“İstismar” ve “güven” kavramları, biri diğerine bağlı olan zincirleme iki kavram. Herhangi bir istismarın olduğu yerde güvenli bir atmosfer olamayacağı gibi güvenin kaybedildiği yerlerde ise istismara açık atmosferlerin olması gayet doğaldır. Bu nedenle günümüz sorunlarından belki de en önemli ikisi haline gelmiş bu hususların neden ve sonuçlarını irdelemek, makul bir çözüm önerisi sunmak hem toplumsal hem de dinî sorumluluklarımızdandır.
Toplumsal görev olmasının nedeni, bizim de toplumun bir parçası olan fertler olmamız, ‘aile’ ve ‘yeni nesil’ bilincini taşıyor olmamızdır. Zira toplumdaki hatalı bir gidişin bizi, ailemizi ve çocuklarımızı ciddi anlamda yanlışa sürükleyeceği aşikârdır. Yine dini bir görev olarak bu işe koyulmanın hem amellerimizle, hem de akidemizle doğrudan ilişkisi vardır. Allah Rasulü’nün SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu meseleyle ilgili tespiti oldukça önemlidir: “Allah’ın hadleri üzere kaim olanların ve içerisinde bulundukları vakıanın misali, bir gemi üzerinde kura çeken bir kavmin misalidir. Nitekim (kura sonucu) bazılarına (geminin) üst katı, bazılarına da alt katı isabet eder (çıkar). Suya susadıkları zaman, yukarı çıkmak için üsttekilerin arasından geçmek zorunda olan alttakiler, “üstümüzdekilere eziyet vereceğimize, bir delik açıp yerimizi delelim” derler, üsttekiler de onları (kendi hallerine bırakır) terk ederlerse, hep birlikte helâk olurlar. Engellemek için ellerinden tutarlarsa kurtulurlar, hep birlikte kurtulurlar.” [Buhari, K. Şeriket, 2313]
Güvenli bir toplum, ilişkilerini daha verimli ve kaliteli bir şekilde sürdürürken güvensiz toplumlar, bir paranoya durumu halinde yaşamlarını sürdürürler. Türkiye -özellikle son yıllarda- gittikçe artan bir güvensizlik ve istismar çukurunda debelenmektedir. Zira bir toplum düşünün ki nöbetçi eczaneleri kepenkler arkasından hizmet versin, bayanları çantalarında göz yaşartıcı spreyler taşısın, kuyumcularına silah taşıma hakkı tanınsın, her sokak, her köşe başı mobese kameralar ile izlensin, kalabalık mekânları ‘güven’ timleri ile korunsun. Adres sorandan korkar hale gelen bu yapı, doğal olarak yardımlaşma, birlikte yaşama gibi önemli hasletleri kaybetmiş olur. Şimdi ise çıkan yeni bir yönetmelik ile bütün ilk ve orta dereceli okulların kameralar ile takip edilmesine, İstanbul’daki toplu taşıma araçlarında ise gece 22.00 den sonra bayanların istediği yerde inebilmesine karar verildi. Bu şu demektir: ‘Güvensizlik bu ülkenin gerçeğidir ve biz bu gerçekle yüzleşmek zorundayız. Bunun olumsuz sonuçlarını minimize etmek, sorunu kökünden çözmekten daha kolaydır. O halde sebepleri değil, sonuçları üzerinde çözümler üretelim.’
Gayet tabiidir ki; böyle bir toplumsal yapıda istismarın her türlüsüne kapı aralanmış demektir. Şimdilerde ‘çocuk istismarı’ diye dillendirilen bu durum aslında diğer istismar türlerine göre oldukça yeni ve basittir. Mesela, bu toplumun ‘hedefleri’ istismar edilmiştir. İslamî hedeflerinden dolayı desteklenen iktidar, kendisini güçlü kılan halkın omuzlarına basa basa yükselmiştir. Buna rağmen hiçbir İslamî hedeflerinin olmadığını, hem sözle hem de fiilleriyle göstermiştir. Bu açık bir şekilde hedef istismarıdır ki gayeler bir çırpıda suya düşmüştür. Aynı şekilde bu toplumun ‘rızık’ düşüncesi istismar edilmiştir. Zira her seçim öncesinde ‘oy vasıtası’ olarak görülen halka asgari ücretin arttırılması, petrol fiyatlarının düşürülmesi, zamların durdurulması gibi maddî bir takım vaatler verilmiş ve arkasından tüm bu beklentiler de karşılık bulamamıştır. Çünkü gelinen noktada verilen maddî vaatlerin büyük bir kısmı manipüle edilmiş, kaşıkla verirken kepçeyle alma devam etmiştir. Yine bu toplumun ‘dinî inancı’ istismar edilmiştir. Şöyle ki: yöneticiler yaptıkları ihanetleri bir şekilde İslamî söylemler ile perdelemişlerdir. Açıklamalarında ayetlere ve hadislere yer vermişler, ‘Peygamberimizin sünnetinden gittiklerini’ ifade etmişlerdir. Hâlbuki görünürde ne zulme uğrayan kardeşlerinin imdadına yetişmişler, ne de Rasul’ün SallAllahu Aleyhi ve Sellem buyurduğu gibi iyiliği emretmiş, kötülükten men etmişlerdir. Ve yakın zamanda şahit olduğumuz gibi bu toplumun ‘duyguları’ istismar edilmiştir. Örneğin, 15 Temmuz darbe girişiminde halkı sokağa dökmek için bir yandan salalar ve ezanlar okutulurken, diğer yandan sokağa imanlarının gereği olarak çıkanlara “Demokrasi kahramanı” denilmiştir. Bu istismar değil de nedir? Tekbirler ile bu ülkeyi savunan halka karşı “Bizim kültürümüzde tekbir yoktur” demek, istismar değil de nedir? Peki, ‘şehit’ mefhumunun yanına ‘demokrasi’ kavramını sokuşturmak, şehitliği istismar etmek değil de, nedir?
Evet, bu toplum; istismarın her türlüsüne -hem de otoritesi tarafından- fazlasıyla maruz kalmıştır. Ama bunların hiçbirisi, ‘cinsel’ istismar kadar tepki görmemiş ve konuşulmamıştır. Neden? Çünkü toplumun fikirleri de tepkileri de istismar edilmiştir de ondan. Peki nasıl? Söz konusu mesele, İslamî mefhumlardan birisi olan evlilik konusuyla doğrudan ilgilidir. İslam, evlenme yaşı olarak bir yaş sınırı koymazken -ki İslam’da buluğ çağı esastır-, seküler yasalar yaş sınırını 17 olarak belirlemişlerdir. Hal böyle iken art niyetli bir grup tarafından ‘zina etme özgürlüğü’ savunulmakta ve karşılıklı rızanın suç olmadığı/olmayacağı sadece tecavüzün suç olabileceği algısı oluşturulmaktadır.
Son günlerde, Hükümet tarafından yasa teklifi olarak sunulan ‘cinsel istismar’ konusu hakkındaki tasarı ile bu konunun harareti iyice arttı. Özellikle de Hükümet’e muhalif tarafın kadınlarının ön planda tutarak eleştirdiği bu düzenleme, Başbakan tarafından Anayasa Komisyonu’na geri gönderilmiştir. Fakat ne ilginçtir ki bu kadınlar 17 yaş altındaki kız çocuklarının evlendirilmesini tecavüz olarak görürken aynı yaştaki kızlı-erkekli yaşam alanlarını, uygunsuz davranışlarını ve hatta yasak ilişkilerini, sırf ‘özgürlük’ namına savunmakta ve teşvik etmektedir. Yani İslam’ın ‘istismar’ tanımıyla tamamıyla ters bir durum içerisindedirler. Bu tezatlık bile, İslam’ın toplumsal hayatı düzenleme konusunda daha geçerli çözümler sunduğu hakikatini gözler önüne sermektedir. Zira İslamsız bir dünyada işlenen suçlar, yapılan istismarlar ve içinde bulunulan güvensizlik ortamı iyice ayyuka çıkmıştır. Ve buna rağmen herhangi bir köklü çözüm de bulunamamıştır. Bu sözümüze/çözümsüzlüğe delil arayanlar, istedikleri zaman Emniyet kaynaklarında geçen suç işleme ve çocuk istismarı oranının, uyuşturucu ve alkol bataklığındaki yaş ortalamasının ve ‘güven’ denilen mefhumun ne derece yok edildiğinin verilerine bakabilirler.
Bu sebeple diyoruz ki: Bu problemi ortadan kaldırmayı samimi olarak düşünen herkes, İslam’a dönmeli ve İslam’ın çözüm önerilerine sıkıca sarılmalıdır. Zira İslam, insana Kapitalizm’in baktığı (‘Freud’cu) zaviyeden bakmaz. İslam insana, içgüdülerinin doğru bir şekilde doyurulması gereken sosyal bir canlı olarak bakar ve onun ihtiyaçlarını ona en uygun şekilde giderecek alternatifler sunar. İnsanın ancak böylesi bir doyumla mutlu olabileceğini bilir. O yüzden karşı cinsle kurulacak ilişkileri, ‘nevî içgüdüsü’ kapsamında değerlendirir ve evlenmeyi (nikâhlanmayı) öğütler. Ancak bu şekilde nefsin ve neslin sağlıklı ve kaliteli bir hale geleceğini aksi takdirde ciddi bozulmaların yaşanacağını öngörür. Toplumsal ilişkilerin tanzimini de fertlerin inisiyatifine bırakmaz ve şekillendirir. Toplumun müreffeh ve kalkınmış bir toplum olmasının ancak verimli ilişkiler yumağı ile mümkün olduğunu düşünür. Güvensizliğin, toplumsal problemleri kangrene çeviren bir etken olduğu düşüncesiyle sonuçlar üzerinde değil de sebepler üzerinde çözümler üretir. Ve böylesi problemleri daha gün yüzüne çıkmadan kesip atar. Kısacası, İslam hâkim olduğu toplumlarda ‘Saadet Asrı’ örneği ile her daim tek çıkış yoludur. Tarih buna şahit olduğu gibi insanlık da bunu en yakın zamanda anlayacaktır.
“Kim İslam’dan başka bir din (çıkış yolu) ararsa bilsin ki, asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de kaybedenlerden olacaktır.’’ (Ali İmran 85)