Toplumsal hayat insanların bir arada yaşamasını gerektirmektedir. Bir arada yaşamak ise insanların birbirleri ile ilişkiler kurmasını gerekli kılmaktadır. Bu ilişkiler ve münasebetler de, elbette bazı sorun ve aksaklıklara neden olabilmektedir.
Bu aksaklıklar ne türden olursa olsun, sahih bir şekilde çözüme kavuşturulmak zorundadır. Aksi hâlde toplumsal hayat, yaşanmaz bir duruma gelir.
Bu çözüm ekseninde var olan aksaklıklar, sağlam temeller üzerine yükseltilmiş bir yargı sisteminin varlığı ile mümkündür. Bu minvalde İslâm hukuku konu üzerinde çok ciddi manada durmuştur ve netice itibariyle önemli bir yargı mekanizması disipline edilmiştir.
Yargı sistemi sağlıklı esaslar üzerine oturtulmamış toplumlarda her türlü adaletsizlik, adam kayırma ve rüşvet gibi sıkıntılarla karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bununla birlikte zalimin aklanması, mazlumun ise çok ciddi cezalara mahkûm edilmesi gibi durumlar, sıkça rastlanan durumlardandır. Bu duruma örnek olarak, günümüzün hukuki skandalları gösterilebilir. Tüm bunların yanında, yaşanan sorunlara karşı köklü çözümler üretemeyen bir hukuk sistemi tıkanmaya, tükenmeye, yıkılmaya mahkûmdur.
Böylesi bir sürece girilmemesi adına yargı mekanizmasının birincil unsurları olan hâkimlere oldukça büyük görevler düşmektedir.
“Yargı (Kazâ/Kadâ)” kelimesi; “sona erdirmek, hüküm vermek, tamamlamak” anlamlarına gelmektedir. İslâm fıkhında ise; “insanlar arasında meydana gelen niza[1] ve ihtilâfları usulüne uygun olarak sonuçlandırmak”[2] diğer bir tabirle; “Şer‘î hükümlerin yargı yetkisine sahip kimselerce, taraflar arasında vuku bulan nizalı olaylara uygulanması”[3] gibi tanımlanır.
Bu yargılama işlemini yapan kişiye “Yargıç/Kâdı” denir. “Kadı”, sözlükte; “hükmedip işi ayıran, karar verdiği zaman da onu sağlam yapan, yerine getirip tamamlayarak o işi bitirip ayıran kimseye”[4] denir.
İslâm hukuk literatüründe kâdı/hâkim/yargıç, kazâ/yargı/hüküm gibi terimler bahse konu ettiğimiz yargılama, hüküm verme alanında kullanılan ve birbirleri ile bağlantılı kavramlardır. Yine İslâm hukukunda; “Hâkim, insanlar arasında vuku bulan anlaşmazlıkları şer’i hükümlere uygun olarak çözümlemek üzere Vêliyyü’l-Emir tarafından tayin olunan kimsedir.”[5] diye tarif edilmektedir.
İslâm hukukunda yargı makamında bulunan kişide bazı şartlar aranmaktadır. Bunlar; Müslüman olmak, baliğ olmak, akıllı olmak, hür olmak, adil olmak, müdrik, fakih olmak, gibi önemli şartları bulunmaktadır.
Serdettiğimiz şartlardan özellikle “fakih olması” önemli bir faktördür. Zira bu, dine vukufiyeti gerektirdiği gibi Kur’an ve Sünnet’e dair temel usul ilimlerini bilmeyi de gerektirir. Tüm bunlar, davacı ile davalı arasında Allah’ın hükmü ile hükmetmek için zaruridir.
Yargılama hukuku ile alakalı önemli hususlardan bir tanesi de hâkimin yargı sürecindeki tavrı ile yargılama yapılan ortamların keyfiyetidir.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem de dâhil, kadâ meclisi türevinde uygulamalar oldukça meşhurdur. Sahabe ve tabiinden bir çok hâkim yargılamayı mescitlerde, evlerde ya da umuma açık yerlerde icra etmişlerdir.[6] Daha ilk dönemlerde bu hukuk işlemleri için hususi bir daire ihtiyacı hasıl olmuş ve bu iş için tahsis edilen “Adâlethane” ismi ile anılan binalar kurulmuştur.
Haklarında, detaylı çok geniş malumatlar olmakla beraber kadılar, genel olarak 3’e ayrılır. Birincisi; ceza ve muamelat bakımından insanlar arasındaki husumetlerin çözümünü üstlenen kadıdır. İkincisi; muhtesip kadısıdır. Bu kadılar toplum hakkına zarar veren muhalefetlerin çözümünü üstlenirler. Son olarak mezalim kadısı ki bu kadılar, devlet ile râiye arasında vuku bulan anlaşmazlıkların kaldırılmasını üstlenir.[7]
Tüm bunların yanında İslâm, yargının sıhhatli bir şekilde işlemesini bazı unsurlara bağlamıştır. Bunlar:
Hâkim; davacı ile davalı arasında İslâm’ın hükümleri ile hüküm verme görevini üstelenen kişidir.
Davacı; hak iddia eden kişi iken, davalı; kendisinden davacı tarafından hak talep edilen kişidir.
Hüküm ise davalı ile davacı arasında hâkim tarafından İslâm’a uygun olarak verilen kararlardır. Eğer verilen hüküm şer’i anlamda sahih ise iki tarafında bu hükme razı olması şer’î bir sorumluluktur.
Şer’î mahkemeler kurmak ve kadılar atamak etmek farzdır. Kadıların tayinini ve azlini bizzat yönetici üstlenmektedir.
İslâm yargı sisteminde günümüzde olduğu gibi istinaf ve temyiz mahkemeleri yoktur. İstinaf; günümüz hukuk sisteminde sulh ve asliye gibi birinci derecede mahkemelerin verdiği hükmün kabul edilmeyip başvurulan ikinci derecede mahkemelerdir. Temyiz mahkemeleri ise; yine günümüz mahkemelerinde verilen kararları, kanun ve usul yönünden incelemeye tabi tutan mahkemelerdir.
İslâm hukuku ise kâdıyı davanın tek hüküm mercii olarak görmektedir. Kâdının verdiği hüküm derhal infaz edilir. Bu hüküm, başka bir kâdının hükmü ile bozulamaz. Zira konu ile alakalı bir şer’î kaide şöyledir: “İctihât misli ile bozulmaz.”
Dikkat edilirse; günümüz mahkemeleri/davaları çok uzun süre devam etmektedir. Hatta bazıları onlarca yıl sürebilmektedir. İslâm hukuku, ne mahkemelerin bu kadar süre uzamasını ne de verilen hükmün başka mercilere başvurularak bozulmasını yasaklamıştır.
Mukaddimesini sunduğumuz ve ciltlerce kitap, makale ve tezlere konu olan İslâm’ın yargı sisteminin, yüzyıllar boyunca adaletin timsali olduğuna tarih şahittir. Yeniden kurulacak olan İkinci Râşidî Hilâfet Devleti’nde yeniden uygulayacak ve eskiden olduğu gibi adaletin kaynağı hâline gelecektir.
[1] Çekişme, bozuşma
[2] İbn Abidin Reddul Muhtar 5/352
[3] Hatip El-Şirbini, Muğnil Muhtaç 4/372
[4] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab 15/186
[5] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kâmusu 8/204
[6] Merginânî, el-Hidaye, III, 103; Mavsilî, el-İhtiyar, II, 85; Kâsâni, Bedâiu’s-sanâi, VII, 13
[7] Delilleri ve detayları için bkz.: “Hilafet Devleti’nin Yönetim ve İdari Kurumları” s.155, Köklü Değişim Yayınları