İstanbul 14. Ağır Ceza mahkemesi tarafından, 19 kardeşimize Hizb-ut Tahrir’e üye olmaları ve Hilafet istemeleri sebebiyle 119 yıl ceza verilmesine sonrasında, Timeturk yazarı Sayın Oğuz Eser’in “Müslüman Ülkelerin Hizb-ut Tahrir ile Dertleri Ne?” başlıklı makalesinin Hilafet hakkında böyle fikri bir tartışmanın başlatacağı düşünülmemişti.
Türkiye’de Müslüman âlimler ve kanaat önderleri, yazdıkları köşelerde, konuştukları kürsülerde, kitaplarında ve katıldıkları televizyon ya da radyo programlarında gerekli gereksiz birçok şeyi tartışabiliyorlar. Tarihte İslam âlimleri yaşadıkları dönemin sorunlarını çözmede bütün gayretlerini ortaya koyarak içtihat ehliyeti ile müslümanların problemlerine İslam’dan çözümler üretmişlerdir. Ancak bugün âlimler bugünün insanlarının sorunlarını çözüme kavuşturacak hiçbir çalışmanın ve tartışmanın içinde olmak istemiyorlar. Örneğin yönetim noktasında İslam’ın bir bakışı var mı yok mu? Varsa bu nedir ve bunun varlığı yeniden nasıl pratiğe aktarılmalıdır? Tüm bu sorular ve konular bugün Türkiye’deki Müslüman âlimlerin ve entelektüel aydınların ajandasında kendine bir türlü yer bulamamıştır.
Bu sebeple başlamasına Oğuz Bey’in vesile olduğu bu fikri tartışma benim nazarımda kıymet arz ediyor. Temennim bu tartışmaya bir yönü ile diğer yazar âlim ve akademisyenlerin de katılmasıdır.
Oğuz Bey’in en son kaleme aldığı “Hilafet Neden Ütopyadır?” başlıklı yazısında tez olarak öne sürdüğü savlarını değerlendirmeye geçmeden önce bir kaç şeyin altını özellikle çizmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bir konu veya fikir tartışmaya açılıyorsa, bu tartışma için o konuyu tartışacak doğru bir zemin belirlenmelidir. Eğer o konuyu tartışan muhataplar doğru bir zeminde tartışmayı yapamaz iseler bırakın doğru sonuca ulaşmayı herhangi bir sonuca dahi ulaşamazlar. Yine tartışma akli veya şer-i zemin den birinde yürütülmelidir. Bu ikisinin dışında olursa geçmişte kelamcı veya felsefecilerin düştüğü hataya düşülebilir. Ayrıca tartışmada ifade edilen kelime ve kavramlardan ziyade o kelime ve kavramların oluşturduğu cümle bütünlüğündeki mefhumlar dikkate alınmalı ve bunlar üzerinden değerlendirme ve eleştiriler yapılmalıdır. Bu sadece tartışmayı yapan muhataplar için gerekli değil tartışmayı izleyen ve yorumları ile bu tartışmaya katılanlar içinde gereklidir.
Şimdi bu tartışmada bir zemin belirlemeliyiz. Tartışmayı yapan muhataplar ve takipçiler de Müslüman olduklarına göre bu tartışmanın zemininde ayrışma olmamalı. Önce tartışma konumuzu veya konularımızı belirleyelim.
Tartışma konusu; insanın yönetilmeye (hayatlarının bir düzene konulması) muhtaç olup olmadığı konusunu mudur?
Tartışma konusu; İnsanın kendi ile yaratıcısı ile ve diğer insanlar ile olan ilişkilerinin bir sistem ve düzene konulmasında İslam’ın bir yönetim sistemini belirleyip belirlemediği konusu mudur?
Tartışma konusu Hilafet’in İslam’ın yönetim sistemi olup olmadığı konusu mudur?
Yoksa Hilafet’in bugünün şartlarında bir yönetim sitemi olarak uygulanıp uygulanamayacağı konusunu mu tartışıyoruz?
Dikkat edilirse her biri birbiri ile ilintili olsa da tartışma konuları ve zeminleri farklı olan 4 ayrı konu ile karşı karşıyayız. Bu konuların bazılarının tartışılma zemini akli zemin olması gerekirken bazılarının tartışılma zemini şer-i zemindir.
Oğuz Bey, ilk yazısında “Hilafet bir ütopyadır” ve “Hilafet mevcut dünya şartlarında anlamlı ya da faydalı değildir.” Dedi. Bu ifadeleri ile Hilafet’in real gerçekliği olmayan bir sistem olduğunu iddia ediyor. Ayrıca aynı yazısında bugünün dünya şartlarında Hilafet’in olmasının anlamlı ya da faydalı olmayacağını iddia ediyor. İkinci yazısında ise tamamen başka bir konu ile ilgili savlarını öne sürüyor. Yönetme konusunda insan üzerinden hareketle Allah’ın İslam için yeryüzünde bir yönetim mekanizması belirlemediğini iddia ediyor. Bu iddiasını ise benin yazımda Hilafet tanımında kullandığım sadece bir kelime ya da kavram (temsil) üzerinden delillendirmeye çalışıyor. Oğuz Bey burada benim yazımda Hilafet ile ilgili kurduğum cümlelerin mefhumu ile değil de, cümlelerdeki kelimelerin anlamları üzerinden eleştiriler oluşturup tespitler ortaya koyuyor. Yazar aynı şeyi “siyasi erk” kavramı üzerinden de yapıyor.
Şimdi en baştan tek tek Oğuz beyin savlarını ele alalım ve yukarıdaki tartışma konusunu oluşturan sorulara da cevaplar verelim.
Oğuz Bey, inanç dairesinde tanımak için ispata gerek duyulmadan iman edilen Allah, O’nun elçisi Rasul ve Kur’an-ı Kerim den bahsediyor. Ben burada Allah, O’nun Rasul’ü ve Kur’an-ı Kerim’e iman için kesinlikle ispat ve tanımanın gerekli olduğunu ve bunun akli olduğunu söylemek istiyorum. Bu konu kendi başına apayrı ve uzun yazmayı gerektiren bir konu olduğu için bu yazımda bunu söylemekle yetinmek istiyorum. Bu konuda **Takiyyuddin en-Nebhani’**nin yazdığı İslam Nizamı kitabının ilk konusu olan “İman Yolu” konusu okunmaya değerdir. Özetle Allah’a, O’nun Rasul’üne ve Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğuna iman için kesin ve kat-i “akli” deliller gereklidir. Yoksa iman kat-i ve kesin olmaz.
Bu kısa izahattan sonra insan’ın tanımının doğru yapılması gerektiğini de ifade etmeden geçemeyeceğim. Çünkü Oğuz Bey, İnsan ile ilgili (Ben), (Ben olmayan) gibi kavramlardan hareketle aslında insan hakkında da doğru bir tanımın yapılmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. İnsan içgüdü ve uzvi ihtiyaçları olan ve aynı zamanda aklı olan bir varlıktır. Burada insanı diğer canlılardan ayıran temel özellik akıldır. İnsanı bu şekilde sade ve somut olarak tarif ettiğimizde insanın aciz, eksik, muhtaç olduğunu görürüz. Sadece buradan hareketle insanın kendi ihtiyaçlarını giderme, içgüdülerini tatmin noktasında dahi bir düzenleyicinin düzenlemesine muhtaç olduğu apaçık ortaya çıkar. Burada soru, bu düzenleyicinin kim olduğu konusu ve bu düzenlemesini insanlar üzerinde nasıl sistemleştireceği ve somutlaştıracağı konusudur.
Biz insanın kendisi ile diğer insanlar ile ve yaratıcısı ile olan ilişkilerini düzenleyenin Allah Subhanehu Ve Teala olduğuna iman ediyoruz. Allah Subhanehu Ve Teala insanların bu ilişkilerini düzenleyecek kanunlarını bir Rasul aracılığı ile insanlara bildirmiştir. Burada Rasul, Oğuz Bey’in dediği gibi sadece insanların “ahiretleri için bir rehber, öğüt verici ve uyarıcı olarak değil” dünya hayatlarının da düzenlenmesi için gönderilmiştir. O’nun için Allah’ın Rasul’ü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Medine de devlet başkanı vasfı ile sadece müslümanların değil tüm insanların muamelelerini hükme bağlamış, cezalandırmalar yapmış, diğer devletler ile anlaşmalar yapmış, fetihler gerçekleştirmiş, İslam’a davet için diğer devlet yöneticilerine ve halkına elçiler göndermiştir. O halde sadece buradan hareketle İslam’ın sadece ruhani değil siyasi bir din olduğunu toplum üzerinde hükmünün uygulandığını görmüş oluyoruz.
"Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Haktan sana gelenden sapıp da onların hevalarına uyma." 1
"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet. Onların hevalarına (arzularına) uyma. Seni, Allah'ın sana indirdiğinin bazısından saptırmalarından sakın." 2
Şimdi bu aşamadan sonra şunu diyebilir miyiz: “Bu hükmün toplum üzerinde uygulanması sadece vahyin geldiği dönem kadardır, Allah Rasul’ü nün vefatından sonra vahiy kesilmiştir bu sebeple hükmün uygulanması da sona ermiştir.” Böyle bir şeyi söylemek Allah Subhanehu Ve Teala’ın ilahlığında ve dinin bütünlüğünde şüpheye gitmek ve sınırlama yapmak gibi bir şeydir. Biz inandığımız dinin tüm hayatı kapsayıcı düzenlemeler getirdiğine inanıyorsak O’nun dünya hayatı için bir yönetim sistemi vaaz ettiğine de inanıyoruz demektir.
İslâm dini, hayatın bütün problemlerini çözebilecek, eksiksiz, kapsamlı bir hayat sistemidir. İslâm risaleti tüm insanlığa yönelik kapsamlı ve evrensel bir mesajdır. Öyle ki insan hayatına ilişkin tüm olayları, hayatın öncesi ve sonrası ile ilişkilendirerek düzenler. İnsanlığın sorunlarını, hem insanı her yönü ile bilerek hem de yaratıcısı, nefsi ve diğer insanlarla olan ilişkilerini, zamana ve mekâna bağlı olmaksızın düzenleyerek bir çözüme kavuşturur. Buradan İslam için de bir tarif ortaya koymanın gerekliliği doğuyor:
İslam; İnsan’ın kendisi ile olan ilişkilerini (İçgüdü, uzvi ihtiyatlar ve ahlak), İnsanın Rabbi ile olan ilişkilerini (Akide ve ibadetler) ve İnsan’ın diğer insanlar ile olan ilişkilerini (muamelat ve ukubat) düzenleyen dindir.
İnsanın tüm ilişkilerinin düzenlenmesi için yönetilmeye muhtaç olduğunu, İslam’ın da bu ilişkileri düzenleyici bir yönetim sistemi belirlediğini ortaya koyduktan sonra, şimdi bu sistemin ne olduğuna geçebiliriz sanırım.
İslam’ın yönetim sisteminin ne olduğunun tartışılma zemini muhakkak ki vakıa ve akıl değil, bilakis şer-i hüküm olmalıdır. Çünkü İslam’ın yönetim sisteminin ne olduğunu belirleyecek olan O’nu insanlık için bir risalet olarak gönderendir. Bu konuda birçok nass olmasına rağmen ben sadece konumuzla çok daha ilişkili olması açısından Allah Rasul’ü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şu hadisi şerifini buraya koymak istiyorum:
"İsrail oğulları Nebîler tarafından siyaset (idare) edilirdi. Bir Nebî öldüğünde onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık Nebî yoktur. Ancak birçok Halifeler olacaktır.” Oradakiler dediler ki: “Bu durumda bize ne emredersin?” Dedi ki: “İlk biat edilene vefakâr olun ve ona karşı olan görevlerinizi yerine getirin. Muhakkak ki Allah size karşı görevlerini yerine getirip getirmediklerini onlardan soracaktır.” 3
Şimdi artık Oğuz Bey’in oluşturduğu denklem den hareketle Oğuz Bey’in bilinmeyen olarak belirlediği Hilafet’in bilinen olduğunu söyleyebiliriz. Eğer Hilafet’in bilinen olmadığını ve açıklanması gerektiğini iddia ederseniz sadece nassın açıklanmasını yani hadiste geçen halife kavramının açıklanmasını talep edebilirsiniz. Ki, hadiste geçen Halife’yi tüm âlimler siyasi bir kavram olarak tanımlamışlar, sahabeler böyle anlamışlar ve Allah Rasul’ü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem vefat edince daha O’nu defnetmeden bunu uygulamaya koymuşlar ve ilk Halife’ye biat vermişlerdir. Yani Hilafet açık olarak bilinendir. Hilafet’in asırlar boyu somut olarak hayatta İslam’ın bir yönetim sistemi olarak uygulanmış olması onu yalnız başına bilinen kılmaktadır zaten.
Oğuz Bey’in Hilafet’i bilinmeyen olarak görmesi sanırım daha önce de ifade ettiğim gibi benim önceki yazımda ifade ettiğim cümlelerdeki kelimelerin anlamını, kelimenin kullanıldığı cümleden veya diğer cümlelerin mefhumundan ayrı ele almış olmasıyla alakalıdır. Ben Hilafet ten bahsederken “temsil” ifadesini bir cümle içerisinde kullandım. Eğer temsil ifadesini Halifenin yeryüzündeki Allah’ın temsilcisi olması şeklinde kullanmış olursam bu katiyen yanlıştır zaten. Bu papalıktaki teokrasi gibi olmuş olur ki, Allah’ın ulûhiyet ve ubudiyetine aykırı olmuş olur. Ben hem “temsil” ifadesini hem de “siyasi erk” ifadesini Allah’ın dininin yeryüzünde uygulanmasındaki “otorite” anlamında kullandım. Hakeza aynı yazıda cümlelerimin devamında “Hilafet Allah adına yönetmek değil Allah’ın hükümleri üzerine insanların dâhili ve harici işlerini gütmek yani siyase etmektir.” diyorum.
Dolayısıyla Allah’ın kadiri mutlak güce sahip olması ile Hilafet ve Halifenin herhangi bir ilişkisi yoktur. Allah’ın kadiri mutlak gücü başka bir şeydir. Halife’nin yeryüzünde ki otoritesi başka bir şeydir.
Ayrıca Halife atama veya yetkili temsilci kılma şeklinde değil, bizzat ümmetin kendisine Halife olarak biat vermesi ile otorite sahibi olur. Bu sebeple İslam’da otorite ümmete aittir. Otoritenin ümmete ait olması sadece diğer insanların değil, yine beşeri bir varlık olarak insan olan Halife’nin de yönetildiği anlamındadır. Yani Halife’nin diğer insanlardan bu yönü ile hiçbir farkı yoktur. O sadece Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde tatbik edilmesi için ümmetin otoriteyi kendisine verdiği yöneticidir.
İslâmi yönetim nizamı yeryüzündeki diğer tüm yönetim nizamlarından; a- Üzerine kurulduğu esaslar açısından, b- İşlerin yürütülmesi sırasında benimsediği fikir, mefhum, ölçü ve hükümler açısından ve c- Uyguladığı anayasa ve kanunlar ile devlet yapısı açısından belirgin farklılıklar taşır. En önemli özelliği ise nizamların tatbik edilmesinde otorite ile ümmetin birlikte hareket etmesidir. Halife hükümlerin uygulanmasında Allah’tan korku ve rızasını kazanma bilinci ile hareket eder. Ümmet ise yine hükümlerin tatbikini Allah’ın rızasını kazanmak için Halife’yi muhasebe ederek yapar.
İslam’ın yönetim sistemi Hilafet’in sadece bir köyde veya şehirde uygulanabilir olması ama tüm insanların yaşadığı dünyada uygulanabilir olmaması tezi esasta kendisi ile tezatlık içerir. İslam’ın yukarıdaki tarifinde İnsan’ın ilişkileri ifadesini kullandık. Müslüman’ın ilişkileri ifadesini değil. Dolayısıyla Hilafet sadece müslümanların yaşadığı belde için otorite sahibi değildir. Müslüman olmayanların yaşadığı belde içinde otorite olabilir. İnsanlar Müslüman olmadıkları halde O’nun yönetimine kendi rızaları ile bağlı kalırlar. Bununla alakalı tarih örneklerle doludur. O halde İslam evrensel bir fikre sahip olduğu için yeryüzünün her tarafında hâkimiyeti gerçekleşebilir. Bu ise İslam’ın tüm insanlık için gönderilmiş evrensel özellikler taşımasıyla alakalıdır.
Oğuz Bey’in Hilafet’in pratikte uygulanmasının imkânsızlığı iddiasını şu somut değerlendirme ile çok kolay çürütebiliriz. Oğuz Bey, bugünkü haritaya bakarak böyle bir şeyin olmasının imkânsızlığı savını dile getiriyor. 14 asır önceye gidelim ve haritaya bakalım. Mekke de bir Rasul etrafında sayıları bir elin parmakları kadar olan sahabe, imkân ve olanakları ve sonrası… 26 milyon kilometre kareye ulaşmış ve insanları hidayete kavuşturmuş bir din. Şimdi eğer insan değişmediyse, din ve hükümleri değişmediyse ki değişmemiştir. Bu dini gönderen Allah Subhanehu Ve Teala dinin hükümlerini noksan, zaman ve mekan ile sınırlı göndermediyse bugün dinin yeniden hayatta tatbik edilmesi nasıl ütopya olabilir.
Hilafet ütopya değildir. Çünkü bilinen bir varlıktır. Hilafet, nübüvvet metodundan sonra yeryüzünde İslam’ın yönetim metodudur. Bugün artık gerekli olan şey Hilafet’in ikamesi için ideolojik fikri ve siyasi kitlesel bir çalışmanın gerekliliğidir. Hilafet’in yeniden ikamesi için ferdi değil kitlesel bir çalışmanın gerekliliği hem aklen hem de şeran gereklidir. Hizb-ut Tahrir ise yeniden **Raşid-i Hilafet Devleti'**nin ikamesi için çalışan ideolojik fikri ve siyasi bir kitledir.
İşte Oğuz Bey’in Müslüman Ülkelerin Hizb-ut Tahrir ile dertlerinin ne olduğu sorusunun cevabı buradadır.
(1)Maide 48
(2) Maide 49
(3) Buhari, 3196; Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619