörü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Tüm sorun ve krizleri üreten laik demokratik kapitalist sistemin halen uygulanıyor olması. Yani sorunun çözümü, sebepler üzerinden değil sonuçlar üzerinden gidilerek çözüme kavuşturulmak istenmiştir. Sebebe değil, tezahüre yönelinmiştir. Fakat bu sahih olmayan yöntem, bırakın sorunları çözmeyi, bilakis var olan sorunları daha da derinleştirmiş, daha da karmaşık hale getirmiştir.
2- Terörizmi finanse eden başta sömürgeci kâfir Amerika olmak üzere tüm Batılı devletlerle dostluk, ikili siyasi ve stratejik anlaşmaların halen devam ediyor olması.
3- Sömürgeci kâfir devletlerin terör yuvası olan elçiliklerinin ve yabancı istihbarat servislerinin ülkede cirit atıyor olması.
4- Ülkede yabancı devletlerin askerî üslerinin açık olması.
5- İslâm beldelerinin başındaki yöneticilerin, sömürgeciler için kullanışlı bir piyon haline gelmesi ve iradelerini Batılı devletlere ipotek etmeleri.
İşte bu ve buna benzer tüm sebeplerden dolayı Türkiye’de veya diğer İslami beldelerde terörizmi bitirmek ve ülkeleri istikrarlı bir hale getirmek imkânsızdır.
Öyleyse geriye cevaplandırılması gereken tek bir soru kalıyor: Terörizmi bitirmek için ne tür adımlar atılmalı ve hangi önlemler alınmalıdır? 1- Başta, tüm krizlerin kaynağı olan ve ülkenin istikrarsızlığına sebep veren sömürgeci kâfirlerin sistemi olan laik kapitalist rejimin tarihin çöplüğüne gönderilmesi gerekir. Bu ifsat edici nizam, sömürgeci kâfirlere ülkeleri sömürme, işgal etme ve siyasi ile iktisadi krizler çıkarma fırsatı sunmaktadır. Aynı zamanda, bu sistem milliyetçilik, devletçilik, kavmiyetçilik ve ulus devlet gibi zehirli fikirleri ön plana çıkararak ümmetin yeniden bir araya gelmesini engellemektedir. Dolayısıyla, bir an önce Batı menşeli bu tehlikeli ve zehirli fikirlerden kurtulup ümmetçilik anlayışının ümmete yeniden kazandırılması gerekmektedir.
2- Terörü besleyen ve ona kaynaklık eden askeri üslerin, elçiliklerin ve yabancı istihbarat birimlerinin şubelerinin kapılarına derhal kilit vurulması gerekmektedir.
3- Ayrıca, sömürgeci devletlerle yapılan anlaşmaların yırtılıp atılması zaruridir. Çünkü terör örgütü PYD/YPG’yi yıllarca destekleyen ve ona tonlarca askerî mühimmat sağlayan Amerika ile dostluk ilişkilerinin hâlâ devam etmesi büyük bir çelişkidir. Aynı şekilde, yıllardır Kandil’deki PKK’yı destekleyen, gözeten ve kollayan İngiltere ile ticari anlaşmaların sürdürülmesi kabul edilemez bir durumdur.
4- Tabii ki en önemli ve köklü çözüm, bu ve benzeri sorunları doğru ve etkili bir şekilde tedavi edebilecek Hilâfet Devleti’nin bir an önce kurulmasıdır. Bunun için ümmet içerisinde güçlü bir kamuoyu oluşturulması gerekmektedir. Bu meselenin çözümü, kâfirlerin dayattığı yol haritalarına göre değil, İslâm’ın ortaya koyduğu İslâmî esaslara göre gerçekleştirilmelidir.
İslâm ümmetinin son yüzyılında, ümmetin lügatinden krizler ve terörizm lafızları eksik olmadı. Ancak bir asır önce, Hilâfetimiz varken, Arap’ıyla Acem’iyle, Türk’üyle Kürt’üyle, Boşnak’ı ve Çerkez’iyle hep kardeşlik içinde, emin, adil ve mutlu bir hayat sürdük. Ümmetin içerisine nifak tohumları sokmaya kimse cesaret edemedi. Fakat siyasi ve kültürel saldırılar karşısında ümmeti koruyan çelik kubbemiz, yani Hilâfetimiz, yıkıldığında; kardeşlerin arasına suni sınırlar çizildi ve sömürgeci devletler bölgedeki aparatları eliyle milliyetçilik, devletçilik, kavmiyetçilik ve ulus devlet gibi zehirli, gayri İslâmî fikirleri bu topraklara sokmayı ve pazarlamayı başardılar. İşte böylece ümmeti parçalamayı ve bölmeyi başardılar.
Evet, İslâmî Hilâfetimiz varken Kürtler ve diğer gruplar ümmetin asli bir parçasıydı. Bugün “Kürt meselesi var” diyenler, “Kürtlere hakları verilmiyor” diyenler ya da “terörizm var” diyenler, dönüp İslâm’ın şanlı tarihine bir baksınlar! Özellikle Kürt Müslümanlar, Osmanlı Hilâfeti döneminde devlete hiçbir zaman isyan etmediler. Bu devlete itaati elden bırakmadılar. Devletten ayrılmayı ya da ayrı bir devlet kurmayı akıllarından bile geçirmediler.
Aslında "Kürt sorunu" olarak bilinen mesele, Cumhuriyet dönemiyle birlikte çıktı ve çıkarıldı. Cumhuriyetin acı bir mirası olarak günümüze kadar devam etti. Osmanlı Hilâfet Devleti’nde bu türden bir sorun ya da kavram bulunmuyordu. Sömürgeci Batı ve onların aparatları bu sorunu, kendi çıkar ve maslahatlarını gerçekleştirmek, işgallerini sürdürmek, hâkimiyetlerini güçlendirmek ve en önemlisi ümmetin yeniden bir araya gelip Hilâfet’i kurmasını engellemek için bir siyasi şantaj aracı olarak kullanmışlardır. Çünkü bu kâfir devletler, her zaman ümmet için birer çıbanbaşı olmuştur.
Dolayısıyla mesele bir "Kürt sorunu" değildir. Asıl mesele, sömürgeci kapitalist devletlerin ümmetin beldelerini işgal ederek zenginliklerini yağmalaması, hâkimiyet alanlarını pervasızca genişletmesi ve tüm siyasi meselelerin çözümünü yine bu sömürgeci kâfirlere teslim eden, ümmetin başındaki beceriksiz ve işbirlikçi liderlerin varlığıdır. Fakat en büyük ve en köklü sorun, ümmeti bir arada tutan, adaleti sağlayan ve İslâm’ın hâkimiyetini tesis eden Hilâfet’in yokluğudur!