Hayatımdan Bazı Kesitler
10 Eylül 2014

Hayatımdan Bazı Kesitler

Bu köşeden siz sevgili dostlarımla uzun zamandan beri beraberiz.Sizler için kimi zaman birtakım siyasi makaleler, kimi zaman da fikri konuları içeren makaleler kaleme aldım. Bu defa siz sevgili okurlarım için farklı bir makale ele alarak, benim için dönüm noktaları diye tabir edilen, hayatımdan bazı kesitleri sizlerle paylaşmak istedim. Fakat şu an bu satırları sizlerle paylaşırken zorlandığımı söylemek istiyorum. Bir insan için kendi hayatından bir bölüm dahi olsa bunu satırlara dökmenin zorluğunu gördüm. Her neyse… sözlerimi daha fazla uzatıp, sizleri daha fazla meşgul etmeden esas konuya girmek istiyorum.

Takvim yaprakları 2003’ün Mayıs ayını gösteriyordu… Bu tarih hayatımın esasi bir noktasını teşkil etmektedir. Zira hayatımda ilk defa cezaeviyle tanışmıştım. O yıl MİT ve Emniyet’in ortak operasyonları neticesinde Hizb-ut Tahrir’e karşı Türkiye genelinde geniş çaplı bir operasyon düzenlenmiş ve operasyonlar neticesinde, onlarca Hizb-ut Tahrir’li genç gözaltına alınmıştı. Bunlardan bazıları o günkü ismiyle DGM’ler tarafından serbest bırakılırken, içerisinde benim de olduğum bazı kardeşlerim, mahkeme tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilmiştik. Daha o zamana kadar karakol yüzü görmeyen ben, terör örgütü kurmak ve yönetmek iddiasıyla karşı karşıya kalmıştım. Burada Ahmet Kaya’nın şarkısından bir dizeyi sizinle paylaşmak istiyorum.’’ Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar, suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar’’ Benim ise ne adım Bahtiyar ne de Diyarbakırlıyım. Fakat bir ara saz çalmıştım. Çocukken bir ara saza merak sarmıştım ve bir süre saz kursuna gitmiştim. Fakat kursu bıraktıktan sonra bana ait olan sazımı hatıra olsun diye evimin duvarına asmıştım. Emniyet mensupları evime gelince herhalde suçumun bir ara saz çalmak olduğunu ve bundan dolayı gözaltına alındığımı sandım. Fakat durum benim düşündüğüm gibi değildi. Bana saz çalmaktan dolayı dava açılacağını düşünürken az önce de belirttiğim gibi terör örgütü kurmak ve yönetmek suçlamasıyla dava açılmıştı. Tabi ki bu işin mizansen boyutu.

Gerçek boyutuna gelince, bu davadan dolayı Ankara Sincan F Tipi cezaevinde yaklaşık üç ay kaldıktan sonra, Rabbimin yardımı ve izni ile ben ve kardeşlerim ilk mahkemede tahliye olduk. Daha sonra Avrupa Birliği uyum yasalarından ve terörün tanımı değiştiğinden dolayı davamız beraatla sonuçlandı. Fakat bu beraat kararları daha sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından bozulunca, bizim için yine cezaevi kapısı göründü. 2004 yılını dışarıda geçirdikten sonra, 2005 yılında İstanbul Fatih camiinde okumuş olduğum bir basın açıklamasından dolayı yakalanarak tekrar cezaevine konuldum. Bu kez de Tekirdağ F Tipi cezaevinde yaklaşık 9 ay kaldıktan sonra tahliye oldum. Daha sonra parti tarafından 2005 yılında Resmi Sözcü olarak görevlendirildikten sonra, İslam Ümmetinin evlatları ile kaynaşmak için tarihini yanlış hatırlamıyorsam, o sene içerisinde bir takım STK’lara, basın ve medyadan tanınmış gazetecilere ve bir de bunların içerisinde olan o zamanki Ankara Ticaret Odası başkanı Sinan Aygün’e bir Ramazan Bayramı tebriği gönderdim. Fakat her ne hikmetse Sinan Aygün bundan hoşlanmamış olacak ki, bu konuda Ankara Cumhuriyet Savcılığına bir suç duyurusunda bulunmuş. Savcılık da hakkımda bir dava dosyası açarak yakalama kararı çıkartmış. Daha sonra yine Allah’ın takdiri bana ulaşınca bu davadan dolayı da Ankara-Sincan F Tipi cezaevinde yaklaşık üç ay tutuklu kaldıktan sonra ilk mahkemede tahliye oldum. Yine 2006 yılında da hakkımda bir dava dosyası daha açılarak belli bir süre tekrar cezaevinde kaldım.

2007 yılına gelindiğinde ise, Adana’da tanımış olduğum bir kardeşim bizi düğününe davet edince, ben ve beraberimdeki dört arkadaşla beraber, kardeşimizin bu mutlu gününde yanında olmak için davetine icabet ettik. Fakat ne kadar gariptir ki, sadece ve sadece bir düğüne iştirak etmemizden dolayı Adana F tipi cezaevinde yaklaşık dört ay tutuklu kaldık. Yine 2008, 2009 ve 2010 yıllarında Türkiye’de gelişen birtakım siyasi ve fikri olaylarla alakalı basın açıklamaları yazdığımdan dolayı, belli sürelerde Ankara-Sincan F Tipi cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra, mahkemeler tarafından tahliye edildim.

Yine 2011 yılında ise, Hizb-ut Tahrir’e yönelik, Türkiye genelinde bir operasyon düzenlenmiş ve onlarca Müslüman genç gözaltına alınmış, tutuklanarak cezaevine gönderilmişlerdi. Fakat bu operasyonlar öncesi paralel yapının televizyon kanalları, basın ve medyası bize dönük bir karalama ve iftira kampanyası başlatarak, toplumda bir algı operasyonu gerçekleştirmiştir. Bu yönlendirme sonucunda ise, partiye karşı bir operasyon düzenlenmişti. Ben de, partiye yönelik bu iftira ve karalamalara karşılık ’’İftiralara Karşı Cevaplar’’ isimli bir CD yayınlayıp, çoğu basın ve medya organına bu CD’yi göndermiştik. Tabii ki, paralel yapı hiç boş durur mu? Yine hakkımızda bir dava açılarak cezaevine gönderildik. Yaklaşık on dört ay cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edildim. Dolayısıyla 2003 yılından günümüze kadar dokuz defa cezaevine girdim ve yaklaşık toplamda ise dört yıl kadar cezaevinde kaldım. Bununla beraber, tüm bu olanlardan sadece paralel yapıyı sorumlu tutmak eksik kalacaktır. Onların Müslümanlara yönelik zulmü açıktır. Fakat bu zulümden bir o kadar da AK Parti iktidarı da sorumludur. Bugün her ne kadar, iktidar bu tür olayları paralel yapının tezgâhladığını ki -bunda doğruluk payı mevcuttur- bu durum iktidarı vebalden ve sorumluluktan kurtarmaz. Allah Rasulü (sav)’in bir hadisinde buyurduğu gibi “İmam çobandır ve güttüklerinden sorumludur’’ diyorsa, o zaman iktidar bu zulme ya sessiz kalmıştır ya da ortaktır demektir. Ya da madem ki, iktidar her platformda bu yapının sadece kendilerine değil, kendileri dışında olan bütün herkese kumpas kurduklarını iddia ediyorsa, o zaman dışarıda ve cezaevinde bu kumpasa maruz kalan bütün Müslümanlara özgürlüklerini vermesi gerekmez mi? Nasıl ki 17 ve 25 Aralık operasyonlarını iktidara karşı bir darbe ve bir kumpas olarak gördüler ve bunları kapattılarsa, o zaman şimdi aynı hassasiyeti masum Müslümanlara karşı göstermeleri gerekmez mi? İşte o zaman bir nebze de olsa, bu sözlerinde sadık olduklarını görürüz.

Tekrar konumuza dönecek olursak, Yargıtay da bulunan beş dosyamdan ikisi geçenlerde onanarak, toplamda on beş yıl ceza almış bulunmaktayım. Zannedersem diğer üç dosya da yakında onanır. Tabii ki, bu onların hesabı. Bir de bu hesapların üzerinde olan Rabbimizin bir hesabı vardır. Bizim için ise asıl olan O’nun hesabıdır.

Burada dikkatlerinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Siz sevgili okuyucularımın da gördüğü gibi, tek silahımız, sahip olduğumuz inancımız ve fikirlerimizdir. Nasıl oluyor da sadece bir CD ve bir bayram tebriki göndermemden dolayı bu kadar sene ceza alabiliyoruz? Gerçekten de tam bir trajikomik durum. Burada şu konunun altını önemle çizmek istiyorum. Bizlere karşı mahkemelerin ve sistemin tavrının siyasi olduğunu görmekteyiz. Şayet siyasi değil de hukuki olarak bu davalar ele alınmış olsaydı, emin olun ki kendi hukuk sistemlerine göre bizleri yargılamaları söz konusu dahi olamayacaktı. Çünkü şu ana kadar Hizb-ut Tahrir’in silahlı veya maddi bir eylemine sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada rastlanılmamıştır. Hizb-ut Tahrir metodunu sadece siyasi ve fikri bir şekilde sınırlandırmıştır. Bu durum partinin çalışmış olduğu her yerde bilinmektedir. Parti küresel anlamda çalışmakta ve metodunu da barışçıl bir şekilde gerçekleştirmek istemektedir. Nitekim kuruluşundan günümüze kadar devletlerarası siyasi durum ne kadar değişirse değişsin, Hizb asla metodunu değiştirmemiş, bu metotta ısrar etmiş ve bunu her platformda açıkça beyan etmiştir. Yine bununla beraber kendisinin maddi bir eyleme başvurmayacağını, bu tür metodun İslam ve Rasulullah (sav)’in metoduna ters düştüğünü bütün neşriyatlarında açıkça zikretmiştir. Hatta bu durum dünyadaki birçok istihbarat örgütlerinin raporlarında ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün parti hakkındaki raporlarında dahi açıkça görülmektedir.

Kısacası Yeni Türkiye fotoğrafına baktığımız zaman da eskisinden bir farkı olmadığını görmekteyiz. ‘’Eski tas, eski hamam’’ Bu da sistemin özellikle de Hizb-ut Tahrir’ e karşı bakışında fazlaca bir şeyin değişmediğinin ve Müslümanlara dönük düşman ceza hukukunun aynen uygulandığının bir kanıtıdır. Şayet iktidarın iddia ettiği gibi, yeni Türkiye’de artık bundan sonra bu tür hukuksuzlukların yaşanmayacağını, kim olursa olsun mahkemelerin herkese adil ve tarafsız yaklaşacaklarını, mahkemelerin bundan sonra daha şeffaf olacağını, maddi bir eyleme tevessül etmeden herkes sahip olduğu fikirleri her platformda rahatça ifade edeceğini, bu tür eylemlerden dolayı şahısların cezalandırılmayacaklarını söylüyorlarsa, o zaman Müslümanlara uygulanan bu hukuksuzluğu en kısa zamanda bir son vermeleri gerekmez mi? Yoksa söylemleri boş bir iddiadan öteye geçmeyecektir.

Aslında işin özü, bizler sadece ve sadece Rabbimiz Allah’tır dememizden ve İslam’ın yönetim nizamı olan Hilafet’i istememizden dolayı pek çok hapis cezalarına çarptırılmaktayız. Bu ise bizim için izzet ve şereftir. Ahirette ise umut ediyoruz ki bizler için hatalarımıza bir kefarettir. Tevekkülümüz sadece Rabbimizedir. Bizler şuna çok iyi bir şekilde iman etmemiz gerekir ki, sadece O’nun takdir ettiği şey bize isabet edecektir. Almış olduğumuz bu cezalar bizlerin imanından başka bir şeyi artırmaz.

Son olarak Allah Subhanehu ve Teala’dan ayaklarımızı dini ve daveti üzerine sabit kılmasını ve Müslümanlar olarak canımızı almasını niyaz ediyorum. Hiç şüphesiz Allah’tan geldik ve hiç şüphesiz dönüşümüz yine O’nadır.

@yilmazcelik69