İnsanoğlu hayatını sürdürürken her an en az iki tercih ile karşı karşıyadır. Konuşmak ile susmak, yürümek ile durmak, selam vermek veya vermemek gibi. Peki, insanlar neye göre tercihte bulunurlar? Bu soruya verilecek cevaplar çoktur elbette ve analizleri bir kitap ebadını kapsar. Ancak, insanların davranışlarını gözlemleyen kişi, tercihi belirleyen şu hususların öne çıktığını görür:
Birincisi; inanç. İnsanın sahip olduğu değerler bütünü ve bu değerlere bağlı olarak yaşama azmi, kişi için yapacağı tercihte önemli kıstas oluşturmaktadır. Değerler, esas itibari ile inançlardan veya ideolojilerden kaynaklanırlar. Kişinin, doğruluğuna inandığı fikir veya değer, davranışını belirleme ve tutarlı hale getirme noktasında en kuvvetlisidir.
İkincisi; konjonktür. Hayata dair bir ideolojiye sahip olmayan veya “şeklen” ve zayıf bir inanca sahip olanlar, maruz kaldıkları etki ve dayatılan şartlar çerçevesinde eylem ve söylem tercihinde bulunurlar. Toplumun genel örfün, -diğer bir tabirle- kamuoyunun veya sistemin bireyler üzerinde ciddi etkisi olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısı ile insanların geneli, yaşadığı çevrenin etkisi ile veya nizamına bağlı olduğu sistemin dayattığı şartlar dâhilinde tercihte bulunurlar. Yaşadıkları çevrede çoğunluğa veya baskın görüş ve eyleme karşı muhalif bir konumda olmaktan korkarlar. Doğru da olsa aksi durumu, bir nevi akıntıya karşı kürek çekmek olarak görürler.
Üçüncüsü; ilkesizlik. İnsanlardan öyleleri vardır ki tercihte bulunurken hiçbir inancı, örfü veya çevre baskısını hesaba katmazlar. Esasında dayatılan şartlara göre konum belirleyen, sürekli ölçüleri değişen, esen her rüzgâra göre eğilip bükülen insanlar da bir yönü ile ilkesizdirler. Ancak, bunların içinde öyleleri vardır ki kendine ait bir değeri olmadığı gibi toplumun sahip olduğu genel örfü ya da mahalle baskısını da dikkate almazlar. Ölçüsüz bir şekilde tercih ve harekette bulunan bu gruptaki insanlar, huzur ve sağlık adına ciddi tehdittirler.
Hayatını inancı doğrultusunda idame etmeye çalışan bireyin, bazen konjonktüre göre tercihte bulunması veya ölçüsüz davranışlarda bulunması da mümkündür elbette. Benzer şekilde bu durum diğerleri için de geçerlidir. Kısacası birey, tercih ve davranışları için esas olarak belirlediği hususlardan zaman zaman sapabilmektedir. Bu durumun, tehdit algısı, zayıflık, etkilenme, tembellik ve benzeri birçok sebebi olabilir.
Davranışlarını, inandığı fikirlere göre belirleyen kişi, fikirleri doğrultusunda bir hayat nizamına sahip değilse değişim talebi ile dinamik bir mücadele içerisine girer. Hayatı bir bütün olarak ele alır, sorunları tespit eder ve çözümleri tatbik etmek için çalışır. Böylesi bir bireyi canlı tutan esasi unsur, fikrine olan inancı ve bu inanç uğrundaki durmaksızın gösterdiği çabadır. Şayet fikir ve çözümlerine olan inancı, değişime dair umudu azalırsa birey, dinamikliğini yitirmeye başlar ve konjonktüre boyun büker.
Dayatılmış şartlara teslim olmak, zilleti kabullenmek ve yaşamını buna göre devam ettirmek, esasında insanlık onuru ile çelişmektedir. Buna rağmen fikirlerden yoksun bırakılmış günümüz toplumları için en rahat ve en çok tercih edilen durum olmuştur. Aslında konjonktüre göre yaşamak –ki bazıları bunu “uyanıklık” veya “acizlik” olarak lanse etse de- bir yönü ile “ikiyüzlülük” yani “münafıklık”, bir yönü ile “köleliktir”. Kişinin, inandığı değerlere bilerek ve çoğunlukla aykırı davranışta bulunması ikiyüzlülük, kendi iradesi dışındaki başka birinin iradesi ile hareket etmesi de köleliğin bire bir karşılığı değil midir? Her ne kadar bu durumda olanlar bunu kabul etmeseler de…
İnancı doğrultusunda hareket edip bazı zor şartlar karşısında insanın duraksaması mümkündür. Ancak pes etmek veya her zorlu engelden dönmek doğru değildir. Fedakârlık gösterilmesi gereken durumlarda tembellik etmek, direnilmesi gereken durumlarda taviz vermek kişiyi ümitsizliğe ve korkaklığa sevk eder. Ümitsizlik ve korkunun başladığı yerde şartlara teslimiyet başlar.
İçinde yaşadığımız toplumun gidişatından büyük bir çoğunluğun rahatsız olduğunu ve şikâyet ettiğini görmekteyiz. Öyle ki şikâyetin olmadığı veya kendisinden memnuniyet duyulan neredeyse hiçbir alan yoktur. İktisadi hayattan, gelir gider dengesizliğinden, gelir dağılımındaki uçurumdan, mülkün az bir kesimin elinde toplanmasından rahatsızlık var. Adalet, eğitim ve sağlık sisteminden şikâyet edilmektedir. İnsanların bireyselliğinden, vurdumduymazlığından, güvensizliğinden şikâyet var. Hayatın her alanında meydana gelen haksızlıktan şikâyet var. Her türlü uyuşturucu madde kullanımının ve ahlaksızlığın yaygınlaşmasından, hayvanların dahi tevessül etmediği sapık ilişkilerin artmasından şikâyet var. Toplumun çoğunluğu daha nice olumsuz eylem ve ilişkileri görmekte ve hepsinden şikâyet etmektedir.
Evet, bütün bu olumsuzlukların varlığından rahatsızlık duyup şikâyet etmek gerekli ve önemlidir. Aksi takdirde, meydana gelen bunca kötülükleri görmemek, razı olmak insan olmakla çelişir. Ancak, yalnızca sorunu tespit etmek veya şikâyette bulunmak hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Ne kadar tuhaf bir durum değil mi? Yukarıda saydığım hususlar hakkında anket yapılsa büyük bir çoğunluk lehte kanaat bildirecek iken aynı çoğunluk pratikte aksi durumları yaşamaktadır. İşte konjonktüre teslim olmak böyle bir şeydir. İstenmediği halde azınlığın iradesine boyun bükmektir. Boyun bükenlerin sayısının çok olması sebebi ile bütün bu olumsuzlukları üreten veya varlığına göz yuman mevcut bozuk sistem, varlığını meşrulaştırmakta ve sürdürmektedir.
Dolayısı ile küfrün, zulmün ve bunlardan kaynaklanan bütün münkerlerin varlığı, bunlardan rahatsız olmasına rağmen, tepkisiz, ümitsiz, korkak, “bana dokunmayan bin yaşasın” anlayışına sahip, “Ben ne yapabilirim ki?”, “Hele biraz zaman geçsin”, diyen çoğunluğun varlığındandır. Yani azınlığın oluşturduğu korku atmosferine teslim olanlardır.
Oysa bu insanlar biraz tefekkür etseler ve tercihlerini tekrar gözden geçirseler, şikâyet ettikleri hususları değiştirmek için harekete geçebilirler. Çünkü inandıkları Allah, bütün eksikliklerden münezzeh, her şeye kadir ve güç yetirendir. Her şeyden haberdar olan, rızık veren, yaşatan, öldüren ve diriltendir. İnsanlara imtihan gereği tercih hakkı vermiş ve kazadan sorumlu kılmamış, hesap gününün, cennetin ve cehennemin sahibidir. Böylesi bir ilaha dayanıp ona teslim olmak mı akıllılık yoksa aciz ve fani olana boyun bükmek mi?
Evet, hepimiz tercih sahibiyiz. Her an bir yol ayırımındayız. Hak ve batıl, maruf ve münker, doğru ve yanlış belli olmuştur. Muhakkak ki tercih ettiklerimizin, yaptıklarımızın veya yapmamız gerekip de yapmadıklarımızın karşılığını bulacağız. Bu dünya hayatında, hatalı iken nefsimizi temize çıkarabilir, vicdanımızı rahatlatmak adına birçok bahane ile avunabiliriz. Ancak, din gününün maliki olan Rabbimizin huzurunda, bütün şahitlerin şahitlik edecekleri günde, Allah *Subhanehu ve Teâlâ’*nın rahmetinden başka sığınılacak hiçbir yerin olmadığını o gün değil, bugün hatırlayalım.
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” [Necm 39]
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne hazırladığına baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” [Haşr 18]