Kriz deyince hepimizin aklına hemen ekonomi gelir öyle değil mi. Çünkü biz kriz kavramını ekonomiden başka konularda çok kullanmayız. Veya kullansak dahi sosyal ve siyasi krizlerin yansımaları bize fazla hissettirilmediği için krizin somut yansımalarını algılayamayız. Ancak ekonomik kriz olunca fatura bize kesilir. Vergiler zamlar derken bizatihi krizi cebimizde hissederiz. Sosyal ve siyasi krizler ise toplumun siyasi basiretsizliğinden dolayı çok önemsenmez. Hatta toplumun bu basiretsizliği siyasetçileri bu krizleri birbirleri arasında çekişme ve tartışma aracı haline getirerek pişkinlik yapacak kadar cesaretlendirmiştir.
Krizler Ülkesi deyince hangi ülkeden bahsettiğimi fark etmişsinizdir sanırım. Türkiye’den bahsediyorum. Herkesin istikrarda olduğunu söylediği ülke olan Türkiye’den. İstikrarı sadece iktisadi bir kavram olarak istatistikî iki üç rakam ile kullandığınızda Türkiye’de istikrar varmış gibi gözükür. Laikin istikrar sadece iktisadi sorunların çözümü ile sağlanamaz. İstikrar bir bütünde iktisadi, sosyal, siyasi ve kültürel bütünlüğün sağlanması ile gerçekleşir. Bu sağlanamayıp sadece ekonomideki gelişmişlik göstergesini (rakamlar) istikrar olarak sorunları sunmak kapatma ve siyasi yanıltmacadır. Kaldı ki Türkiye’de ekonomik istikrar da sağlanmış değil ki zaten. Sadece ülke içinde bazı sektörlerin canlandırılması ile birinin cebinden çıkıp diğerinin cebine giren sıcak bir para var. Bu paranın ise tek başına ekonomik istikrarı sağlayamayacağı bir gerçek. Bir tarafta İhracat ithalat dengesindeki açık (cari açık) gittikçe büyür. Diğer tarafta ise gereklilik fizibilitesi yapılmamış büyük devasa yatırımlara imza atılır. Sonra bütçe açığı gündeme gelir, vergiler, zamlar ile bu açık kapatılmaya çalışılır. Türkiye’nin ekonomi programları kurulduğu günden bu güne hep böyleydi zaten hiç değişmedi ki. Bir dönem devletçi politika ile hantallaştırılan kamu ekonomisinin zararı fatura olarak halka çıkarılıyordu. Şimdi ise bu hantal yapılardan özelleştirme ile kurtulduğumuzu düşünen ve böyle bir ekonomi siyaseti yürüten zihniyetin insafındayız. Gayrimenkul zengini bir milyarder misali toprak satma işinden ve özelleştirmelerden elde edilen sıcak paralar tükenince iş yine bize fatura edilecek.
Gelelim asıl konumuza yani krizler ülkesi derken kastettiğimiz konuya. Yaklaşık son on gündür Türkiye’de bayram kutlamaları tartışmalarını izliyoruz. Cezaevlerindeki ölüm oruçları, Doğu ve Güneydoğu şehirlerindeki halka polis arasındaki sokak çatışmaları batıda halk ile halk arasında bir çatışmaya dönüşmüş durumda. Öyle ki bu çatışma ortamı Türkiye’nin bir kültürü olmuş gibi sanki. Başbakan ve ana muhalefet partisi başkanı, Cumhuriyet kutlamalarında bu çatışmanın tarafları olmayı çok sevdiler. Başbakan biber gazı sıkmayı çok sevmiş gibi duruyor. Kılıçdaroğlu ise direnmeyi ve barikatları aşmayı. Gül ile Erdoğan arasındaki çekişmenin son yansıması olan çift başlı yönetim tartışmasının oluşturduğu kriz ise bambaşka…
Tüm bu gergin ve sorunlu gündemden sonra kalkıp ulusa sesleniş yaparak Cumhuriyet üzerinden fazilet ve birlik mesajlarını vermek ne kadar suni ve sahte duruyor öyle değil mi. Bayram ruhsuz, kutlamalar ruhsuz, demeçler ruhsuz, hele hele ya hutbeler… Düşünebiliyor musunuz Laik devletin din hizmetlerini koordine etmesi için kurumsallaştırdığı Diyanetin, Müslümanların ruh ve atmosfer içerisinde kutlamak istedikleri Kurban bayramının birliği için göstermediği gayreti Cumhuriyet bayramı ve kutlamaları için gösterdiğine şahit oluyoruz. Devletçi ve milliyetçi zihniyet, diyanet kurumunun içinde öyle kök salmış ki “Bizim rasathanemizdeki ileri teknoloji hiçbir ülkede yok, Onun için en doğru biziz.” diyebilen bir devletçi taassuba bürünmüş. Hal bu ki bu konu ileri teknoloji ile alakalı olmayan ameli ve şer-i bir konudur. Yani hilalin o ayın son günlerinde gözetlenmesi ile alakalı bir konu. Bu konuda eski tarihe ait bir kayıt olmuş olsa da fıkhı bir değerlendirme olduğu için bu güne ve yarına genellik arz edeceğinden, Fetullah Gülen’in konu hakkında bir soruya verdiği cevap konuşmasını dinlemenizi tavsiye ederim. Fetullah Gülen Hoca’nın aynı fıkhı değerlendirmeyi bu seneki Kurban bayramında hilalin gözetlenmesi ve bayramın başlamasına yönelik niçin yapmadığını sorgulamadan geçemeyeceksiniz.
Şimdi gündemin öne çıkan krizlerinden ikisi hakkında kısa bir değerlendirme yapalım.
Cumhuriyet Kutlamaları ve Siyasetin Meydan Savaşı:
Cumhuriyet kutlamalarında her sene olmayan bir aykırılık yaşandı. Ulusalcı laik kesim bu kutlamaları siyasi bir şov ve güç gösterisi haline dönüştürmek istedi. Ulusalcıların bu refleksi değişmiş olduğunu düşündüğümüz CHP’yi de etkiledi. Eski katı laik ve ulusalcı algıdan çıkıp daha soft ve demokrat bir kimlik aramaya çalışan CHP aslında hiçbir zaman aslından rücu edemeyeceğini göstermiş oldu. Aslında değişenler sadece isimlerdi, felsefe ve siyasetin temelinde değişen bir şey yokmuş bunu görmüş olduk. Hükümet kanadının bu yürüyüşlere yasak koymadaki ısrarcılığını nasıl değerlendirmeliyiz. Bu ısrarcılığının arkasında hangi siyasi beklentiler var. Bunu kısaca değerlendireceğiz. Lakin ilginç olan bir ironi yaşandı bu kutlamalarda. Cumhuriyet’in kurucuları ve koruyucuları cumhuriyet kutlamalarında tazyikli su ve polis barikatları ile karşılaştılar. Hem de kendini Cumhuriyet’in asıl koruyucusu ve cumhurun asıl temsilcisi olarak gören eski İslamcılar yeni liberal demokratlar tarafından sıkılan tazyikli su ve barikatlarla.
Aslında Hükümet açısından meseleye baktığımızda kutlamalara uyguladıkları yasak ile ulusalcı kesimin daha çok illegal bir motife büründüklerinin resmini kamuoyuna vermiş oldular. Aynı zamanda son yıllarda asker, yargı, üniversite ve diğer kurumlardaki tasfiyeler sonucunda ulusalcı kanatta birikmiş olan öfkenin dışavurumunu sağlamış oldular. Yani devletin gaz alma operasyonu bu kez laik Kemalist ulusalcılara yönelik bir uygulama oldu. Aynı zamanda Erdoğan’ın halkın nabzına göre bir dil kullanmış olmasından dolayı bu süreçten karlı çıktığını söyleyebiliriz. Siyaset ve medya çevresinde kutlamalara uygulanan yasakçı zihniyetin eleştirilmesini ise dengeleme refleksi olarak görmek gerekir.
Ölüm Oruçları ve Milliyetçi Hükümet Rolü:
50. gününü aşmış olan cezaevlerindeki açlık grevleri veya ölüm oruçları Kürt Meselesinin çözümsüzlüğü girdabında yeni bir kriz oluşturmuş durumda. Kürt meselesi dediğimiz konu öyle netameli bir konu olmaya başladı ki, herkesin bu meselenin çözüme kavuşması için bir adım atmak istediğini görürsünüz. Aynı zamanda o herkesten hiç kimsenin de bu meselenin çözülmesini istemediği de çıkarabilirsiniz. Hükümet son süreçte Kürt meselesinde biraz devletçi biraz da faşist olmayan milliyetçi rol üstlenerek hareket ediyor. Bir taraftan gerekirse Abdullah Öcalan ile görüşülebilir demeçleri veren Hükümet diğer taraftan ölüm oruçlarına ilişkin gündemde Öcalan hakkında ağır ifadeler sarf edebiliyor. Tüm bu değişen üslupları değerlendirirken Hükümetin ustalıkla bir denge siyaseti güttüğünü görürsünüz. Aslında bunun daha öz tercümesi şudur: Hükümet ustalıkla halkını kandırabiliyor. Sadece Hükümet değil BDP de Kürt meselesi üzerinden Kürt halkını istismar ediyor. Toplam da aslında siyasi partilerin ülkeyi krizlerden çıkarma çalışmaları yapmaları gerekirken ülkeyi bu tür krizler içerisinde çatışmaya sokmaları siyasetin temelinin bozukluğunu ve dilinin sahteliğini göstermektedir.
Bozuk bir temel üzerine kurulmuş siyaset, maskeli yüzler ve sahte diller…
Krizlerin Ülkesi Türkiye olmasında neresi olsun?