İşgalci “İsrail”i Yenecek Gücümüz Yok mu?
03 Ağustos 2024

İşgalci “İsrail”i Yenecek Gücümüz Yok mu?

Yahudi varlığı “İsrail”in Gazze’de uyguladığı işgal ve soykırım 300’üncü gününü geride bırakırken Müslüman halkların askerî müdahale talebine rağmen İslam beldelerinin yönetimlerinin utanç verici sessizliği devam ediyor. İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi 57 devlet, bugüne kadar “İsrail”i kınamak ve Birleşmiş Milletler’i göreve çağırmak dışında bir şey yapmadı. Yahudileri korkutup caydıracak tek bir somut adım atılmadı. Müslümanlar, “Bu vahşi soykırım, bu aşağılanma daha ne kadar sürecek?” diye birbirine sorarken, geçtiğimiz pazar gecesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan insanları umutlandıran ve “Acaba olur mu?” diye düşündüren bir çıkış geldi.

Erdoğan, AK Parti Rize İl Teşkilatı'nın bir otelde düzenlenen toplantısında yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullandı:

“Biz çok güçlü olmalıyız ki bu ‘İsrail’ Filistin’e bu akara makarayı yapamasın. Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl biz Libya’ya girdiysek, bunun benzerini aynen onlara da yaparız. Yapmamak için hiçbir şey yok. Sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları da ne yapalım, atalım."

Cumhurbaşkanı’nın bu sözleri, iktidarı boyunca “İsrail” sorununu sürekli uluslararası topluma havale eden genel siyasetinden farklı bir mesaj içerdiğinden kamuoyunda çokça tartışıldı ve konuşuldu. Kimileri, “Türkiye’nin bunu yapabilecek her türlü imkana ve kabiliyete sahip olduğunu”; kimileri, “ABD ve diğer sömürgeci Batılı devletlerin engel olacağını”; kimileri de “Müslüman halkların öfkesini hafifletmek için Erdoğan’ın sadece tribünlere oynadığını” söyledi.

Şimdi bütün bu yaklaşım ve yorumları bir araya getirerek, Erdoğan’ın sözlerinde ne derece ciddi olduğuna ve Türkiye’nin “İsrail”e savaş açarak Gazze’yi ve bir bütün olarak Filistin’i işgalden kurtarmasının mümkün olup olmadığına bakalım…

Öncelikle; Erdoğan’ın konuşmasındaki “akara makara” ifadesinin, memleketi Rize’de olmasının verdiği rahatlıktan kaynaklanan bir dil sürçmesi olduğunu değerlendirerek “İsrail”e girmek için öne sürdüğü “güçlü olmalıyız” kısmından başlayalım. Burada dikkat çeken nokta; Erdoğan’ın “güçlü olmalıyız” sözünü “Libya ve Karabağ’a nasıl girdiysek” cümlesinden sonra “İsrail’e girme” konusuna gelince söylüyor olmasıdır. Şöyle bir anlam çıkıyor: “Libya ve Karabağ’a girerken Türkiye güçlü idi fakat söz konusu ‘İsrail’ olunca bu güç yetersiz ve tekrar güçlenmek gerekir.”

Yani Libya sahasına girerken Türkiye’nin tehlikeli bir oyun oynadığını söyleyerek NATO’ya şikayet eden Fransa başta olmak üzere Libya’da nüfuz sahibi olan İngiltere ve Avrupa ile savaşma riskini göze alıyorsunuz, Azerbaycan’a Karabağ’ı işgalden kurtarmak için yardım ederken -doğru bir adımdır-Ermenistan’ın hamisi ve aynı zamanda Ermenistan’ın da üye olduğu Kolektif Güvenlik Örgütü’nün kurucusu Rusya ile çatışmayı göze alıyorsunuz ama iş Yahudi varlığına had bildirmeye gelince, “güçlü olmak gerektiğinden” bahsediyorsunuz.

Peki neden? Çünkü “İsrail”in arkasında Amerika var. Türkiye’nin gücü Amerika’ya yetmez!” vs. Oysa gerçek böyle değildir. Eğer bu argümanlar bahane kabul ediliyorsa o zaman Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin desteğiyle var edilen ve ABD tarafından silahlandırılan terör örgütü PKK’ya karşı ABD’ye rağmen operasyon yapmakla övünmesi de söz konusu olamazdı. Fakat Türkiye her platformda, “bağımsız” bir şekilde bu harekatları yaptığını ve yapmaya da devam edeceğini söylüyor.

Dolayısıyla meselenin aslı böyle değildir. Evet, Türkiye ne Suriye’ye ABD’ye rağmen harekatlar düzenledi ne de Libya ve Karabağ’a kendi öz gücüne güvenerek girdi. Tüm bu askerî adımlar, ABD’nin küresel çıkarlarına yardımcı olmak için atıldı. -Dışişleri eski Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun itiraf ettiği üzere;- Suriye’ye yapılan harekatlar, muhalif gruplara terörle savaş bahanesiyle mevzilerini terk ettirerek Halep gibi birçok şehrin kaybedilmesi ve İslami halk devrimine karşı rejimin tekrar ayağa kaldırılması için ABD ile birlikte planlanarak yapıldı. Libya’ya, İngiliz güdümlü Trablus hükümetini aldatıp müzakereye yönlendirmek amacıyla ABD kuklası Hafter’e alan açmak için girildi. Aynı şekilde Karabağ’ın işgalden kurtarılmasına, Rusya’nın Ukrayna batağında debelenmesini fırsat bilerek Ermenistan’ı ABD’nin kucağına itmek için destek verildi. Nitekim bu ülkelerdeki son siyasi duruma bakıldığında ABD’nin tüm hedeflerinin gerçekleşme yolunda olduğu görülecektir.

Dolayısıyla Erdoğan’ın, “İsrail”e gelince, “güçlü olmak” bahanesine sığınması, güç ile ilgili değil ABD’nin bunu isteyip istememesi ile ilgilidir. İktidarın, kafir ABD ile kurduğu dostluk ve müttefiklik ilişkisiyle ilgilidir. Bu ilişki, sahibinin izzet ve şerefini yok ettiği gibi ülkeyi de esaret ve boyunduruk altına almaktadır. İşte bu sebeple Erdoğan, Rize’de söylediği “‘İsrail’e gireriz” sözünden iki gün sonra çark ederek çözüm için topu yeniden BM’ye atmak zorunda kaldı.

Nihayetinde “Türkiye bir gece ansızın Tel Aviv’e girecek” diye hamaset yapılırken Yahudi varlığı “bir gece ansızın” İran’ın kalbinde Hamas lideri İsmail Haniye’yi suikast düzenleyerek katletti. Erdoğan ve diğer liderler bu saldırıyı, ABD’ye olan bağlılıkları nedeniyle sadece kınamakla ve lanetlemekle yetindiler.

Gelelim, güç meselesine ve “Nasıl güçlü olunur?” sorusunun cevabına…

Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin gücü Avrupa’ya da, Rusya’ya da, “İsrail”e de, ABD’ye de yeter! Bu, “güç” kavramını nasıl tanımladığınıza, dünya siyasetine hangi nazar ile baktığınıza, kendinizi ve İslam ümmetini nerede konumlandırdığınıza bağlıdır. Daha somut bir ifadeyle; gücü nerede aradığınızla ilgilidir. Sadece maddi, askerî kuvvette mi yoksa maddi, askerî, coğrafi, insani vb. tüm güç dinamiklerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmayı sağlayacak fikrî, manevi kuvvette mi?

Hiç şüphe yok ki, insani ilişkiler düzeyinde her şeyden üstün olan yegâne güç, İslam’dır. İslam, âlemlerin Rabbinden gelen son hak din ve dört başı mamur bir hayat nizamı olarak dünyadaki tüm inanç ve ideolojilerden üstündür. İslam’a gerçek manada iman edip hayatlarına tatbik eden toplumlar, kendi aralarında sarsılmaz bir bağ oluşturdukları gibi düşmanlarına karşı da her zaman galip gelirler. Savaş meydanlarında eşi, benzeri bulunmayan kahramanlıklar sergileyerek zaferden zafere koşarlar. Zira kafirler, sadece menfaatleri ve şehvetleri için savaşırken Müslümanlar, şehitlik ve zafer olmak üzere iki güzellikten biri için savaşırlar. İslam akidesinin bu eşsiz ruhi kuvveti sayesinde tarihte İslam orduları zaferden zafere koştular. Çünkü şu ayetler onlara güç veriyordu:

“Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer gerçekten iman etmişseniz üstün gelecek olan sizsiniz.” [Âl-i İmran Suresi 139]

"Rabbin meleklere vahyetmişti ki, ‘Şüphesiz Ben sizinleyim. İman edenlere sağlamlık katıp küfre sapanların kalplerine amansız korku salacağım...’" [Enfal Suresi 12]

"İnsanlar onlara; ‘Düşmanlarınız size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!’ dediler. Bu, onların imanını arttırdı da, ‘Allah bize yeter o ne güzel vekildir.’ dediler." [Âl-i İmran Suresi 173]

“Müminlere zafer vermek üzerimize bir haktır (borçtur).” [Rum Suresi 47]

Kur’an-ı Kerim’deki bu ve benzeri nice ayetler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in birçok hadisi, Müslümanların gücünün kaynağını anlamak için açık ve yeterlidir. Bu nedenledir ki, kafirlerin beynine "İslâm ordusunu yenmek mümkün değildir!" düşüncesi kazınmıştır. Bu hakikat, günümüzde de geçerlidir ve kıyamete kadar değişmeyecektir. Dünya’nın en güçlü ordusu olarak bilinen ABD, Irak'ta bir avuç mücahit karşısında büyük kayıplar vererek hezimete uğramış ve 20 yıl boyunca NATO'yu da yanına alarak işgal ettiği Afganistan'dan arkasına bakmadan kaçmak zorunda kalmıştır. Yahudi varlığı, 100 bin ton bomba kullanarak tüm gücünü seferber ettiği halde Gazze'de direnişi bitirememiş ve somut, askerî bir başarı elde edememiştir.

Burada kısaca özetlediğimiz tüm bu hakikatler, ihlas ve takva ile savaşıldığı sürece kafirlerin Müslümanlara üstün gelemeyeceğini göstermektedir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "güçlü olmalıyız" sözü, Müslümanları oyalamaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye, askerî güç açısından zayıf bir ülke değildir; NATO'nun ikinci, dünyanın onuncu büyük ordusuna sahip olmakla anılan bir ülkedir. “İsrail” ile mukayese edilmesi bile “zül” sayılır. Ayrıca, Türkiye Yahudi varlığına savaş açtığında, İslam beldelerinde “İsrail”le cihat etmek için yanıp tutuşan milyonlarca Müslüman arkasından gelecektir. Bu durum hem ABD hem de diğer Batılı devletler için Yahudi varlığını gözden çıkarmaya yöneltecek kadar caydırıcı nitelikte olacaktır.

Velhasıl, Hilâfet’in kaldırılması karşılığında Lozan Antlaşması'nı onaylayıp Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıdığı için eleştirilen İngiltere'nin Dışişleri eski Bakanı Lord Curzon'un; "Türkler bir daha eski günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları Lozan Antlaşmasıyla ruhen, imanen öldürdük." sözlerinde geçtiği gibi, Hilâfet’in yıkılmasıyla siyasi gücümüzü ve birliğimizi kaybetmiş olsak da ruhumuzu ve imanımızı asla öldüremezler. Muhtaç olduğumuz kudret; Allah'ın Kitabı, Rasulullah'ın Sünneti ve İslam ümmetinin kalplerinin derinliklerinde yerini korumaktadır.

Yapılması gereken; o gücü oradan çıkarmak ve layık olduğu yönetim makamına tekrar taşımaktır. Yapılması gereken; Amerika'nın ipini koparmak, sözleri evirip çevirmeyi bırakmak, dünya ve ahiret başarısı için siyasi irade ortaya koymaktır.