Ankara 11. Ağır Ceza mahkemesinin Hilafet’in ikamesi için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışmalarından dolayı 5 kardeşimize verdiği 42.5 yıl mahkûmiyet cezası sonrasında yeni bir Hilafet tartışması başlar mı bilemiyorum. Lakin bildiğim bir şey var ki Hilafet tartışmasına genelde çoğu kimse müdahil olmak istemiyor. Burada genellikle yazar ve akademisyenlerden bahsediyorum. Bu tartışmaya katılmayanlar, bu tartışmanın ümmet içerisinde ümmetle beraber konuşulmasını istemeyenler çoğunlukta. Böyle bir konunun gündeme getirilmesinden rahatsızlık duyanlar ise daha çok.
Müslümanların ise böyle bir tartışmanın içinde olmak isteyeceklerini, tartışmaya yorumları, düşünceleri ve bazen de duyguları ile katkı sağlayacaklarını düşünüyorum. Çünkü Müslüman halk; yazar ve âlimler gibi “sınırları olmayan ölçüde çok okumuş” ve bu manada zihin karışıklığı yaşamış insanlar değillerdir. Ümmet sade, berrak bir zihin ve duygu ile sadece bir şeyin eksikliğini özellikle son 10 yılda fazlasıyla hissetmeye başlamıştır. Bu eksiklik kendilerini koruyacak bir yöneticinin eksikliğidir. Evet, ümmet bunu dert edinmeye başlamıştır. Onun için Hilafet konusu “dertli” bir konudur. Bu eksikliğin Müslümanlar tarafından hissedilmesi ve talep edilmesi saf, berrak ve duygusaldır. Bunun için Müslümanların çok okumaları, ilmi ve içtihadı metodik tartışmalar yapmaları da gerekmiyor.
Hilafet Tartışmaları…
Malumunuz olduğu üzere Sayın Oğuz Eser’in daha 2 hafta önce İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin yine Hilafet isteyen 19 kişi için verdiği 119 yıl mahkûmiyet kararı sonrasında kaleme aldığı “Müslüman Ülkelerin Hizb-ut Tahrir ile Dertleri Ne?” başlıklı makale ile güzel bir tartışma başlamıştı. Hilafet tartışması olarak başlayan ve devam eden bu güzel karşılıklı münazara eğer yeni katılımcılar dâhil olmazsa şimdilik son bulacak gibi. Çünkü Oğuz Bey, son makalesinde bu zeminde Hilafet tartışmasına devam etmeyeceğini ima etmiş ve tartışmanın neredeyse tüm muhataplarına bazı eleştiriler getirmişti.
“Hilafet tartışmalarından neler öğrendim” başlıklı son makalesinde konunun tartışılma zemininden kaydığını ve kendi istediği zeminde tartışmanın devam etmediğini ifade ederek istenilirse kendi istediği zeminde konuyu özelde tartışabileceğini ifade etmiş. Oğuz Bey, Hilafet konusunu akli hatta felsefi bir zeminde tartışmak istiyor. Bu, Namaz’ın hükmünün akli zeminde tartışılması gibi bir şeydir. Müslümanların Rabblerine ibadet olarak ifa ettikleri Namaz’ın farz olup olmadığını nasıl akli zeminde tartışabileceğiz? Eğer şunu sorarsanız anlarım: İnsanların rabblerini kutsamaları konusu akli zeminde tartışılabilir mi? Evet insanların rabblerini kutsamaları fıtri yani içgüdüseldir. Bu akli zeminde tartışılabilir. Ancak bu kutsamanın nasıl olacağını yani ibadetin ne şekilde olacağını akıl belirleyemez. Onu ancak Rabb belirler.
Dolayısıyla Hilafet de aynen namaz gibidir. İnsanların işlerinin yaratıcıları tarafından düzene konulmasının gerekliliği aklidir. Ancak dünyada bu düzeni tanzim edecek yönetim sisteminin ne olduğu konusu akli değil şer-i olmalıdır. Sanırım Oğuz Bey, bu ince noktada da zorlama bir rasyonellik istiyor. Burada rasyonellik şer-i hükmün ne olduğunu öğrenmek kadar olmalıdır. İşte o zaman ayet ve hadisleri kafamıza atılan taş gibi değil, hükmü açıklayan delil gibi görebilmiş olabiliriz.
Ayrıca Oğuz Bey’in tartışmadan ayrılırken tartışmayı takip edenler ile İnternet üzerinden ve sosyal medyada ki görüşmeleri veya makaleye yapılan yorumları üzerinden, geçmişte başka bir yazısı için aldığı üstü kapalı ölüm tehdidi ve hakaretler konusunu, Hilafet tartışmaları için kaleme aldığı son yazısında dile getirmesi hoş olmadı. Çünkü bu konuda okuyucular ve yorumcular üzerinde bilerek ya da bilmeyerek kapalı bir töhmet ortamının oluşmasına neden olunabilirdi. Şahsen ben bu tartışma devam ettiği süre içinde Oğuz Bey’in makalelerine yapılan yorumlarda böyle bir problem göremedim. Aksine birçok kişi ile sosyal medya üzerinden yaptığım görüşmeler ve aldığım e-mailler de Timeturk.com da makaleler için yapılan çok seviyeli ve düzeyli yorumların onaylanmaması noktasında şikâyetler aldım.
Her şeye rağmen Oğuz Bey’e böyle hayırlı bir tartışmanın başlamasına vesile olması sebebi ile teşekkür ediyorum. Umarım Hilafet konusu ümmet arasında rahatça konuşulan, tartışılan ve sonrasında ikamesi talep edilen bir konu olur.
Şimdi makalemizin diğer konusuna yani Suriye’de Muaz el-Hatip üzerinden Koalisyonun Baas rejimi yani Esed ile “diyalog görüşmeleri” yapması konusuna geçebiliriz.
Diyalog Görüşmeleri…
Malum olduğu üzere Suriye Ulusal Koalisyon’u başkanı Muaz el-Hatib kendi kişisel sayfasında Baas yönetimi ile yani Beşşar Esed ile Suriye’de kanın durması için görüşebileceğini söyledi ve Suriye devrimi üzerinde yeni bir gündem ve tartışma başlamış oldu.
Muaz el- Hatib bu görüşmeyi muhaliflerden 160 bin tutuklunun serbest bırakılması ve Suriye dışındaki Suriyelilerin pasaportlarının yenilenmesi şartı ile yapabileceğini söyledi. Ancak aynı Muaz el-Hatib talep ettiği bu şartlar karşılığında Baas rejimine neyi vaat ettiğini söylemedi. Söylediği şey kanın durması. Devrimci direniş hareketlerinin güçlerini birleştirdikleri ve baas katillerine karşı başarı kazanarak ilerledikleri bir zamanda, İslami bir kıyam olarak başlayan Suriye devriminde kanın durması üzerinden diyalog görüşmeleri yapmak devrimin dilini yansıtmıyor. Aksine bu daha çok BM ve O’nun gibi Uluslar arası hukuk dedikleri işgalci örgütlerin dilini yansıtıyor.
Ben bu makalede Muaz el-Hatib’in bu görüşmeyi yapma talebinin nasıl oluştuğunun arka planındaki siyasete, Koalisyon’un bu açıklamasının arkasında durmayışındaki siyasete, Berlin ve Kahire’de yapılan görüşmelerde nelerin niçin ve hangi siyasete binaen konuşulduğuna değinmeyeceğim. Bu konuda Köklü Değişim Yazarı Sayın Osman Yıldız’ın “Münih’te Başlayan Şartlı Diyalog” başlıklı yazısı ve daha önce de birçok yazar tarafından yazılmış diğer Suriye ile ilgili analiz yazıları aydınlatıcı özellikler taşıyor.
Ben daha çok Baas yönetimi ve Esed’in temsilcileri ile görüşülme talebini içeren bu diyalog açıklamalarının Türkiye’den nasıl algılandığını sorgulamak veya buraya ışık tutmak istiyorum. Bilindiği üzere Suriye devrimi sürecinde Türkiye’de ilk önce SUK kurulmuştu. Çalışmalarını bir dönem yürüten bu yapı Suriye’de meşruiyyet oluşturamadığı için daha da genişletilmiş bir şekil aldı ve Suriye Ulusal Koalisyon ismi ile birçok ülke tarafından tanındı. Koalisyonu Konsey’den ayıran somut bariz şey bu yapının içine Suriye içindeki direniş hattından temsilcilerin katılması ve Muaz el- Hatip gibi İslami yönü olan bir kişinin başkan seçilmiş olmasıydı. Genelde Muaz el-Hatib üzerinde yüksek beklentiler vardı. Bu beklentinin oluşması O’nun İslami âlim ve hatip kişiliği ile alakalıydı. Baas ve Esed’in temsilcileri ile görüşebileceğini açıkladıktan son bu konuda Türkiye’de değişik değerlendirmeler yapıldı. Bu açıklamanın anlamsız, manasız ve izahı olmayan açıklama olduğunu söyleyip yazanlar olduğu gibi, bu açıklamanın doğruluğuna yani kanın durması için Esed’in temsilcileri ile görüşülebileceğini dillendiren yaklaşımlarda vardı.
Özellikle bu süreçte Sayın Ahmet Varol’un “Zulümle Barış Mümkün Olabilir mi” başlıklı makalesi çok dikkatimi çekti. Muaz el-Hatib’in bu açıklamasına şaşırdığını söyleyen Varol makalesinde çok önemli tespitler de ortaya koyuyor. “Zulüm rejimi hâkimiyetini sürdürürken onunla masaya oturulması direnişi tamamen sıfır noktasına geri döndürmese de rejime, direnişçileri başlangıç noktasına dönmeye zorlama cesareti verecektir. Üstelik zulüm rejiminin mevcut şartlarda, direnişi kendi dayatmalarına zorlayabileceğini düşündüğü ortamda kimlik ve karakterinin değişebileceğini, onunla barışın mümkün olabileceğini hayal etmek yersizdir.”
Ahmet Hoca bu ifadeler ile tüm batılı ülkelerin Suriye’de sürecin uzaması için neden çalıştıklarını ve nasıl planlar yaptıklarını ortaya koyuyor aslında. Suriye devrimi başladığında dakik bir idrak ile devrimin ve Müslümanların yanında olup İran’ın siyasetini sert bir şekilde eleştiren Ahmet hoca aynı zamanda aynı makalesinde BM’nin çağrısı ile Kuveyt’te Suriye’ye yardım amaçlı yapılan toplantıda toplanan yardımların kimlerin eline ulaştırılacağını çok net bir şekilde sorguluyor.
Ayrıca kamuoyunda İsrail’in Suriye’deki Araştırma merkezini bombalaması olarak bilinen saldırıyı da güzel cümleler ile özetlemiş. “Baas’ın siyonist tehdidi altmış binden fazla insanı katletmenin gerekçesi olarak kullandığı biliniyor. Yaşananlar Baas tehdidinin siyonist tehdidi çok geride bıraktığını gösterdi. Yoksa bu saldırılar “siyonist tehdide” bu günlerde biraz daha fazla ihtiyaç duyulduğunu mu gösteriyor?”
İşte tamda burada Ahmet Varol hocanın şunu da görmesi gerektiğini düşünüyorum: İslam ümmeti büyük bir uyanış ile kalkışma başlattı. Bu uyanış tekrar uykuya götürmeyecek derecede etkili bir kalkışma. Ancak eğer bu uyanışta Tunus ve Mısır devrimlerini model alıp başarı olarak sunarsanız Suriye’de de Muaz el-Hatib’in diyalog görüşmelerine bu imkânı tanımanız zorunluluğu doğabilir. Çünkü hem Tunus hem de Mısır’da bu tür diyalog görüşmelerinin üzerinden devrimler sabote edildi ve çalındı. Siz bunu kabul etmeseniz de bu apaçık bir gerçek. Şimdi aynı şey Suriye’de yapılmak isteniyor. Suriye’de her hafta neredeyse tüm şehirlerde Cuma gösterilerinde halk hep bir ağızdan İslami devrim ve Hilafet sloganları atarken, meydanlarda artık sadece siyah beyaz Tevhid sancakları taşınırken bundan hiç bahsedilmiyor. Hilafet’in ikamesi için yüzün üzerinde ketibe “Ensar'ul Hilafeh” liderliğinde birleşip misak imzalarken bu konu yazmaya veya konuşmaya değer görülmüyor.
Dolayısıyla biz Müslümanlar olarak Suriye devriminde Tunus ve Mısır modelini ne kadar başarı olarak gösterirsek bu modellik Suriye'de bizi taviz vermeye zorlayabilir. Suriye’de iki yıla yaklaşıldığında şehit edilen yüz binin üzerinde Müslüman, tutuklananlar ve kendisinden haber alınamayanlar ortada iken, tüm bunlara rağmen halk hala devrimimiz İslami’dir diyorsa biz nasıl olacak ta Muaz el-Hatib’in Esed ve çetesi ile görüşmesini kanın durması için makul ve gerekli göreceğiz.
İşte bu süreçte sabit bir hedefin olmaması neticesinde oluşan siyasi ve zihni kafa karışıklığı diyalog kurmayı ve devrimi çaldırmayı konjektörel olarak telkin edebilir. Bu konuda Sayın Mustafa Siel’in yazdığı “Suriye’de Esed Rejimiyle Barış Yapılması Doğru Olur mu?” başlıklı makale daha çok meseleye maddi kuvvet yönünden bakılarak yazılmış bir çalışma gibi duruyor. Çünkü burada Allah’ın yardımı ve O’na bağlılık unutulmuş gözüküyor.
Beklenti ve gerçekler üzerinden Suriye meselesini değerlendiren Mustafa Bey, Suriye’de devrimin İslami bir netice ile tamamlanıncaya kadar yani rejimin düşürüleceği ana kadar sürmesinin beklenti olduğunu, ama gerçeklerin ise acı olduğunu söyleyerek Muaz el-Hatib’in Baas rejimi ile kanın durması ve savaşın sona ermesi için görüşmesini makul karşılıyor. Reel gerçekler son 100 yıldır Müslümanların hareketini yavaşlatan ve istikametlerinden saptıran gerçekler değil midir? Bu reel gerçekler Müslümanların güçsüzlüğü kâfir ve zalimlerin ise güçlülüğü değil midir? Peki, Allah Rasul’ü Sallallahu Aleyhi Ve Sellem hangi zaferinde maddi anlamda güçlü olarak başarıya ulaştı. Tüm savaşlarda güçlü olan karşı taraf değil miydi. Ama zafer hepsinde Müslümanların oldu. Çünkü Müslümanların o gün unutmadıkları reel bir gerçek vardı: Allah’ın yardımı…
Bu noktada eğer bizler Suriye halkının ve direniş gruplarının kararına müdahale etme durumumuz olursa yanlış kararlarında da nasihatçi oluruz. Yani şu anda ne Suriye halkı nede direniş grupları Baas ile bir görüşme yapılması talebini olumlu karşılamıyorlar. Bu tavır son cumaya verilen isim ile daha bariz ortaya konuldu. Velev ki Suriye halkı ve direniş grupları böyle bir barış görüşmesine razı olurlarsa bu karar onların kararıdır deyip susmamalıyız. Aksine Onları bu kararlarından döndürmek için tüm gayretimizi göstermeliyiz. Hülasa bu konu Sayın Mustafa Siel’in ifade ettiği gibi “bekâra karı boşamak kolay” kavlinden hareketle izah edilmemelidir.
Biz bu konuda Suriye halkının çektiği sıkıntı ve acıyı onlar kadar paylaşabilmeliyiz. Onların dertleri bizim de derdimiz, onların namusları bizim de namusumuz, onların kanları bizimde kanlarımız ise onlar ve biz aynıyız. Ümmetiz ve kardeşiz. Dertlerimiz ve sorunlarımız aynı.
Ve bilmeliyiz ki tüm bu dertlerimiz ve sorunlarımızı zalim ve kâfirler ile masaya oturarak çözemeyeceğiz.