İslâm, hayatın her alanını kuşatan bir din ve kültürdür. Bu kültür; hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi birçok ilimden oluşmaktadır. İlim öğrenmek, küçük yaşta bir alimin dizinin dibine oturmakla başlar. Hangi ilimde ilerlemek isterse istesin, ilim talebesinin Arapça bilmesi zorunludur. Zira İslâm’ın dili, Arapçadır. İlim, sindire sindire elde edilir. İlim talebelerinin öğrendiği ilk konulardan biri de tartışma adabıdır. İlmin yayılmasında ve derinleşmesinde münazara, önemli bir yer tutar. Bu münazarada karşı tarafa saygı göstermek ve delilsiz, boş konuşmalar yapmamak, birinci kuraldır. Nitekim kadim ulemanın birbirleriyle yaptığı münazaralar, ilim ve edep dersi niteliğindedir.
Ne yazık ki o günler, artık çok geride kaldı. Her geçen gün, aynı zamanda kıyametin yaklaştığının da habercisi. Buhari’de geçen bir hadiste; Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
“İlmin kaldırılması, cehaletin kökleşmesi, içkinin içilmesi ve zinanın çoğalması, kıyamet alâmetlerindendir.”
Şaşkınlık ve dehşet içinde okuduğumuz bu hadiste geçen; ilmin kaldırılması ve cehaletin kökleşmesinin nasıl gerçekleşeceğini başka bir hadis bize açıklıyor:
“Şüphesiz Allah, ilmi, insanlardan çekip almaz. Lakin ulemayı alır; onlarla birlikte ilmi de ortadan kaldırır. Ve insanlar arasında bir takım cahil kişiler bırakır. Bunlar, insanlara ilimsiz fetva verirler. Bu suretle hem saparlar hem saptırırlar.”
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; hadiste tasvir edilen sapan ve saptıranlara her gün bir yenisi ekleniyor. Nitekim son günlerde sosyal medya fenomenleri arasında gerçekleşen ve gündemi oldukça meşgul eden “şeriat” tartışmaları üzerine “14 ilahiyatçı”, onlarca maddeyi ihtiva eden “İslâm, Şeriat Değildir” başlıklı bir bildiri yayımladı.
Garipsedik mi? Tabi ki hayır! Onlar tam da ilahiyat fakültelerinin kuruluş amacına matuf bir girişimde bulundular. Hatırlarsanız; ilahiyat fakülteleri kurulması için yapılan Meclis görüşmelerinde, dönemin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu şöyle diyordu:
“İlahiyat fakültesi, müspet bir ilmi camia içerisinde kurulacak ve bazı irticai hareketlere cesaret vermek şöyle dursun, onları menetmek, onları selbetmek ve onları yok etmek fonksiyonunu icra edecektir.”
Yine 1949 yılında kurulan “ilk ilahiyat fakültesi” olma özelliği taşıyan Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanı Esat Arsebük, fakültenin eğitim modelini “laik-dindar” olarak tanımlamıştı.
Şimdi gelelim, ilahiyat fakültelerinin kuruluş felsefesini günümüze taşımış olan “14 İlahiyatçı”nın yayınladığı bildiriye…
Bildiride yer alan maddelerin her birine ayrı ayrı cevap vermek, makalenin hacmini arttıracağı için önemli olduğunu düşündüğüm yerleri dikkat-i nazarınıza sunmak istiyorum. Başlayalım o vakit…
Bildiride; “şeriat”ın terminolojik olarak “hukuk” manasına geldiği kısaca ifade edildikten sonra, buradan hareketle “İslâm şeriatı” kavramının, “İslâm’ın kendisi demek olmadığı” yorumu yapılmış.
Arapça olan “şeriat” kelimesi, [ش-ر-ع] “şe-re-a” fiil kökünden gelir. Lügat manası; “insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol” demektir. Bu fiilin mastarı olan “şeriat”, “geniş suyolu” manasında kullanılmıştır. Elbette her suyun aktığı bir yolu olduğu gibi, çıktığı bir kaynağı da vardır. Arapçada suyun çıktığı yere “minhac”, takip ettiği yola da “şeriat” denilmiştir. Istılahî açıdan, bir toplumun bütün fertlerini bağlayan kanunlara, “şeriat” denir. İnsanları sevk ve idare eden bu kanunlar; hak da olabilir batıl da… Cahiliye döneminde Mekke müşriklerince çıkarılan ve Mekke’de yaşayan insanların tamamına uygulanan nizam, ayette “batıl dinden çıkarılan bir şeriat” olarak nitelendirilmiştir. Ayet şöyledir:
“Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fasit) dinlerinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var?” [Şuara 21] Aynı manayı ihtiva eden “şeriat” kelimesi Maide Suresi’nde de şöyle geçmektedir:
“Artık onların aralarında (ve her konuda sadece) Allah’ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen bu Hakk (ve adalet kuralların)dan ayrılıp sakın onların heva ve keyiflerine uyma! (Çünkü) Sizden her biriniz için (uygun) bir şeriat (kurallar manzumesi, hayat nizamı) ve bir minhac (sorunları çözüm yolu ve yöntemi) belirledik.” [Maide 48]
Dolaysıyla şeriat, insanların hayatlarını düzenleyen nizam, kurallar manzumesi, demektir. Malum bildiriye imza atan malum zevat da tam olarak buraya karşı çıkmaktadır. İslâm’ı “evrensel ilkeleri olan bir din” olarak kabul ederken “hayatın tamamına yönelik bir hitabı olan hayat nizamı” olarak görmemektedirler.
Yine bildiride; şeriat kurallarının çok azının kaynağının Kur’an ayetleri olduğuna vurgu yapılarak hadisler itibarsızlaştırılmak istenmiş, dinin yorumlanmasında “modernizm” ve “hermenötizm (tarihselcilik)” yöntemine dikkat çekilmiştir.
İslâm Şeriatı, İlkesel ve Tatbiki Olarak Evrenseldir
İslâm şeriatının evrenselliği konusunun Müslümanlarca tartışma konusu haline gelmesinde fikrî zafiyetin etkisi olduğu kadar oryantalistlerin ve oryantalistlerin etkisinde kalmış yerel aktörlerin büyük rolü olmuştur.
Peki, nasıl oluyor da bugün Müslümanlar tarafından İslâm’ın ilkelerinin ve tatbikinin evrenselliği tartışılır hale geliyor? Bunun başlıca iki temel sebebi bulunmaktadır. Bunlardan ilki; İslâm Hilâfet Devleti’nin yokluğuyla birlikte İslâm’ın hükümlerinin rafa kalkması, Müslümanların bazılarında İslâm şeriatının evrensel olmadığı fasit düşüncesinin yerleşmesine neden olmuştur.
İkincisi ise; İslâm düşmanlarının ve Batı dünyasının İslâm’ın aleyhine ve yanlış anlaşılması için sarf etmiş olduğu olağanüstü efordur.
Şüphesiz ki İslâm şeriatı, tüm zamana ve mekâna hitap eden bir hayat nizamıdır. İlkeleri de evrenseldir, tatbiki de… İslâm şeriatı yerel bir hukuk sistemi ise asla değildir. Bir hayat nizamı olarak İslâm; insanoğluna ait problemlere, fıtrata uygun bir şekilde çözümler üreten tek hayat nizamıdır. Çünkü bu hayat nizamı; fıtrata uygun, akla kanaat ve kalbe güven veren tek akide olan İslâm akidesinden neşet etmiştir. “İslâm şeriatının evrensel olmadığı” iddiasına bir kaç zaviyeden cevap vermek mümkündür. Meramın anlaşılacağını ümit ederek iki tanesini zikretmekle iktifa ediyorum:
1. İslâm şeriatı, tüm insanlığa mekân ve zaman ayırt etmeksizin inzal olmuş bir hayat nizamıdır. İslâm dininin (şeriatının) sadece Araplara gönderilmiş bir hayat nizamı olmadığını, tüm insanlığa hitap eden evrenselliğe sahip bir hayat sistemi olduğuna Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın şu kavli delâlet etmektedir:
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” [Sebe 28]
2. İnsan oluşumunun, yapısının, fıtri tezahürlerin değişmezliği…
İslâm şeriatı, insanlığın, hayatın idâmesi esnasında karşılaştığı problemlerin çözümünü kendisinde bulduğu bir hayat nizamıdır. Ve biz biliyoruz ki şeriatın muhatabı insanlardır. 1 1400 sene önce inmiş olan İslâm dininin muhatabı insan iken bugün yine insandır...
“İslâm şeriatının günümüzde geçersiz olduğu” savını etkisiz kılmak, sadece insanın oluşumunu incelemekle bile mümkün olacaktır. Zira insandan sadır olan davranışların bütünü insandaki meyillerden meydana gelmektedir. Yani ortaya koymuş olduğu davranışlar belli birtakım meyillerin tezahürüdür. Ve insanın meyillerini oluşturan etkenler ise organik ihtiyaçlar ve içgüdülerin doyurulmasıdır. Organik ihtiyacı ve içgüdüleri tarif edecek olursak kısaca şöyledir:
Uzvi ihtiyaçlar: Her insanda doğal olarak bulunan, fiziksel gereksinimler olarak ele alınması gereken ve doyurulmadığı takdirde ferdin hayatının sona ermesine sebep olan zorunlu ihtiyaçlardır. Yemek, içmek ve def-i hacet gibi...
İçgüdüler: İnsanda var olan dinamik enerjinin açığa çıkma şekilleridir. Nevi, beka ve tedeyyün gibi…
Bu iki etken, insanlığın oluşumundaki değişmeyenlerdir. İnsanoğlunun eşyalara olan meyli başlangıçtan bu yana hiç değişmemiştir. Susuzluğunu gidermesi için susuzluğunu giderecek bir şeye meyli veya içgüdüsü gereği varlığının bekası için farklı farklı temayüllerde bulunması gibi... Dün susayan insan bugün de susarken, dün karşı cinse meyil gösteren insan bugün de göstermektedir. Değişen sadece insanın kullandığı araç ve gereçlerdir. Mademki meselenin temelinde insanın değişmeyen fıtri meyilleri söz konusudur, o zaman İslâm şeriatının evrensel olup-olmaması tartışmaya bile açılamaz.
Malum zevat, bildirinin sonlarında; İslâm’ı yaşarken aynı zamanda laikliğe, demokrasiye sahip çıkmaya davet ediyor.
Her fırsatta “Kur’an Müslümanlığı”ndan ve “indirilen din”den dem vuran zevat!
Madem ısrarla ve her platformda “Kur’an Müslümanlığı”ndan ve “indirilen din”den bahsediyorsunuz. Kur’an’ın hangi yerinde, neresinde Allah’a şirk koşan bir sistemi savunmak vardır?
İslâm’ı her fırsatta karalamaya çalışan ama söz konusu Batı ve değerleri olduğunda dillerini eğip bükerek Batı’ya öykünen; sırf menfaati için dini, kendi heva, hevesleri doğrultusunda yamultmaya çalışan, zatıalileriniz değil mi?
Madem Allah’ın indirdiği dine talipsiniz(!), Allah’ın indirmediği hükümlerle yaşamak sizi neden hiç rahatsız etmiyor?
Hem “indirilen din”in çığırtkanlığını yapacaksınız hem de diğer taraftan Allah’ın indirilmiş hükümlerini yok sayan laikliğin, demokrasinin havariliğini yapacaksınız… Bu, baştan sona çelişki değil midir? Bu anlayış, heva ve arzuların ilah edinilmesi değil midir?
Ama biz, her fırsatı ganimet bilip sizler gibi İslâm’a saldıranların asıl maksatlarını biliyoruz. Sizin derdiniz hiçbir zaman üzüm yemek olmadı; hep bağcıyı dövmek oldu!
O halde sizler de şunu çok iyi bilin ey laik düzen sevicileri: Bizler Müslümanız ve İslâm’a karşı sorumluluklarımız var!
Bu sorumluluğun gereği olarak;
İslâm’a iman etmiş ve onu bir hayat nizamı olarak gören bizler; sizin demagojik ifadelerle İslâm’a zarar verme gayretlerinize müsaade etmeyeceğiz!
İslâm’ı karalama çabalarınıza sessiz kalmayacağız!
Bizler Müslümanız ve İslâm’ın yılmaz bekçileriyiz!
Şunu da sakın unutmayın demokrasi havarileri:
Bizim İslâm şeriatına, kutsallarımıza olan sevgi ve bağlılığımız; sizin laik demokratik düzene olan sevginizden -mukayese edilemeyecek derecede- çok daha fazladır.
“Şüphesiz ki ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” ↩