Esasen bir Amerikan politikasıyla, dolaylı olarak ise hükümet politikasıyla Türkiye’de Müslümanlara yönelik baskı ve zulümler dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Amerika’nın başında olduğu, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve daha birçok işbirlikçi ülkenin de içinde olduğu “Terörle Mücadele İşbirliği” kapsamında yapılan bu zulümler son dönemde IŞİD bahanesiyle gerçekleştiriliyor. Türkiye bu zulümleri milli güvenlik ve ulusal menfaatlerini korumak için yaptığını dillendiriyor.
Amerika 11 Eylül sonrası İslâm ve Müslümanlar ile savaş başlattığında “Ya benimlesiniz ya teröristlerle” demişti. Bu algı ile Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Afganistan’da İslâm’ın en kutsal değerlerini çiğnedi, Irak’ta 1 milyon çocuğu öksüz bıraktı. Türkiye yönetimi dâhil tüm dünya şunu çok iyi biliyordu: Amerika o gün sadece birkaç Müslüman için değil tüm Müslümanlar için “terörist” algısını oluşturmuştu.
Ve Türkiye bu savaşta Amerika’nın safında yer aldı, Türkiye toprakları üzerinden Amerikan askerlerinin Irak’a geçmesini içeren 1 Mart tezkeresini çıkarmak için çırpınıp durdu. Tezkere geçmeyince Amerikan yönetiminden azar işitti ve sonunda tezkereyi meclisten geçirdi. Amerika Irak petrollerini çalıp Irak’ın tüm servetlerini kargo uçakları ile ülkesine taşırken Türkiye gözcülük yaptı. Ebu Gurayb’ın kalın duvarları içinde yaşananları herkes biliyor, Allah da biliyor. Nur bacının ve Iraklı diğer kadınların mektuplarının Türkiyeli yöneticilere ulaşmadığını hiç kimse iddia edemez.
Şimdi soruyorum! Türkiye tüm bunları Amerikan çıkarları için mi yoksa ülkenin milli menfaatleri için mi yapmıştı?
Afganistan işgal edildiğinde NATO’ya destek gücü olarak Türk askerini oraya gönderdi. Amerika’nın Afganistan’daki cinayet ve katliamlarına gözcülük yaptı. Uluslararası kapitalist güçlerin Orta Asya’da kontrol ettikleri uyuşturucu ticaret yolunun karakol bekçiliğini yaptı.
Soruyorum! Türkiye bunu Batı’nın çıkarları için mi yoksa kendi ulusal çıkarları için mi yapmıştı?
Filistin davasındaki ihanetini hiç anlatmayacağım. Yahudi Varlığı “İsrail” ile dostluğunun hangi milli çıkar ve menfaatlere yönelik olduğunu sormayacağım. Zira Gazze dâhil tüm Filistin topraklarının Türkiye sayesinde sürüklendiği akıbet ortadadır. Mısır’da İhvan cemaatini içine çektiği demokrasi çukuruna Filistin’de de Hamas’ı gömdü. Filistin davasını Türkiye’nin Amerikancı politikalarına ve Erdoğan’ın hamasetine emanet edenlere “Atı Alan Üsküdar’ı Geçti, daha hangi Filistin davasından bahsediyorsunuz” demek icap ediyor.
Gelelim Suriye’ye; Türkiye en başından beri Suriye devriminde devrimcilerin yanında olduğunu ve devrimi desteklediğini söyledi. Ancak arka taraftan Suriye çözüm planının aktörü olmak için Amerika’nın kuyruğundan bir saniye bile ayrılmadı. PYD lideri Salih Müslim’i Ankara’da ağırladı, onlar ile yaptığı ortak işbirliği neticesinde devrimci Müslüman grupların gücünü zayıflattı. “Kobani düştü düşüyor” diyerek onlar adına adeta tehlike çanlarını çaldı. Esed rejimi 2012’de Suriye’nin kuzey doğu sınır bölgelerini YPG’ye bırakıp çekildiğinde, rıza gösterdi. Yetmedi! Irak peşmergelerinin konvoylar hâlinde Suriye topraklarına geçişinin güvenliğini sağladı.
Şimdi tekrar soruyorum! Türkiye’nin yaklaşık 7 yıldır Amerika’nın kuyruğundan ayrılmadan yürütmeye çalıştığı Suriye politikası kimin çıkarlarını koruyor? Amerikan çıkarlarını mı yoksa ülkenin milli çıkarları mı?
Milli Güvenliği Kim Tehdit Ediyor?
Türkiye bir taraftan 911 km Suriye sınırının yaklaşık 700 km kadarlık bir alanına çöreklenen YPG-PYD’nin milli güvenliğe tehdit içerdiğini söylüyor, diğer taraftan IŞİD ile mücadele adı altında “Fırat Kalkanı” operasyonunu başlatıp Halep’teki grupları bu operasyona çağırarak bölünmelerine ve Halep’in düşmesine zemin hazırlıyor. Böylece Halep’in düşmesi ile Suriye sahasında YPG-PYD daha da güçleniyor.
Türkiye bir taraftan YPG-PYD’nin kendi toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini söyleyerek ABD’ye bunlara silah verme diyor, diğer taraftan Suriye’de terör gruplarını müttefik olarak gören ABD ile Suriye’nin siyasi çözümü için masaya oturuyor. Hâl böyle iken ne Irak ne de Suriye’de artık hiçbir varlığı kalmayan ve en başından beri ABD ve Batı’nın çıkarlarına hizmet eden IŞİD ile mücadele bahanesiyle samimi ve suçsuz Müslümanlara operasyonlar düzenliyor.
Ne ilginç değil mi? Milli güvenliği tehdit eden YPG-PYD, bunlara silah desteğini kesmeyen ise ABD; ama Türkiye, ABD’nin IŞİD ile mücadele yalanına ortak olmak için hiçbir suçu olmayan Müslümanlara zulmediyor. IŞİD denen örgüt ile herhangi hiçbir alakası olmayan masum Müslümanlara operasyonlar yapıyor. Orta Asya ve Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye gelmiş muhacir Müslümanları tutuklayıp ülkelerinde ölüme gönderiyor. Suriye devrimi boyunca ihtiyaç sahibi Müslümanlara insani yardım faaliyetleri yürüten İslâmi vakıf ve dernek üyelerine “terörist” muamelesi yaparak operasyonlar yürütüyor. İslâmi siyasi davet çalışmaları yapan, şiddet ve silah ile ne dün ne de bugün hiçbir alakası olmayan Hizb-ut Tahrir üyelerine ve sempatizanlarına operasyonlar yapıyor.
Türkiye bir taraftan IŞİD diğer taraftan “FETÖ” adı altından torba soruşturmalar yürüterek suçlu suçsuz tüm herkesi töhmet altından bırakıyor. IŞİD adı altında yapılan operasyonlar ile samimi Müslümanların İslâmi kimliklerini karalamaya ve çevrelerinde “terörist” algısı oluşturmaya çalışıyor. Diğer taraftan ise “FETÖ” adı altında oluşturduğu gözaltı ve açığa alma listelerinde suçlu suçsuz ayrımı yapmadan aileleri mağdur ediyor. Asıl zanlılar ise firari olarak Amerika ve Avrupa ülkelerinde Türkiye aleyhinde politik faaliyetler yürütüyor.
Son dönemde her kim gözaltına alınıyorsa IŞİD yaftası ile haklarında suçlamalar yapılıyor. Hükümetin politikalarını eleştiren, hükümeti samimiyetle muhasebe edenler baskı altına alınıyor. Hizb-ut Tahrir gençlerine IŞİD bahanesiyle yapılan son operasyonlar da bunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan; Suriye katili Esed için bile “Siyasetin yolu herkese açık” derken İslâmi siyasi çalışma yapan tertemiz Müslümanlara tahammül edemiyor. Binali Yıldırım Amerika ve İngiltere ziyaretlerinde Türkiye içinde IŞİD adı altında yapılan operasyonlarda 5 bin kişin gözaltına alındığı ve 4 bin kişinin tutuklandığı ile övünüyor. Ne ilginç değil mi, Türkiye’de 5 bin IŞİD örgütü mensubu varmış da biz bilmiyor muşuz!
Hükümetin bu meseledeki sorumluluğu açık ve bellidir. Yöneticiler kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyor değiller, kimin terörist kimin masum olduğunu da biliyorlar. Bu iş böyle yürümez ve zulüm ile abad da olunmaz! Zulmedenler Allah’ın azabından hiç mi korkmuyorlar?
Mesele hak ve hukuk meselesi olduğu için hukukçular, avukatlar ve medya mensuplarının sorumluluğu da önemlidir. Onlara sadece şunu soruyorum:
“Bu haksız ve hukuksuz gözaltı operasyonlarına ve tutuklamalara maruz kalan Müslümanların sizin nezdinizde Reza Zarrab kadar milli, hukuki ve vicdani bir değeri yok mu? Her gün televizyon ekranlarına çıkıp konuşuyorsunuz, yapılan bu zulümler hakkında kuracağınız tek bir cümle yok mu?”
Yine İslâmi sivil toplum kuruluşlarına, insan hak ve hukukunu savunan derneklere de sorumluluk düşüyor, onlara da şunu hatırlatmakta fayda görüyorum:
“Gerçekten hak ve hukuk namına bu zulümler karşısında sizin yapacağınız çok şey olmalı. Zira 28 Şubat dönemlerinde yaşanan hak ihlallerinden daha fazlası şimdi yaşanıyor. Unutmayınız ki dünün zalimi ile bugünün zalimi arasında hiçbir fark yoktur. Zalim senin de olsa başkasının da olsa zalimdir. Zulüm sana da yapılsa başkasına da yapılsa zulümdür. Sakın zalimlere meyletmeyin!”