İstanbul Sözleşmesine Karşı Tutumumuz Nasıl Olmalı?
18 Temmuz 2019

İstanbul Sözleşmesine Karşı Tutumumuz Nasıl Olmalı?

Bir “İstanbul Sözleşmesi”dir günlerdir tartışılagelen... İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasını talep edenler bir tarafta, İstanbul Sözleşmesi’nin yanlış anlaşıldığını ve bu anlaşmaya yanlış manalar yüklendiğini savunanlar bir tarafta... Tartışmalar özellikle Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Feminizm ve 6284 Sayılı Kanun üzerinden yürütülürken ‘eşcinsellik ve cinsiyetsizleşme, Soros, kadına karşı şiddet, aile içi şiddet, ailesiz toplum, kadın kazanımları, ailenin korunması, erken evlilik mağdurları, KADEM vs. gibi kelimeler havada uçuşuyor. Velhasıl, her kafadan ses çıkıyor, ortada büyük bir bilgi kirliliği, kavram kargaşası ve algı manipülasyonu var.

Her zaman olduğu gibi Müslüman halk kendinden bildiği kişilerden, bilhassa hükümetten, en başta da Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan korku ve endişelerini giderecek açıklama bekliyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İstanbul Sözleşmesi nas değildir, feshedilebilir” çıkışı Müslüman halkta bir an için taleplerine icabet edileceğine dair umut uyandırsa da ailesi dâhil yakın ve partili çevresinin böyle düşünmediğine şahit oluyoruz.

Makalemin uzunluğundan dolayı İstanbul Sözleşmesi’nin Müslümanlarda kaygı ve tepkilere neden olan teferruatına dair bilgileri en sona bırakacağım ki tartışmaların aslına bir an evvel geçebilelim. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’ni isteyenler ne için istediklerini, karşı gelenler ne için karşı geldiklerini iyi bilmelidir ki tartışmaların sonucunda bıkkınlığa, yorgunluğa ve pes etmeye giderek kaybedenlerden olmayalım.

İstanbul Sözleşmesi hakkında kim ne diyor?

Ne hikmetse; AKP’li kadınlar, bilhassa MKYK kadın üyeleri Müslüman halkın anladığını anlamıyorlar. Hatta sözleşmeye karşı gelen din kardeşlerine sitem ediyor, mağdur edebiyatı yapıyor (KADEM savunması), hatta uzun uzun hikâyelerle din kardeşlerini gericilikle itham ediyorlar. Buna bir örnek olarak Ayşe Böhürler’in Yeni Şafak’ta 13 Temmuz tarihli “Başınıza İstanbul Sözleşmesi Kadar Taş Düşsün!” makalesini gösterebiliriz.

Cumhurbaşkanı halka ümit verirken, AK Parti’nin en üst karar organı olan Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK); İstanbul Sözleşmesi’ni kadına karşı ve aile içi şiddeti önlemede en önemli araç olarak görüyor, hatta AK Parti’nin en önemli icraatı olarak savunup “Sözleşmede sorun yok, uygulama hataları çözülür” diyor. Devamında ise uygulamadan kaynaklanan bazı sorunların sözleşmeye mal edildiğini, bazı grupların sözleşmeyi çarpıtarak algı operasyonu yapmaya çalıştığını iddia ediyorlar. Toplumdan, Müslüman düşünürlerden, avukat ve aktivistlerden gelen feryad-ı figan ve uyarılara rağmen, korkunç derecede artış gösteren şiddet, cinayet, taciz, istismar, boşanma istatistiklerine rağmen Türkiye’de kadın ve çocukların istismardan korunması için önemli adımlar atıldığını iddia ediyorlar.

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü ise “İstanbul Sözleşmesi bugüne kadar (AKP’nin) yapmış olduğu en iyi icraat. [...] Aslına bakarsanız tartışmamız gereken, sözleşme değil sözleşmeyi nasıl uygulayacağımızdır. diyerek, AK Parti’liler gibi arızayı Sözleşmenin uygulanmayışında, yetersiz uygulanmasında görüyor.

Aynı minvalde HDP Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş ilerliyor ve “eril şiddet”, “kadın kazanımları berhava olmasın” gibi ifadelerle parlamento “İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’ye yüklediği sorumlulukların gerçekleştirilmesi için gerekli araştırma ve inceleme çalışmalarına başlamalıdır” çağrısında bulunuyor.

Buraya kadar yapılan yorumlardan anlaşılan şu: Siyasetin her kesiminden insanlar, İslâmcısı da, solcusu da, muhafazakârı da, demokratı da İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi yerine daha “etkin” uygulamaya geçirilmesini talep ediyor. Yani akideleri taban tabana zıt olanlar, sömürgeci Batılı küfür devletlerinin icat ettiği fikirde hemfikirler...

Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu’ndan Dr. Selma Acuner ise Müslümanların tepkilerini, “Genel olarak kadın haklarına yönelik bir saldırı” olarak değerlendiriyor. KADER eski başkanı ve Sosyal Dayanışma Ağı'ndan Çiğdem Aydın; İstanbul Sözleşmesi için “Bizzat Türkiye kendi verileri ile ve kadın örgütlerinin alandan gelen bilgileri ile hazırlandı. Dışarıdan gelen bir sözleşme değil. Bundan geri dönemeyiz.” diyor.

Bir de tabii özellikle son günlerde tartışmanın asıl odak noktasındaki dernek KADEM var. KADEM bir yandan mağdur edebiyatı yapıyor, iftiralara maruz kaldığını söylüyor. “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öğretilerini hayata geçiren kadın ve erkek sahabeleri rol model olarak kabul ettiklerini” ifade ederek “Biz de Müslümanız, samimiyiz ve iyi niyetliyiz” imajını oluşturmaya çalışıyor. Ne var ki devamında, “Fakat bugün yaşadığımız sorunlar küreselleşen modern dünyanın sorunları…” sözlerinin nereye vardığını gözden kaçırıyor. Bu sözlerle hem İslâm’ın çağın sorunlarına çözüm olmadığını ima ediyor hem de farkında olmadan sorunların “modern çağın ürünü” olduğunu itiraf ediyor. Sorunlar modern çağın sorunları ve KADEM sorunlara İslâm’ın çözüm sunamayacağını, İslâm’ın sadece eski çağdaki sorunları çözebildiğini ima ediyor. Görmezden gelmek için çabaladıkları husus; hiç şüphesiz bugün Türkiye’ye ve tüm İslâm beldelerine kadınları ezen sorunları ithal edenin “küreselleşmiş modern Batı’nın kendisi” olduğu gerçeğidir! Liberal toplum fikriyle aileleri ve toplumun her unsurunu zehirleyen ve toplumu kadın için güvensiz ve tehlikeli bir hale getiren bu modern dünyadır. Bugün ABD ve Avrupa ülkeleri kadınların en çok tecavüze ve şiddete maruz kaldığı ülkeler sıralamasında ilk onda yer almaktadırlar.

Yine şöyle bir açıklamada bulundular: “Biz toplumsal cinsiyet eşitliği değil, toplumsal cinsiyet adaleti istiyoruz ve “salt eşitlik kadın ve erkeğin yaratılıştan gelen farklılık ve zenginliklerine cevap veremediği için bizler Toplumsal Cinsiyet Adaleti tanımlamasını tercih ettik ve bu kavramı literatürde daha görünür kılmaya çalıştık. Örneğin anne olan bir kadının esnek çalışma saatleri hakkına sahip olarak çocuğuna vakit ayırabilmesi işte bu ilkenin gereğidir.”[1]

KADEM Başkanı Saliha Hanım, “Âlemlerin Rabbi Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan daha adil olan var mı?” diye kendi kendilerine sormadılar mı bu cümleyi kurarken? Batı’da kadın 100 yıl öncesine kadar insan olarak bile kabul edilmezken, modern çağla birlikte kapitalist sermaye piyasasının ürünü haline getirilmişken, hâlâ sermaye sahiplerinin kârını artıran meta olmaktan çıkamamışken, İslâm 1400 yıl önce kadının izzetini ve hakkını ölüm-kalım meselesi ilan etmişti. Müslüman erkeklere onu korumak için canlarını ortaya koymalarını emretmişti. Erkeklere kadına karşı adil, kavvam ve saygılı olmayı emreden İslâm’dır! Bu değerlerin hayata geçirilmesini de liberal, eşitlik ve demokrasi kavramlarıyla değil, tüm toplumda Allah’ın nizamını tatbik ederek temin etmişti. Eğitimde, medyada, siyasette takva ve İslâm’ın kadına bakış açısı teşvik edilirse, devlet eliyle Allah’ın razı olduğu nizam tatbik edilirse kadına, erkeğe, karıya, kocaya, çocuğa, anneye, babaya velhasıl her insana ve hatta her canlıya adalet temin edilmiş olacaktır.

Kadına yönelik adaleti “kadının esnek çalışma saatleri” üzerinden tanımlamaya çalışan KADEM’e, kapitalist sömürgeci ülkelerin nezdinde meselenin kadının refahı olmadığını açıkça ortaya koyan küçük bir örnek vermemiz yeterlidir. İstanbul Sözleşmesi’ni savunan Profesör Jackie Jones[2] 24.10.2017’tarihinde hazırladığı bir sunumda; “AB’de kadına yönelik şiddetin maliyeti yılda 226 milyar Euro’dur. Şiddetin sadece %10 oranında azalması yıllık 7 milyar Euro tasarruf sağlayacaktır” diyor.[3] Kısacası, kapitalist dünya kendi içinde bile kadına karşı şiddeti kâr-zarar hesabı için konu yapmaktadır. Bundan Müslüman kadına, aile ve topluma “adalet” adına nasıl medet umabiliyorlar anlaşılır değil.

Yine KADEM’in “İstanbul Sözleşmesi’ni biz imzalamadık” demesi de sözleşmenin 10. Maddesi gereği AK Parti iktidarı tarafından kurulmuş ve bu sözleşmenin Türkiye’yi bağlayıcı hükümlerine göre proje çalışmaları yapan bir STK olduğunu gizleyemez. 10. maddeye göre sözleşmenin şartlarından birisi şöyle ifade edilmiştir: “Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddeti önleme ve bunlarla mücadeleye yönelik politika ve tedbirlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirmesinden sorumlu bir veya birden fazla kurumu belirleyecek veya kuracaktır.”

KADEM üzerinde bu kadar durmamın nedeni, Müslümanların özellikle KADEM’i hedef almasındandır. Bu da aslında gayet anlaşılır bir durumdur çünkü KADEM’in yönetim kurulunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, “İslâm Hukuku” mezunu Dr. Saliha Okur Gümrükçüoğlu gibi Müslüman kadına örnek gösterilen hanımlar bulunmaktadır. Ancak Türkiye’de en az KADEM kadar tehlikeli ve aktif olan Türk Kadınlar Birliği, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı ve Kadın Dayanışma Vakfı gibi başka kadın hakları savunucusu, feminist dernek ve vakıflar ile LGBT dernekleri de İstanbul Sözleşmesi kapsamında faaliyet göstermektedirler. Tüm bunlar, TV’lerde “entelektüel” diye karşımıza çıkartılan –sözde- İslâmi kimlikli oryantalist ezberciler; Müslümanların değerlerine, İslâm’ın hükümlerine ya açıktan temelsiz argümanlarla saldırmaktalar ya da dolaylı, imalı lafızlarla aile içi şiddetin İslâm’dan kaynaklandığı vehmini oluşturma çabası içindeler.

Örneğin kamuoyunda sünnet inkârcılığı ile tanınan Caner Taslaman KADEM’i ve İstanbul Sözleşmesi’ni savunurken şu sözleri kullanmış: “Ailenin kurtuluşunu kadını eve kilitlemek ve anahtarı kocasına vermekte görenler “aktif üreten, eğitimli kadın” oluşturmakla ilgili her girişime düşman olurlar…” Kullanmış olduğu ifadelerin “Jayawardena” isimli oryantalistin “Feminism and Nationalism in the Third World” adlı kitabında Müslüman kadınlar için kullandığı “cahil anneler, sığ ve entrikacı eşler, istikrarsız evlilikler, tembel ve toplumun üretken olmayan/atıl üyeleri” sözleriyle o kadar benzer ki, insanın tüyleri ürperiyor bu adamın tutumu karşısında... Tüm bu kuruluş ve kişilerin tek hedefi; fikirlerini ve çalışmalarını dayandırdıkları sömürgeci kapitalist uluslararası anlaşmalar gereği Müslümanları İslâmi hükümlerden uzaklaştırarak kapitalist akideden kaynaklanan Batı düşüncelerine inandırmaktır.

Savunanlar Ne İçin Savunduklarını, Karşı Gelenler Ne İçin Geldiklerini İyi Bilmelidir!

Buraya kadar verdiğim bilgi ve örnekler üzerinden özetle şunu söyleyebiliriz: Tek başına KADEM’i, İstanbul Sözleşmesi’ni ya da Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ni tartışarak Müslüman kadın, aile ve toplum için hiçbir yere varamayız. Çünkü mesele KADEM’in çapından daha büyük bir meseledir. Asıl mesele bunların kaynaklarını, ifadelerini, temsilcilerini deşifre ettikten sonra ne yapacağımızdır. Zira bu teferruatlara takılarak, hatta bu teferruatları ortadan kaldırarak Ümmetin durumunda hiçbir şey değişmeyecektir. Veya şöyle ifade edelim: Tüm bu karşımıza çıkan tartışma konuları, zaten büyük bir ideolojinin aletleri, cihazları, kısacası teferruatlarıdır. Bu teferruatları ortadan kaldırırsınız yerine başkası getirilir. Daha cafcaflı, daha göz alıcı, daha çok vaat edici olur. Dolayısıyla evimize giren yılanın başını ezmezsek ne kadını, ne anneyi, ne çocukları ne de onları korumakla görevli olan evin reisi babayı koruyamayız. O zehir evin içinden dışarı çıkar ve tüm toplumu kısa zamanda zehirler.

Gelelim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha Müslümanları ümitlendiren o sözlerine; “İstanbul Sözleşmesi nas değildir” dedi Cumhurbaşkanı. Bir yandan da KADEM’in başında kendi kızı Sümeyye Hanım (tek bir kelime dahi etmediği halde) Müslüman kadın ve aileleri sadece görüntüsüyle teskin etmeye çalıştı. Cumhurbaşkanı bir taraftan “İstanbul Sözleşmesi nas değildir” diyor, buna binaen Müslümanlar Sözleşme’nin iptal edilmesini beklerken diğer taraftan İstanbul Sözleşmesi devletin her kurumunda hızla hayata geçirilmeye devam ediyor. Mesela seçimlerden önce CHP’nin önerdiği ve AK Parti ile MHP’nin itiraz ettiği Türkiye’nin tüm belediyelerinde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu” oluşturulması çalışmaları yine AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı ve eski Aile Bakanı Fatma Şahin tarafından başlatılmıştır. Bu gösteriyor ki AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul Sözleşmesi ile ilgili yine kendine has üslubu ile konjonktürel açıklama yapmıştır. Zira eğer sözleri değer ifade etmiş olsaydı aileyi çökerten ve Erdoğan’ın tabiri ile “nas olmayan” bu sözleşmeden vazgeçilir ve aile için İslâm’ın nasları esas alınırdı. Ne yazık ki Erdoğan böyle bir şeyi bugüne kadar hiçbir konuda yapmadığı gibi aile meselesinde de yapmadı.

Bugüne kadar Müslümanların değerlerini savunduğunu, bu değerler uğrunda mücadele ettiğini zannettiğimiz kişiler; bugün karşımıza çıkmış İslâm’ın hükümlerini köhneleşmiş göstererek, Müslümanlara acizlik kompleksi aşılayarak, küfür nizamının hükümlerini güzelleştirerek ve savunarak, “çağdaş sorunlara” “çağdaş çözümler” sunarak sömürgeci kâfir Batı’nın üzerimizdeki tahakkümünü sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. Bu yetmezmiş gibi kendilerine itiraz eden din kardeşlerini hain ilan ediyor; ötekileştirmeye ve Ümmeti bir kez daha bölmeye çalışıyorlar zira kendilerini diğer insanlardan üstün görme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Bu hakkı ise bugüne kadar müptelası oldukları Batılı fikirlerden tahriç ediyorlar. Oysa Müslümanlar takva ile birbirinden üstündür. Takva ise Allah’ın hükümlerine sıkıca bağlanmakla meydana gelir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle meydana gelir! Müslümanlar aralarında çıkan anlaşmazlıkları Kur’an ve Sünnet’e başvurarak giderirler:

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّىٰ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا۟ فِىٓ أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا۟ تَسْلِيمًا

“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan herhangi bir anlaşmazlıkta seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” [Nisa Suresi 65]

Müslümanları tedirgin ve rahatsız eden İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesini istemelerinin nedenine gelince; İstanbul Sözleşmesi (diğer sözleşmeler gibi); kadınların kadın olduğu için şiddete uğradığını savunuyor. Bu şiddetin örf, âdet, gelenek ve tüm diğer uygulamalardan (dini uygulamalardan yani) kaynaklanan kadın ve erkek arasındaki eşitsizlikten doğduğunu iddia ederek bunun toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ortadan kaldırılacağını iddia ediyor. Buna ilaveten 12/1. Maddesinde kalıplaşmış cinsiyet rollerinin devlet eliyle, yani devletin kurumları, kanunları, eğitim ve medya başta olmak üzere toplumsal kültürlendirme araçlarıyla ortadan kaldırılmasını talep ediyor.

Bu maddeyi okuyan her aklıselim Müslüman “kalıp rollerden” kastın, İslâm’ın kadın ve erkek için biçilmiş roller olduğunu kolayca anlayabiliyor. Yani bu sözleşme Müslüman toplum için kendi dininden kaynaklı rollerin değil, Sözleşme’nin 3/c Maddesi’ndeki “Toplumsal Cinsiyet” tanımında ifade edilen *“Belirli bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşâ edilen roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar…”*ın geçerli olmasını istiyor. Ki bu rollerin, kadın ve erkekten başkası anlamına geldiğini de yine aynı sözleşmenin 4/1. Maddesinde, “Devletler cinsel yönelimi yasal güvence altına alır” derken ifade etmiş oluyor. Aslında bu sözleşme ile maksadın, kadının kadın olarak kalması, erkeğin erkek olarak kalması olmadığını anlamak için yüksek lisans okumak gerekmiyor.

İlginç olanı ise bu sözleşmenin Avrupa ülkelerinde çok daha sonra uygulamaya geçmiş olmasıdır. Örneğin; Almanya bu sözleşmeyi ilk imzalayan ülkelerden birisi olmasına rağmen, ancak Şubat 2018’de yürürlüğe koydu. Koyu Katolik tebaaya sahip Hırvatistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler de yıllarca bu sözleşmeye direndiler veya hâlâ direnmekteler. Hatta Çekya’da halk ve toplum liderleri; cinsiyet eşitliği önyargılarının geleneksel ve kültürel davranış şekillerini ve aile yapılarını tehdit ettiğini, kadın ve erkek cinsiyetlerini ortadan kaldıracağını anlamış ve sokaklarda haftalar süren protestolar yapılmıştır. Buradan anlaşılan “İstanbul Sözleşmesi”nin hedefinde Müslümanların olduğudur. Zira sözleşmenin Türkiye başta olmak üzere diğer Müslüman beldelerdeki uygulaması AB tarafından dikkatli şekilde takip ediliyor. AB fonları ile uygulama projeleri destekleniyor. Yani hedef, Batılı aileyi çökertmek değil -zira o zaten çökmüş durumda-, hedef, Müslüman aileyi çökertmek!

Başta söz verdiğim gibi Müslümanların kaygılarının nereden kaynaklandığını açıklayacak bilgileri makalemin sonunda ekliyorum…

Tam adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, 11 Mayıs 2011’de Avrupa Konseyi tarafından kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla İstanbul’da imzaya açılmış, Türkiye 12 Mart 2012’de sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olmuştur.

İstanbul Sözleşmesi’ne daha yakından bakmadan önce Avrupa Konseyi hakkında da bir iki bilgi vermek yerinde olacaktır. Avrupa Konseyi 1990’lı yıllardan beri kadına karşı şiddet konusunda birçok girişimde bulunmuştur. Bu girişimler sonucunda Avrupa Konseyi’ne üye devletler; 2002 Rec(2002)5 sayılı Tavsiye Kararı’nı, Toplumsal Cinsiyet Standartları ve mekanizmalarına ilişkin CM/Rec(2007)12 sayılı Tavsiye Kararı’nı ve ilgili diğer tavsiye kararlarını benimsemiş ve 2006-2008 yıllarında tüm Avrupa’da ev içi şiddet dâhil kadına karşı şiddetle mücadele kampanyası yürütmüşlerdir. Benzer şekilde “Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (CEDAW)”, Pekin Deklarasyonu ve Batı kaynaklı birçok uluslararası sözleşme de yapılmıştır. Ancak bu sözleşmelerin hiçbirisi Avrupa ülkeleri başta olmak üzere ABD, Avustralya ve Rusya’da kadına karşı şiddeti ortadan kaldıramamış aksine durumun daha kötüye gittiğini BM bizzat kendisi ifade etmiştir. Dünya çapında kadınların yüzde 35’i ya fiziksel ya da cinsel anlamda yakın eş veya yakın olmayan eş/partnerden cinsel şiddet görmüş durumdadır. BM’nin “Pekin+20” kampanya sayfası şöyle diyor: “1993 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi bu salgına karşı bir eylem çerçevesi sunmuştur. Ancak 20 yıldan fazla bir süre sonra, 3 kadından 1’i hâlâ çoğunlukla aile içi fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır.”[4]

Hatta Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine en yüksek oranda sahip çıkan ülkeler; kadına karşı şiddette dünya çapında başı çeken ülkeler olarak literatüre “Nordic Paradox” olarak geçmişlerdir.


[1] Dr. Saliha Okur Gümrükçüoğlu – KADEM Başkanı

[2] University of the West of Bristol

[3] http://www.era-comm.eu/oldoku/SNLLaw/14_Other_topics/117DV30_Jones_EN.pdf

[4] http://beijing20.unwomen.org/en/infographic/beijing-at-20